Tinin yaşamı, ancak kendini mutlak parçalanmışlıkta keşfettiğinde kendi hakikatine erişir. Tin, bir şeyin boş, geçersiz ya da sahte olduğunu söyleyip başka bir şeye geçen, bir pozitif olarak negatiften yüz çeviren bir güç değildir. Tin ancak negatifin yüzüne dimdik baktığında, yuvasını orada kurduğunda bir güç haline gelir.

THEDOR. W. ADORNO

Her çağın kendine özgü sorunsalı ve düşünce alanında sorunsallaştırılan konuları var. Örneğin Antik çağda bilge, evrenin yasaları ve bu yasaların düzenlenişiyle ilgilenmiş, öznenin anlağı da evrenle bağlantılı olan ve olmayanı ayırt etmekle sınırlanmıştı. Platon’un “oluş”un karşısına metafor olarak mimari ile, sağlam bir temel üzerine bir bilgi binası inşa etme iradesiyle çıkmasıyla, bilgi theoria’yı içeriyor, insan içerisinde yaşadığı doğayı kendisinin de içinde yer aldığı bir bütün olarak, pratik bir amaç gütmeden, kavramaya çabalıyor, siyaset olanı olumluyor ve kenti güçlendirmeye çabalıyor, kent üzerine düşünüyordu. Modern felsefe de ise, Platon’un salt akıl olarak kavradığı, Aristoteles’in ise olgularla referans içinde kavradığı, theoria tartışması, rasyonalizm versus empirizm karşıtlığı ile yeniden gündeme geliyor fakat moder felsefe bu seyirci tutumu tersyüz ediyor, evren öznenin tasarımına dönüşüyor, vita contemplativa’dan vita activa’ya geçiş diye tanımlanan modern bilim, ratioyu sayıya, ölçüye ve mekanik ilişkiye indirgeyerek, doğayı tüm metafizik algılardan kurtarıyor, özne kendini yücelterek doğa üzerinde efendilik istiyor, doğayı kendi dışında bir nesne konumuna getiriyordu ve böylece modern bilimlerin temelleri atılıyor, giderek politik olarak bireycilik ve demokrasi fikirleri beliriyor ve iktisadi olarak liberalizm savunmaları ortaya çıkıyordu.

Kopernik Devrimi ile başlayan bu süreçte kapalı evren anlayışının yıkmasıyla, Galileo Galilei kiliseye haddini bildirdi; arkasından Newton geldi (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri); bu bilimsel keşiflerin ontolojik temelini ise Descartes verdi (cogito, ergo sum). Descartes bilen özerk özne ya da tekil ben ile bilinen nesne arasında yaptığı düalist ayrımla, kesin bir temel üzerinden, dünyayı düşünen ve kuşku duyan öznenin tasarımına sundu. Böylece ratio tarafından inşa edilebilir soyut bir uzam yaratılmış oldu. Fransız ihtilali sırasında ise, kralların kutsal yönetme hakkının sorgulanmasıyla, bilimsel gelişme ile bağlantılı evrensel ilerleme ve Aydınlanma (insanın ergin olabilmesi için gerekli koşulların inşası) fikirleri doğdu; fakat bu bilimsel keşifler ve ilerleme ideali, insanlığı kurtuluşa (özgürlük-eşitlik-kardeşlik) değil, kapitalizmin tekelci kapitalizm aşamasına gelerek kendisini yeniden ürettiği ve eşitsizliğin, adaletsizliğin, iki büyük dünya savaşıyla milyonlarca kişinin yaşamını kaybettiği, Holokost gibi Avrupa’nın ortasında insanlık tarihi boyunca görülen en büyük katliamlardan birinin yaşandığı totaliter rejimlere götürdü.

Bu nedenle 20. asır felsefesi Avrupa kültürünün kültürel temeli ve kimliğinin kurucu unsuru olan Batı Metafiziğinin köklü bir eleştirisine yöneldi; çünkü, Batı felsefesinin temelinde yer alan özdeşlik mantığı ve bu mantığın sonucunda inşa edilen düşünsel, kavramsal yapı, şiddete neden olmakta, şiddeti olumlamakta ve meşrulaştırmaktaydı ve söz konusu şiddet dile kavramlarla yerleşerek, toplumsal yapılara ve bireyin gündelik yaşamındaki her türlü davranışına sızarak, bireyin, kendisine uygulanan şiddeti göremeyecek kadar pasifize olmasına ve uygulanan bu şiddetin ajanı haline gelmesine neden oluyordu.

Modern olanın arşimet noktası olan rasyonel cogito; empirizm üzerinden (Locke ve Hume) Kant’a, sonrasında romantizm ve Alman idealizmi üzerinden, Hegel ile refleksiyonun tarihe açılmasıyla, mutlak idealizme ulaşıyordu. Mutlak; aile, sivil toplum ve devletin senteziydi.

Hegel, feodalizme karşı yürütülen ilerici burjuva devriminin sonuçlarını felsefi olarak ifade eden evrensel ve bütünlüklü bir sistem kurmuştu. Hegel’in felsefesi, bu bağlamda, felsefenin doruğu ve Aydınlama düşüncesinin son formuydu. Adorno’ya göre ise Aydınlanma mitlerle giriştiği mücadelede sürekli yeni mitler üreterek mitolojiye, teknoloji ve kitle kültürü ile yığınları aldatan mutlak tahakküme dönüşmüş, akıl eleştirel bir öğe olmaktan çıkıp araçsallaşarak, egemen düzenin hizmetine girmişti. Hegel sistematik felsefe geleneğinin zirvesiydi ve liberal düşünce ile paralel biçimde, karşıtlıkları bir totalite anlayışı içerisinde eriterek tikele genel karşısında yaşam hakkı tanımamaktaydı. Bu nedenle Hegelci felsefe pozitif bir felsefeydi. Platon ile başlayan ve Hegel tarafından sistematik biçimde yeniden kurulan diyalektik anlayış pozitif ve mevcut olanı olumlayan ve onunla uzlaşan bir felsefeydi.¹

