İnsan dünyaya nereden ve niçin geldiğini bilmez. Birgün dünyadan gitmek zorunda olduğunu bilir ama, fakat nereye ve niçin gitmek zorunda olduğunu bilmez. Martin Heidegger‘nın Geworfenheit dediği durum içerisinde bulur kendisini ve bu durumla bir şekilde başa çıkmak zorundadır. Din kurumu insana nereden ve niçin geldiğini, nereye ve niçin gideceğini ve sonrasında ne olacağını söyler. Ona sadece kendisini değil, etrafında olup biteni de açıklar. Her şeyi yerli yerine koyar, düzene sokar. Buradan yola çıkarak da insana dünyada bulunduğu sürece ne yapması ve nasıl davranması gerektiğini öğretir. Din insanı sarar kuşatır, onun kendisini rahat, huzurlu, emniyette ve güvende hissetmesini sağlar. Bunun farklı şekilleri vardır, fakat son tahlilde hepsi bütün bu olup bitenin bilinçli bir irade tarafından sevk ve idare edildiğini ileri sürerler, dolayısıyla bir amaç vardır ortada. Ve insan bu amaç üzerinden doğru, güzel ve iyi kavramlarına ulaşır ve aynıları etrafında yaşamı oluşturur. Din her anlamda dışarıdan, öteden, yukarıdan gelir insana. İnsana sunduklarında insanın herhangi bir katkısı yoktur. Din ile insan arasında kapanmayan, haddizatında kapanması mümkün olmayan bir ara vardır. Dolayısıyla insan Din‘e inanmak zorundadır. Ludwig Wittgenstein (6.41.) şu şekilde ifade eder bu durumu: 

Der Sinn der Welt muss außerhalb ihrer liegen. In der Welt ist alles, wie es ist, und geschieht alles, wie es geschieht; es gibt in ihr keinen Wert – und wenn es ihn gäbe, so hätte er keinen Wert.

Bu dünyanın anlamı onun dışında olmalı. Dünyada her şey nasılsa öyledir ve her şey nasıl oluyorsa öyle olur; onda bir değer yoktur — ve eğer bir değer olsaydı onda, bir değeri olmazdı.

Friedrich Nietzsche kısaca şu şekilde söyler aynısını:

Wer ein Warum zu leben hat, erträgt fast jedes Wie.

Yaşamak için bir Niçin‘i olan, neredeyse her Nasıl‘a katlanır.

Wittgenstein daha da kısaltır (6.44.):

Nicht wie die Welt ist, ist das Mystische, sondern dass sie ist.

Dünyanın Nasıl‘ı değil Niçin‘idir önemli olan.

 

Die Absicht d[er Philosophie] ist, Ihnen ein vernünftiges Bild des Universums zu geben.

Felsefenin maksadı sizlere evrenin akli bir tasvirini vermektir.

Friedrich Hegel

[Philosophie] schafft immer die Welt nach ihrem Bilde, sie kann nicht anders; Philosophie ist dieser tyrannische Trieb selbst, der geistige Wille zur Macht, zur „Schaffung der Welt“, zur causa prima.

Felsefe dünyayı sürekli kendi tasavvuruna göre yeniden yaratır, başka türlü yapamaz o; Felsefe haddizatında bu tiranik dürtüdür, tinsel iktidar talebi, ”dünyayı yaratma”, ilk sebebe ulaşma isteği.

