Cemil Meriç’in, Sosyoloji Notları ve Konferanslar adlı kitabı adından da anlaşılacağı üzere 1965 yılından 1969’a kadar İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde anlattığı dersleri, verdiği birkaç konferansın metnini ve bazı sohbetlerinden alınan notları içermektedir. Birçok yerde kitap için ifade edildiği üzere Cemil Meriç esasen bu kitapta yazmamakta, konuşmaktadır.
Cemil Meriç, Batının, daha doğrusu materyalist Batının tam karşısında konumlanmayı bu coğrafyanın en önemli değeri olarak kabul eder. Bu nedenle ‘Batı benim antitezimdir.’ der. Derlemenin ilk yazısı ‘Sosyoloji tarafsız bir ilim dalı olabilir mi?’ başlığını taşır. Burada Meriç, Sosyolojinin bir ilimden daha çok bir ‘metod’ olduğunu vurgular ve sosyolojiye biyoloji gibi bir misyon yüklenmemesini ister.
Daha sonra Avrupa ve Asya’yı tartışır. Büyük kutuplaşmada Türkiye’nin payına düşen tam anlamıyla bir ‘bahtsızlıktır’; ‘Bizim büyük bedbahtlığımız Asya’yı da Avrupa’yı da tanımamamızdır.’ der. Meriç’e göre Türklerin sosyal ilimlerle teması oldukça yenidir. Bu coğrafyada düz yazıdan ziyade şiire daha çok önem verilmesinin nedenini düşüncenin yavaş ilerlemesine bağlar. ‘Şair ne kadar fazlaysa, ülke düşünce bakımından o kadar geridir.’ Meriç’e göre düşünce dünyası pozitif olmayan milletlerde nesir çok ağır ilerler. Nesir demek düşünce demektir.
İnsanın tabiatla olan münasebetini tanımlayan Meriç, Comte’un üç hal yasasına ve pozitivizmin tanımına geçiş yapar. Pozitivizm, teolojik olmayan, tecrübenin/deneyin konusu olabilen ilim demektir. Pozitivizm ile determinizm arasındaki bağı vurgular. Determinizmin oluşlar arasındaki mutlak ve değişmez bağının fatalizmle ilgisinin olmadığını ifade eder.
Bu girişten sonra materyalizmi konu edinir. Ruhu da, kuvveti de maddenin bir unsuru olduğunu kabul eden felsefî materyalizmle, mukaddesi olmayan materyalistliği birbirinden ayırır. Ona göre diyalektik materyalizm, Hegel idealizminin mistik tarafını törpülemek ve diyalektiği bilimsel bir temele oturtmak maksadıyla ortaya çıktığını ifade eden Meriç, Marx’ın alt-yapı ve üst-yapı kavramlarını izah eder. Derken materyalizmi, sosyalizm konusuna bağlar.
Demokrasiyi irdeleyen Meriç, demokrasinin kuruluşunda kilisenin büyük rolü olduğunu söyler. Kölelik-hürriyet ayrımına dikkat çekerek (kölelerin oy hakkının olmaması) o günkü demokrasinin bugünkü demokrasiyle bir ilgisinin olmadığını, köleliğe karşı çıkan tek bir filozofun olmamasını altyapının belirleyici gücüyle ifade eder. Bugün Batı Demokrasisi (Liberalizm), Halk Demokrasisi (Marksizim) ve Milli Demokrasi (3. Dünya) olmak üzere üç farklı demokrasinin varlığından ve Batı demokrasisinin ancak endüstrileşen ülkelerde mümkün olduğunudan bahseder.
Daha sonra Eflatun, Eflatunculuk ve Aristo’dan söz eden Meriç, Aristo ve Eflatun’un Batıya tanıtanın Endülüs ve Şam medreseleri olduğundan bahisle, İbn Haldun’a yer verir. ‘Doğu’nun en orijinal mütefekkiri Abdurrahman İbn Haldun.’ der. İbn Haldun’la birlikte doğunun tuttuğu tefekkür meşalesi, hayli uzun ve karanlık bir dönemden sonra tekrar Batıya, Descartes’ın eline geçer.
Descartes, Sosyalizm, Marks ve Proudhon’dan bahseder. Irkçılık der, ‘Tevrat’la başlar’… ‘Tanrı’nın sevgili kavmi İsrail’dir. Musevi doğulur, Musevi olunmaz. Müslümanlık bir aşiret dini iken, dünya dini olur. Yunan için barbar, Yunanca konuşmayan bütün kavimlerdir.’ Restorasyon tarihçileri ile ırkçılık arasında bağ kurar…
Birkaç çağdaş sosyolog ile yabancılaşma kavramını tartışan Meriç, liberalizmi temsil ettiğini söylediği Tocqueville’den bahseder. Liberalizmin 19. Asırda iktisadi, siyasi ve fikri olmak üzere üç ayrı mana kazandığını söyler. Kapitalizm olmasa Osmanlı çökmezdi der. Her aydının çağının kaderini tayin eden sosyalizmi, tarihi gelişmesini ve Batının ekonomik-sosyal tarihini bilmek mecburiyetinde olduğunu ifade eder.
Batı’da ortaçağı, politikadan sosyolojiye giden yolu, sosyal düzeni ve sınıfları tartışır. Çağdaş insanın Rönesansla yaşıt olduğunu, öncesinde ise ‘insanoğlunun kendisi doğmadan yazılan bir trajediyi oynamak için dünyaya geldiğinden’ bahseder. Çünkü ‘Rönesans kilisenin dogmalarına karşı insan zekâsının isyanı, Ortaçağ’ın vesayetinden kurtuluşu. Rönesans bir dünya düzeninin sona ermesidir, imparatorluğun ve Papa’nın sonudur…’
Kitabın birinci bölümünün ikinci kısmını oluşturan 67-68 ders yılının derslerinde konulara yine Sosyalizm ağırlığını verir. Din, Marksizm ve Diğer Sosyalizmler arasındaki ilişkiyi, Fransa’daki ütopik sosyalistleri, İslamiyet ve Sosyalizm arasındaki olası münasebetleri tartışır. Üçüncü kısım olan 68-69 ders yılında ise Meriç’in, bilgi sosyolojisini, ideoloji ve ütopyayı, ihtilalleri, ihtilallerdeki büyük kadın profillerini anlattığı notlardan oluşmaktadır.
Kitabın ikinci bölümü ise konferanslardan mürekkeptir. Eğitim Enstitüsünde, MTTB’de, Kubbealtı’nda, Tıp Tarihi Enstitüsü’nde, Boğazici Üniversitesi’nde Marksizm, yabancılaşma, lügatlar, kültür, medeniyetler ve dünya görüşleri gibi konularda verdiği konferans notlarından müteşekkildir.
Abdullah YARGI