Hegelci ve Marksist diyalektikte diyalektik olmayan bir olumlama vardı ve bu diyalektik kapalıydı. Oysa diyalektik ucu açık bir süreçti. Hegel’in düşünce ve varlık arasında kurduğu özdeşlik doğru değidi. Hegel’in mutlak idealiziminden kaynaklanan özdeşlik anlayışı, verili olanı olumlamaya ve felsefenin kapanmasına sebep oluyordu ama diyalektik özünde yalnızca olumsuz bir anlama sahipti; bu sebeple çelişki özdeşlik değil, özdeş-olmama demekti. Eğer diyalektik çelişki ise, bu bağlamda özdeşliğe son vermek demekti; bu ise kavramı tüm fenomenleri kapsayan bir bütünlük ile değil, varlık ve düşünce arasındaki farkı ortaya koyan negatif düşünce ile sağlanabilirdi. Adorno geleneksel felsefe yapma biçiminin özne ile nesne arasında, şey ile düşünce arasında aslında hiçbir zaman mümkün olmayan bir özdeşlik kurma çabasının yanılsama olduğunu vurgulayarak, biçimsel mantığın statik özdeşlik anlayışıyla, Hegel’in dinamik diyalektik özdeşlik anlayışını (özdeşlik ve özdeşsizliğin özdeşliği), tikel ile genel olan arasındaki tahakküm ilişkisinden dolayı eleştirdi ve Hegelci soyut bütünlük anlayışından koparak, genel (bütün) olanı değil, somut olanı merkeze yerleştirdi ve bir çeşit nominalizme ulaştı. Hegel’in bütün anlayışı sorunluydu ve birey üzerinde tahakküme sebep oluyordu ve bu sebeple birey genele karşı korunmalıydı. Adorno’nun totalite eleştirisi ile amacı pozitif diyalektik tarafından dayatılan homojen bütünlük karşısında, felsefeye asıl görevini (içkin eleştiri) hatırlatırlatmak, toplum tarafından tahakküm altına alınmış olanı özgürleştirmek, negatif diyalektik ile olumsuz olanın farkını açığa çıkartmak ve bütünlüğün temsil etme meşruiyetini olumsuzlamaktı. Bunun nedeni Batı medeniyetinin, Auschwitz’i yaratan hakikatinden hareketle, tarihin bir telosu olduğu ve bu gerçekleştiğinde insanlığın özgürleşeceği fikrinin başarısızlıkla sonuçlanmasıydı. Böylece kurtuluş fikrinden uzak durarak, farklılıkları tahakküm altına alan geleneksel felsefeye ve bütünleştirici teorilere karşı cephe aldı.

Ben ve öteki, düşünce ve gerçek ilişkisinin, nihayi bir sentez ya da kavramsal bir birlik içinde eritilemeyeceği post-Hegelci bir konuma yerleşti. Adorno’nun geleneksel metafizikçilerin birçoğu ve Hegel’in mutlak idealizmini de içine alan düşünceleri eleştirmesinin sebebi, varlık ve kavramın özdeşliğinde ısrar ederek, oluşturdukları kavramsal düzen ile düşünceyi tekeline alan ve içine çeken çıktılarıyla özdeşleşmeyi redetmekti. Örneğin Heidegger tüm Batı felsefesine hakim olmuş özdeşlik mantığını yıkmak için yola çıkmış ama özdeşlik mantığına dayalı yeni bir ontolojiye düşmüş, Hegel ise özdeşlik mantığını yıkacak bir mantık, olumsuzlamanın olumsuzlaması, keşfetmesine rağmen, söz konusu mantığını mutlak bir özdeşlikle sonlandırmıştı.

Adorno özdeşlik ve temelcilik eleştirisiyle, postmodern düşünürleri öncelerken, diyalektiği benimsemesiyle de postmodern düşünürlerden ayrılmaktadır. Adorno’nun özdeşsizlik vurgusu radikal bir olumsuzluğa sıçrayışı değil, özdeş olmayanı özdeşliğin kendisiyle ve kendi içinde düşünme çabasıdır. Hegelcilik, konsensüse uzlaşmazlık üzerinde, sürekliliğe kopuş, bütünsel anlama da dağılmış anlam üzerinde ayrıcalık vermek demektir ve sonuç itibariyle ruhun gerçeklik (ya da ötekilik) ve özdeşliğin özdeşsizlik üstündeki önceliğinden kaynaklanan bir ayrıcalıktır bu.²

Postmodernizm ise büyük anlatıları yaratmaya çalışan tüm aşkın rasyonel ve teleolojik düşünceleri ve tarihin bir telosu olduğu fikrini olumsuzlayarak, entellektüellerin rolünün ve her türlü projenin (Aydınlanma, ilerleme, bilim, marksizm, rasyonellik, özgürlük, evrensellik vb.) karşısında yer aldı. Böylece nesnel gerçeklik yadsındı ve heterojenlik vurgulandı, şimdiki zaman olumlandı; fakat göreceliğin, çoklu dil oyunlarının ve şimdiki zamanın estetize edilmesi, egemen düşünceye dönüşerek, kapitalizmin muhafazakar kurumlarının resmi doktrini halini aldı.

Onur FENCİOĞLU


¹Negatif Diyalektik, THEDOR. W. ADORNO

²Oryantalizm Tartışma Metinleri, Fred Dallmayr, Özdeşsizlik Politikaları: Adorno, Postmodernizm ve Edward Said