Friedrich Nietzsche

Felsefe‘yi insanın kendisini içinde bulduğu durumu bir bütün olarak yine bizzat kendisinden yola çıkarak anlama ve açıklama çabası olarak görmek gerekir. Bu durumda insan Din‘in kendisine sunduğu cevapları yetersiz bulur, dolayısıyla sahip olduğu belirli bir yetenek aracılığıyla, akıl, meseleyi kendisi ele alır. Fakat o da Din gibi aynı ön kabulden yola çıkar. Her ne kadar kendisini içinde bulduğu durum ilk karşılaşmada anlaşılmaz ve karışık, başa çıkılması zor ve son derece girift bir manzara arz etse de bu geçici bir durumdur. İlk anda anlamıyor olması hiç anlayamayacak anlamına gelmez, sadece anlamak için zamana ve kazanıma ihtiyacı olduğunu gösterir. Dolayısıyla muhatap olduğu manzara özünde anlaşılır, haddizatında insanın anlayışına açık, son tahlilde insanın doğanın bir parçası olduğu düşünülürse temelde ona yabancı değildir. Dinde de böyledir bu, insan da doğa da aynı elden çıkmış, aynı yaratıcının eserleridir. Dolayısıyla insan da doğa da söz konusu yaratıcıya işaret ederler. Din doğayı en başından itibaren insanın hizmetine verir, Felsefe insanın bunu kendisinin başarmasını ister. Bu şekilde Din ve Felsefe aynı iddianın peşinde birbirlerine rakip iki kurum olarak varlıklarını sürdürürler. Her ikisi için de sorulması mümkün olan her sorunun verilebilir mümkün bir cevabı vardır, insan bu cevapları bulabilecek şekilde donatılmıştır ve gerektiği gibi davranırsa onları bulabilir de ve bulduğu bu cevaplar hepsi bir bütünün parçaları olarak birbirine uygun ve insan tarafından bir araya getirilebilerek bir bütün oluşturacak şekildedirler. Dolayısıyla adım adım, kümülatif ilerleyen bir süreç vardır ve insan attığı her adımla, bulduğu her cevapla yani, söz konusu bütüne yaklaşır ve üzerinde durduğu zemini daha da sağlamlaştırarak ihtiyaç duyduğu emniyet ve huzura kavuşur.

 

Zu schön um wahr zu sein.

Doğru olamayacak kadar güzel.

Proverb

Edebiyat Din‘in ve Felsefe‘nin yola çıktıkları ön kabule karşı çıkarak kimlik kazanır. Edebiyat‘ın kendisini karşısında bulduğu manzara Din ve Felsefenin kendilerini karşısında buldukları manzaranın aksine anlaşılmazdır nitekim. Sadece ilk anda değil ama o her zaman öyle kalacaktır. Manzarayla değil, bu çaresizlikle başa çıkma çabasının adıdır Edebiyat. Hem de hiçbir zaman başa çıkamayacağı bilincinde olarak. Leopold Ranke‘nin bir cümlesiyle vermek gerekirse:

Jede Epoche ist unmittelbar zu Gott, und ihr Wert beruht gar nicht auf dem, was aus ihr hervorgeht, sondern in ihrer Existenz selbst.

Her dönem aralıksız olarak Allah ile karşı karşıyadır ve onun önemi kendisinden neşet eden de değil bizzat kendi içinde saklıdır.

Bu cümle sadece Tarihselcilik denilen düşünce yapısını kısa ve öz olarak görünür kılmaz, Ranke’nin Dönem ve Allah dediği noktalarda Birey ve Anlaşılmazlık denilmesi durumunda o Edebiyat hakkında söylemeye çalıştığımı da birebir verir. Dolayısıyla kolektif bir çaba değildir Edebiyat, herkes tek başına, bir başınadır burada. Ve her an yeniden ve en baştan. Her şey tek seferlik. Sonsuz bir duvarda saklı olan ama olmayan kapıyı bulabilmek için hafif hafif duvara tıklama ameliyesidir Edebiyat. Tecrübeleyemezsiniz, biriktiremezsiniz. Tek anlık bir iştir bu. Edebiyat, öyleyse, Friedrich Hegel‘den esinlenerek, söz konusu başarısızlıkların gömülü oldukları mezarlıktır da denilebilir. Peter Handke ve Botho Strauss‘un Heidegger okumaları felsefi düşüncenin Edebiyat olarak şekil almasıdır denilir, dolayısıyla da Edebiyat hakkında söylediklerimin en görünür şekilde dışa vurumunu belki de orada bulabilirim. Strauss’tan biraz uzun bir alıntıyla göstermek istiyorum bunu.

 

Einsichten sind nur dann eine Freude, wenn sie flüchtig sind, wenn bedeutungslos viele aufeinanderfolgen, eine Schnur von Reflexen im Fluss. 

Cevaplar ancak kalıcı değillerse güzel olurlar, mutlu kılarlar, bulduğun anda kaybolurcasına, bağlantısız, birbirini taşımayan, birbirinin arkasında saklanmayan, anlamsız, yanıp sönercesine birbirinden kopuk sahnelerden oluşan ve akan bir film şeridi, hiçbirisi diğerine uymayan sonsuz sayıda parçalardan oluşan bir Puzzle gibi adeta: il n’y a pas de monde, il n’y a que des iles, Jacques Derrida. Kalıcı ve gitgide büyüyen, sağlamlaşan, sabitlenen, güzelleşen o büyük resim, o büyük hikâye yok, dünya yok, o manzara, the view from nowhere, Thomas Nagel, hiçbir yerden bakış yok, hep bir yerden ve tek anlık ve tek bir kare, hepsi bu. Adalar var sadece, kıtalar yok:

Yes! In the sea of life enisled,

With echoing straits between us

thrown,

Dotting the shoreless watery wild,

We mortal millions live alone.

Matthew Arnold

Im Grunde unerklaerlich, wie man so lange an immer denselben, an einigen besonderen festhalten konnte – als waere der Verstand ein Verfestiger oder Fotograf und nicht selber das Wasser. Die Kaskade. Nie sollte es um Erkenntnis gehen, sondern stets um Schaerfung des gedanklichen Gespürs, ja, man sollte den Verstand von seiner tierischen Wurzel: der Witterung ausstreben lassen. Das emsige Bezügeschaffen ist eine Nachahmung des Nestbaus und der staendigen Höhlenbesserung.

Aslında anlamak bile mümkün değil, nasıl olurda bunca zaman hep aynı, bazı özel olduğu düşünülen cevaplara tutunup kalınmış, sanki akıl akan suyu, dünyayı, donduranmış, buz kestirenmiş, sanki akıntıyı, dünyayı, tutup tek bir karede ebedileştiren fotoğrafçıymış gibi. Aslında suyun kendisidir akıl, şelale. Mesele cevap bulmak değil, olmamalı, mesele bakışı sürekli bilemek olmalı, vakti gelince, zamanı gelince, izin verilince o tek kurtarıcı bakışı yapabilmek, tek anlığına ve sadece senin için o sonsuz ve kapısız duvarda açılan aralıktan, Fraz Kafka‘nın kapısı gibi, bakıp Allah’la, ya da her neyse artık, göz göze gelebilmek, kurtulabilmek için: Das heisst Übung, Übung, Übung!, Friedrich Nietzsche, bu demek mesele çalışmak, çalışmak, yine çalışmak ve beklemekten ibaret. O ana hazır olmak. Kaya bir gün duracak o tepede ve son bulacak bu eziyet. Belki!!!, ein gefaehrliches Vielleicht, Nietzsche, tehlikeli bir belki. Ama biriktirerek, üst üste koyarak, düşünerek, tasarlayarak, planlayarak olmayacağı kesin bu işin. Olursa ancak bekleyerek olur, olursa o da. Tek bir an. Düşünerek olmaz, düşündükçe içine çeker seni düşünce, sarar kuşatır, nefesini daraltır, boğar ümüğünü sıkar. Hayal kurmaya başlarsın, düşündüklerini gerçek sanırsın. Kırk gün delisin denilen deli gibi, inanırsın deli olduğuna sonra. Aklı kurtarmak gerek bu durumdan o halde, özgür bırakmak. Adeta bir iz sürücü köpek gibi burnu yerde sürekli bir şeyle başka bir şey arasında ilişki arayan, kuran olmaktan azat etmek gerekir onu. Yuva yapan kuşların topladıkları çalı çırpı gibidir bu tek tek bulunan/kurulan şeyler arasındaki ilişkiler, insanın mağarasını güzelleştirmesi gibi.

Gedanken sind Sterschnuppen, das Hirn nichts als ein Sternschnuppenfangkorb

Oysa düşünceler yıldız kaymaları gibidir, beyin de bu yıldız kaymalarını yakalayan bir ağ.

Die besten stürzen lautlos an unserer Lebensphaere vorbei. Zufaellig erblickt jemand am Himmel der Nacht, wie das lichte Gedachte vorbeischiesst und erlischt.

En güzelleri sessiz sedasız kayar kaybolurlar yaşamımızın kenarından. Tesadüfen yakalar biri bazen karanlık gökyüzünde düşünülen bir aydınlığı, sonra da kayıp gider o, yok olur, söner.

Der Gedanke, der abschweift, abirrt, laesst den Sitz des Magneten, des geheimen Attraktors ahnen. Er bietet daher eine tiefere Orientierung als der, der stur die Linie haelt.

Kayıp giden, yolunu şaşıran düşünce mıknatısın, görünmez çekicinin mekanını hissettirir, dolayısıyla kalıp duran ve inatla çizgisini takip edenden daha fazla istikamet verir.

Kommen und Gehen, Auf und Ab, Wiege und stets Schwanken. Dieselben Dinge naehern sich, entfernen sich. Dieselben Dinge sind heute ein Geheimnis, morgen eine öde physische Gegebenheit. Das Erkennen schaukelt wie ein leerer Kahn auf den Uferwellen. Du kannst dich nicht dagegen waehren, dreimal in der Minute von Nichts berührt zu werden, dreimal in der Minute vom Nichts berührt und vom Leben zurückgerissen zu werden.

Gelmek ve gitmek, çıkmak ve inmek, beşik ve sallanmak. Aynı şeyler bir yakın bir uzak, bu gün bir sır yarın basit bir dünya hâli. İdrak boş bir sandal gibi sahil dalgalarının üzerinde bir öteye bir beriye sallanır durur. Ve sen karşı koyamazsın Hiç‘in dakikada üç kez sana dokunmasına ve hayatın seni ondan yeniden ve tekrar tekrar çekip koparıp almasına.

Sich zurechtfinden ist hier ein falsches Verlangen. Eintauchen und sich davontragen lassen, darin aufgehen und sich erfüllen, das waere eher die angemessene Erfahrung.

Buralarda kendini evinde bilmek, rahat olmak yanlış bir beklentidir. Dalmak ve seni alıp götürmesine seyirci kalmak, onun içinde açmak ve dolmak, tamamlanmak. Olması gereken budur haddizatında, doğru olan.

 

5

Max Horkheimer‘nın şöyle bir cümlesi var:

Persönlich glaube ich, dass zumindest die Hoffnung auf Gott rational gerechtfertigt werden kann.

Şahsen en azından Allah’a umut bağlamanın rasyonel olarak meşrulaştırılabileceğine inanıyorum.

Mümkündür, bilemiyorum, üzerinde düşünmedim hiç, belki de, aslında kesinlikle, ihtiyaç hissetmedim. Bana sorarsanız filozofların Allah var mıdır yok mudur, ya da Allah’a inanmak ya da bel bağlamak meşru mudur değil midir, Allah’a inanmak, en azından, anlaşılabilir mi, saçma mıdır, ya da soru her neyse artık, Allah’la uğraşmaktan daha önemli işleri olmalı. İnanmak bir ihtiyaçtır ve yasalara muhalif olmadığı sürece herkes istediği şekilde karşılar bu ihtiyacını. Bu ihtiyacın kendisidir haddizatında söz konusu inancı haklı kılan. Bunun dışında, ahlâkî olabilmesi için, başka bir kritere ihtiyaç yoktur. Neye ihtiyacım olduğuna ve bu ihtiyacımı nasıl gidereceğime ben karar veririm son tahlilde ve bu kararıma yasal olması dışında herhangi bir zemin bulmak zorunda değilim, ne rasyonel ne de irrasyonel. Rasyonel Teoloji bu konuda farklı düşünür. Bir teolojinin rasyonel olabilmesi için Allah’ın davasını, die Sache Gottes, aklî, vernünftig, düşünmelerle yürütmesi gerekir. Rasyonel olan nedir bu bağlamda? Bu soruya burada kapsayıcı bir cevap vermek mümkün değil tabii ki, fakat bazı kriterler belirlenebilir. Her şeyden önce 1– tecrübe edilen dünyanın, bilimlerin onu tasvir ettiği ve açıkladığı şekilde olduğunu kabul eder Rasyonel Teoloji. Dolayısıyla bilimin kabul ettiği hiçbir sonuca muhalefet etmez. Haliyle, kabul edilmiş demek çok muğlak bir kavram, nitekim kim, kaç kişi, ne kadarını ve benzeri sorularla birlikte aynısının içini son derece boşaltmak mümkündür. Bununla birlikte ve dolayısıyla 2– her tür mucizeyi geçersiz sayar, Allah’ın bu dünyada mucizeler üzerinden tecelli ettiğini kabul etmez. Ve Rasyonel Teoloji için 3– aklî düşünmenin bütün kuralları aynı şekilde geçerlidir. Allah bir rasyonel teolog için de bekarı evli kılamaz ve o tertium non datur ilkesini de kabul etmek zorundadır, dolayısıyla bir akıl yürütmedeki geçerli bir çelişki onu da ön kabullerinden en azından birinden vazgeçmeye sevk etmelidir. Buraya kadar Rasyonel Teoloji ile Naturalizm arasında herhangi bir fark yok gibi sanki. Fakat Rasyonel Teoloji Naturalizmin hiçbir şekilde kabul etmediği bir gerçekliği içeri almak ister, Tanrı. Bu gerçekliğin bugüne kadar kimse tarafından geçersiz kılınamamış mantıkî imkanından fazlasını talep eder o fakat, nitekim mantıkî açıdan mümkün olsa da inanılamayacak kadar saçma olan birçok şey var bilindiği gibi. Rasyonel Teoloji bu bağlamda 4Naturalizmin kapatamadığı alanlara taşır meseleyi. 5– Fakat Naturalizmin kapatamadığı bu alanların onu mutlak anlamda geçersiz kıldığını, dolayısıyla Teizmi zafere taşıdığını düşünmez, kendi tarihinden ders çıkartır Rasyonel Teoloji. O halde bu beş kriteri yerine getiren bir Teoloji nereye kadar uzanır? Şuraya kadar belki:

Ich glaube an Gott, den Vater, den Allmaechtigen, den Schöpfer des Himmels und der Erde. Ich glaube an den Heiligen Geist, Vegebung der Sünden, Auferstehung der Toten und das ewige Leben.

Allaha, Babaya inanıyorum, Kadiri Mutlak olana, Gök ve Yer yüzünün yaratıcısına. Kutsal Ruha inanıyorum, mağfirete, günahların affına, yeniden dirilmeye ve ebedi hayata.

 

6

Franz Kafka’nın Eine kaiserliche Botschaft adında bir hikayesi var, Türkçesi İmparatorun Haberi. Nedendir bilmiyorum fakat bana göre kalemin kağıda değdiği ilk andan bugüne kadar yazılmış bütün hikayelerin en güzeli. Bu denli hiperbolik ifadeler kullanmayı sevmem, kullanmam da, fakat bu hikayeyle ilgili en ufak bir şüphem yok, kararım kesin: daha güzelini yazmak mümkün değil. Lise yıllarından aklımda kalmış ayrıca iki hikayede daha var beni son derece etkilemiş olan, hala daha aslında: Wolfgang Borchert‘in Das Brot‘u, Ekmek, ve Peter Bichsel‘in San Salvador‘ru. Soğuk, sessiz ve boş bir mutfak, hayat aslında, insan. Bir de Hz. Peygamberin İsra ve Miraç mucizeleri. Ibn Ishaq‘tan aktarmak istiyorum:  

Peygamber Kabede uyurken Cebrail yanına geldi. Ayağıyla dürtü Peygamberi, o da ayağa kalktı. Kimseyi göremeyince tekrar yattı. Üç kez tekrarlandı bu olay. En sonunda Cebrail Peygamberi kolundan tutarak Kabenin kapısına çıkarttı. Kapıda bir binek hayvanı duruyordu. Adı Buraqdı. Baldırlarında iki kanadı vardı ve onlarla arka bacaklarını harekete geçiriyordu. Ön bacaklarını ise bakışının ulaştığı en son noktada yere indiriyordu. Peygamber hayvana yaklaşınca hayvan tedirginleşti, yaklaştırmadı Peygamberi yanına. Cebrail elini hayvanın yelesine koydu ve utanmıyor musun yaptığına, Allah’a yemin olsun ki daha şereflisi binmedi sana bundan önce diyerek onu sakinleştirdi. Bunun üzerine Peygamberi sırtına aldı hayvan ve birlikte bir yolculuğa çıktılar. İlk durak olarak Kudüs’e vardılar. Orada İbrahim, Musa, İsa ve diğer Peygamberlerle bir arada bulundular. Peygamber oradaki diğer Peygamberlere imam olup onlarla birlikte namaz kıldı. Ardından peygambere üç kâse getirdiler. Birinde süt, diğerinde şarap ve üçüncüsünde su vardı. Ve onlardan birini seçmesini istediler. Peygamber sesler duydu bu sırada: suyu seçerse kendisi ve halkı boğulacak, şarabı seçerse kendisi ve halkı sapıtacak, sütü seçerse kendisi ve halkı kurtulacak deniliyordu. Peygamber sütü seçti ve içti. Bunun üzerine Cebrail ona ve halkına kurtuluş müjdesini verdi. Ardından Peygambere bir merdiven getirdiler. Cebraille birlikte merdivenden yukarıya çıktılar. İsmail adında bir melek tarafından korunan bir kapının önünde durdular. Kapıdaki melek sordu Cebraile, kim bu? diye. O Muhammeddir dedi Cebrail. Gönderildi mi? diye sordu melek devamla, evet diye cevap verdi yine Cebrail. Bunun üzerine Peygamber içeri girdi ve orada oturan bir adam gördü. Ölen insanların ruhları geçiyordu onun yanından. Bazıları geçerken iyi bir bedenden iyi bir ruh diye seviniyor, diğer bazıları geçerken ne kadar çirkin, kötü bir bedenden kötü bir ruh diyerek üzülüyordu. Kim bu diye sordu Peygamber Cebraile. Bu senin Baban Adem’dir diye cevap verdi o. Sonra ikinci gök katına çıktı Peygamber. Orada Meryem oğlu İsa ve Zekeriya oğlu Yahya’yla karşılaştı. Sonra üçüncü kata çıktı. Orada yüzü aydan güzel bir adam vardı. Kimdir bu diye sordu Muhammed, bu senin kardeşin Yakup oğlu Yusuf’tur denildi. Dördüncü katta İdris’le tanıştı. Beşinci katta yaşını almış, kır saçlı ve muhteşem sakallı bir adam gördü. Daha önce bu kadar güzelini görmemişti. Bu halkı tarafından çok sevilen İmran oğlu Harun’dur denildi kendisine. Altıncı katta koyu tenli, uzun boylu ve eğri burunlu bir adam vardı. İmran oğlu Musa. Ve yedinci katta cennetin kapısında bir sandalyede oturan yaşlı bir adam gördü. Daha önce kendisine bu kadar benzeyen bir adam görmemişti Peygamber. Bu onun Babası İbrahim’di. Ve onunla birlikte cennete girdi. Rabbiyle karşılaştı sonra. Rabbi ona günde elli vakit namaz farz kıldı. Geri dönerken Musa’ya rastladı. O ona Allah’ın kendisine kaç vakit namaz farz kıldığını sordu. O elli dedi, o çok dedi, git söyle, bu çok de dedi. Beş vakte inene kadar namaz aynısı tekrarlandı. Musa bu da çok deyince Peygamber daha fazlasını istemekten utanırım diyerek meseleyi beşte bıraktı ve aşağıya indi. Sonra Mekke’ye döndü. 

Konumuzla ilgili olan bu hikayenin kendisi değil tabii ki. Bilindiği gibi İsra mucizesi Mushafta geçiyor, fakat Miraç mucizesi değil, dolayısıyla İsra hakkında kimse tek bir kelime dahi edemezken, Miraç hakkında önüne gelen ağzını açıp gözünü yumuyor, herkes akıllı, hem de son derece. Sadece akıllı değil, çok bilimsel, çok modern, çok felsefi. Benim böyle bir sıkıntım yok, ben İsraya da Mirac‘a da kelime kelime inanıyorum. Konumuzla ilgili olan kısmı Abu Bakr‘ın tepkisi:

Peygamber ertesi gün Qureyş’e olup bitenleri anlattı. Birçok kişi bu mümkün değildir dediler. Kervanların bir ayda gidip bir ayda gelebilecekleri yere Muhammed nasıl olur da bir gecede gider ve gelebilir? Daha önce inanmış olanların birçoğu inançlarından vazgeçtiler. Ve insanlar Abu Bakr‘a geldiler: Duydun mu dediler ona, arkadaşın dün gece Kudüs’e gittiğini, orada Namaz kıldığını ve tekrar Mekke’ye geri döndüğünü söylüyor. Önce yalan söylüyorsunuz dedi onlara, onlar ise söylediklerinde direttiler ve bak orada, Mescidi Haramda ve insanlara bunları anlatıyor dediler. Bunun üzerine Abu Bakr, Allah’a yemin olsun, o söylüyorsa doğrudur dedi. Bu sizi neden şaşırtıyor ki? diye devam etti sonra. O bana Allah’tan kendisine vahiy ulaştığını da söylüyor ve ben ona inanıyorum, ki bu sizin söylediklerinizden çok daha şaşılacak bir şeydir.

İnsan gerçekten şaşırıyor. İşlerine gelince 1400 sene önceki insanlar ve aynılarının kognitif kapasitelerinden söz edenler Abu Bakr’ın gösterdiği zihinsel becerinin, mantıkî çıkarımın, düşüncedeki radikalliğin binde birini gösteremiyorlar. Müthiş bir akıl yürütme Abu Bakr’ın ki, dolayısıyla söylediği tam olarak şu: Allah’ın varlığına ve benim gibi bir insanla iletişime geçtiğine inandıktan sonra, inanamayacağım hiçbir şey olamaz.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN