‘Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın.’

Kutsal Kitap/Yaratılış 4:12

… as though literature, theater, deceit, infidelity, hypocrisy, infelicity, parasitism, and the simulation of real life were not part of real life!

Jacques Derrida

‘Literature is everywhere in Jacques Derrida’s writing. It is there from one end to the other of his work, even in essays or books that superficially do not seem to involve ‘literature’.’

J. Hillis Miller

Enfin, j’exagère. J’exagère toujours.

Jacques Derrida’nın düşünmesini tek bir cümleye sığdırmak zorunda kalsaydım eğer, baştaki cümleyi bu zorunluluğa en iyi cevap veren cümleler arasında görmek isterdim. Hatta bir adım daha ileri gider ve aynı cümlenin, belirli şart ve durumlarda tabii ki, bu zorunluluğa cevap veren cümleler arasında bu işi en iyi gören cümle olduğunu söylerdim. Yani Derrida’yla birlikte başlar, ‘evet, abartıyorum, ama ben her zaman‘ der önce biraz durur, sonra, Derrida’yı iyi tanıdığım ve bana katılacağını da bildiğim için, küçük bir ekleme yapar ve ‘severek ve zevkle abartırım zaten‘ diyerek devam ederdim. Aslında söz konusu cümlenin Almanca tercümesinin, ki Derridanın Fransızca yazdığını, Fransızca ve İngilizce konuştuğunu ve fakat genelde Almanca düşündüğünü hesaba katarsak, aynı işi daha da iyi göreceğini söylemek gerekir. ‘Nun gut, ich übertreibe. Ich übertreibe immer.

İngilizce ve Fransızcada ‘exaggerate/exagerer‘ olarak kullanılan fiil, Latince ‘exaggeratus‘ fiiline geri gider ve biz aynısını burda, bir şeyin içerden, içerde dolarak ya da çoğalarak, içerde toplanarak ve birikerek büyümesi, iyileşmesi, gelişme ve güçlenmesi olarak anlayabiliriz kısaca. Fakat bu şekil bir anlamada, görüldüğü gibi, Derrida düşünmesi için son derece önemli olan ‘sınır’ vurgusu açıkca yoktur. Oysa aynı fiilin Almanca tercümesi, bu demek ‘übertreiben‘, ‘exaggeratus’ fiilinde mevcut olan ‘kendi içinde(n)liği’, dolayısıyla ‘içerdenliği’, belirli şart ve durumlarda tabii ki yine, muhafaza etmekle birlikte ‘sınır’ vurgusunu da açıkca içinde barındırır.

Söz konusu Almanca fiil iki kelimeden oluşur; ‘über‘ ve ‘treiben‘. ‘Über’ kendisi olarak konum ve istikamet belirten bir edattır (Präposition) ve ismin iki haliyle, Dativ -üzerinde- (konum) ve Akkusativ -üzerinden- (istikamet) olarak kullanılır. Bahse konu olan ‘übertreiben’ fiilinde ise aynı edat Präfix olarak kullanılmıştır ve bu şekilde oluşan fiil, bu demek ‘übertreiben’, ismin Akkusativ halini ifade eder. İkinci kelime olan ‘treiben’ ise bu şekliyle de, yani Präfix olmadan da, fiil olarak kullanılır ve sahip olduğu birçok anlamdan bizim için burda önemli olanı, özellikle insanları ve hayvanları, ve fakat aslında her şeyi, önüne alıp veya katıp belirli bir istikamete doğru ilerlemeleri için aktiv bir şekilde harekete geçirmektir. Hayvan sürüsünü güden çoban ve rüzgarın veya suyun etkisiyle suyun yüzeyinde hareket eden, yani akan ya da yüzen nesneler ve bazen rüzgarın etkisiyle ya da onsuz akan suyun kendisi için dahi, kullanabiliriz bu fiili mesela.

Toparlarsak; burda, bu demek ‘übertreiben‘ fiilinde kendisini açıkça gösteren fenomen, bir şeyi, dolayısıyla şeyin, o şey ne olursa olsun artık, başka bir şey üzerinden ileriye, öteye doğru harekete geçirmek, dolayısıyla geçmesidir. Derrida için ise üzerinden harekete geçirilen, geçip gidilen bu şey, şeylerin kendi sınırlarından baska bir şey değildir haddizatında. Ve daha da önemli olan, harekete geçiren ve harekete geçen diye bir ikiliğin bu noktada Derrida için kabul dışı oluşudur. Derrida’nın deconstruction’u budur işte ve yine onun dediği gibi o, bu demek deconstruction, biz istesek de istemesek de ve bizim müdahelemiz olmadan da Hegelyen Geist misali her şeyin kendi içinde devinerek kendi sınırlarını, sürekli ve kökten ve özsel olarak, aşması, kendisinden öteye taşarak yeni ve başka bir kendi olma adına daha yeni ve daha başka bir kendi olana kadar kendisinden taşmasıdır.

Tabii ki bu, Derrida’nın kendisinin ve diğer birçoklarının çokca ifade ettikleri gibi, kesinlikle sınırları ortadan kaldırmak ya da genel olarak sınırsızlık adına yükseltilen bir ses değildir. Her ne kadar birçokları bunu hala daha anlamamakta ısrar etseler de. Mesele daha çok söz konusu sınırların zorunlu değil fakat mümkün, yani gayri doğal, dolayısıyla değişken olduklarını vurgulamak ve bu şekilde zihni ve dili önce duyarlı kılmak ve sonrasında bu duyarlılık üzerinden aynılarını özgürtleştirmeye çalışmaktır.

Derrida’nın bütün düşünmesini, en azından motivasyonel olarak, bu şekilde ortaya koyabiliriz; hayır, bana göre, koymalıyız da. Bu bağlamda Birleşik Amerikalı teolog John D. Caputo, her upuygun (adequate) uygulanan Derrida okumasının sonucunu ortaya koyması açısından, ‘On Religion’ adlı kitabının ithaf cümlesinde önemli bir duyguyu dile getirir: ‘To Jacques Derrida, who loosened my tongue.‘ Bu şekil bir özgürleşmenin sonucu aylak aylak dolaşan bir düşünme değildir sadece fakat, aynı zamanda aynısı her tür varma, yani gelmiş olma ve vuslat iddiası ve umudunu kendine haram kılmış bir düşünmedir de. Benim için Edebiyat, en geniş anlam ve Derrida’yı anlamak istediğim kadar ve şekliyle, budur işte.

Tavansızlık ve tabansızlık ustası Derrida’nın sadece kendisi Yahudi kökene sahip bir düşünür değildir, düşünmesinin kendisinin de kendisi gibi Yahudi kökler ya da Yahudiliğin izlerini taşıdığını söyleyebiliriz aynı zamanda. Fakat bu düşünmeden, her ne kadar Derrida kendisini hiç bir zaman ve şekilde açıkca Yahudilikten kopuk tanımlamadıysa da, aynısına, bu demek Yahudiliğe, birilerinin iddia ettiği gibi üstelik, bir yakınlık ve hatta bir aidiyet üretmek, şaşkınlık olur en uygun ifadesiyle. Derrida için daha uzak bir başka şey olamaz muhtemelen. Aynısı, bu demek söz konusu düşünme, daha çok, çok eskilerden beri süregelen ve fakat bu sefer son derece kökten ve irite edici bir şekilde sorulan; ‘Yunan mıyız? Yahudi miyiz? Kim ama biz‘ sorusuna verilen bir cevaptır haddizatında. Ve her ne kadar prima facie belirli bir çelişkiyi içinde barındırıyor olsa da bu soru, ki kişi henüz daha aradığı şeye nasıl isim verebilir ki, benim için derinliği ve aynı şekilde genişliği ile birlikte muhtemelen Derrida’nın düşünmesini, doğru ve yerinde bir çıkış noktası sunması açısından, yakalamak imkanı veren en uygun noktadır. Ki bu nokta, yukarda da kısmen dile getirildiği gibi, gelmiş olmak ile yolda olmak, yurt/vatan ile ebedi diaspora ve son tahlilde hakikat ile merhamet arasındaki kavganın çercevesini kazandığı noktadır da aynı zamanda.

Yunan gelmiştir, o ve düşünmesi düzenli bir vatana sahiptirler artık ve onun, bu demek Yunanın, birincil görevi aynısını keşfetmekten, aydınlatmaktan ve en ince noktasına kadar görünür kılmaktan ibarettir. Yahudi için ise Yunan bu noktada büyük bir ilüzyona kurban gitmektedir. Bunun için de o, Yahudi yani, hiç bir zaman gelmeyecek, gelemeyecek, gelmiş olmayacak, olamayacaktır; gelmek istemeyecektir çünkü, ki onun gelebileceği bir yurdu da yoktur artık, ki haddizatında böyle bir talebi de. O kendisini yurdundan sünnet etmiştir, bu demek o vatansızlığın ta kendisidir. Bu değil sadece fakat. Onun, bu demek Yahudinin, bir anadili de yoktur; bu demek o, yani Yahudi, dilsizliğin de ta kendisidir aynı zamanda. Bu şekilde İbrahim’den bu tarafa, zaman ve mekanın ötesinde ve berisinde ve her tür tavan ve tabandan ari zur Winter-Wanderschaft verflucht çölde aylak aylak dolaşmaktadır.

Yahudi; evsahibisinin evinden ve dilinden beslenen bir ebedi parazit, bir hırsız. Aynen Derrida’nın düşünmesi de öyle. O da bir yabancı, o da gariblerden, yabancı metinlere yuvalanan, dillerini çalan bir hırsız, bir parazit o da; özlerine, en içlerine ait olduğu sanılanda onları hayalsizleştiren -‘seid gesegnet, goldne Kindertraume‘-, hayallerini kıran, yabancılaştıran, kendilerinden çalan, şiddete karşı bir şiddet, tecavüzün ırzına gecen, tecavüzü kirleten bir duhul, tam orda, yolların, şiddetle, kesilip son noktaya gelindiğine inanıldığı tam orda, giren, çıkan, onları, aynılarını, yolları yani, açan, yaran, şiddet okuyan, şiddeti yokokuyan bir düşünme. Kısaca Edebiyat diyebiliriz biz buna.

Kimilerine göre Martin Heidegger, muhtemelen Ludwig Wittgenstein’la birlikte, 20.yy’ın en önde gelen iki filozofundan biridir. Bir başkalarına göre ise aynı Heidegger, muhtemelen Friedrich Hegel’le birlikte, felsefe tarihinde kendisine fılozof ismini layık görmüş en büyük şarlatanlardan biri. Heidegger’in oldukça yakınlarında duran Mağripli filozof Derrida’yı da bu diskura, önde duranlarda olmasa da o kadar, şarlatanlara fakat kesinlikle, dahil edebiliriz rahatlıkla ve sıkılmadan.

Derrida; Batı düşünmesi için önemli, çok önemli bir tehlike, dolayısıyla bütün yapıp etmelerinde aklı selime ve ciddi bir entellektül kültüre aykırı duran ne varsa hepsine ve aynılarına fazlasıyla beden veren bir şarlatan. Aklın, Kant’ın, öte tarafı yani, belki de tamamen öte(ki)si. Bunu biraz irdeleyelim. Nedir bu tehlike?

Derrida eleştirmenlerinin en çirkinlerinden ve aynı zamanda aynısına karşı genel seferberlik ilan edenlerin en önde gelenlerinden biri olan John Searle’de Derrida tehlikesi batı tarzı rasyonaliteye karşı girişilen topyekün bir savaş olarak yüz gösteriyor. Tabii ki; söz konusu eleştirideki duygusallığı ve sertliği bir kenara bırakırsak, Searle’ün söylediği o kadar da yanlış sayılmaz. Nitekim Derrida her ne kadar ısrarla deconstruction’un irrasyonel olmadığını vurgulasa da, aynısının içinde yaşadığımız ve değişmekte olan rasyonel düzen bağlamında son derece belirgin bir semptom olduğunu söylemekten de geri durmuyor. Bu bağlamda Searle için Derrida’nın hedefi, Descartes’dan Husserl’a ve temelde Platon’a kadar geri giden bir felsefi gelenektir aslında ve söz konusu geleneğin en belirgin özelliği temellendirme arayışıdır; bilgiye, dil ve anlama, matematiğe ve ahlaka metafiziki anlamda kesin ve sarsılmaz bir temel arama çabası yani.

Derrida’nın projet hyperbolique, bu demek muhteşem proje olarak isimlendirdiği, yani söz konusu temel arama çabasında toplanan bu gelenek, gerçekten de Derrida’nın başlıca, hatta tek hedefidir, ki aynısının, bu demek söz konusu geleneğin gayesi Derrida’ya göre yara almaz, sarsılmaz ve saldırıya maruz kal(a)maz bir nokta bulup aynısından bakarak yekunu, aynısından kaçarak, yani kendisini aynısının dışında tutarak, göz önüne alabilmek, düşünebilmek, dolayısıyla zihne sokabilmektir.

Platon’da henüz iyinin ideası olarak ötelerde konuşlanıp, Aristoteles’le birlikte entelechia, dolayısıyla ruh olarak şeylerin içine girdikten sonra, Descartes’la birlikte cogito olarak dile gelir bu nokta. Ve burası öznenin doğduğu nokta değildir sadece, aynı zamanda, Max Stirner’nın ifadesiyle, dışımızdaki öteden içimizdeki öteye kaydırılan yeni bir metafiziğin de doğumudur. Ve evet, Derridanın hedefi tam da bu metafiziktir, bildiğimiz anlamda felsefedir yani ve dolayısıyla eğer batı buysa, ki batı derken geleneksel İslamı da aynısının, yani batının, bir parçası olarak görmek gerekir, batıdır Derridanın altını oymak istediği gerçekten. 

Fakat Derrida için felsefe birincil olarak sağlam, sarsılmaz ve tam bir noktaya, aslında zemine, ‘hakikat’, ‘merkez’ ve benzeri tuhaf şeylere yani, ulaşma çabası -ki biz bu çabayı bir dürtü olarak da ifade edebiliriz aslında- değildir sadece. Felsefe bununla birlikte ulaşılan söz konusu zeminde kalma, kalabilme uğraşını ve tabii ki söz konusu zemini kaybetme korkusunu da içinde taşır aynı zamanda. Bu üçlüyü birlikte, tek ve bir kerede kaşılamak felsefedir diyebilir, haddizatında üstesinden gelinmesi gereken bu sorunlar yumağıyla başa çıkmayı bir bütün olarak felsefenin, bir adım ötede de düşünmenin neliğini veren en önemli nokta olarak belirleyebiliriz. Burda bir iştiyak, Heideggervari bir yakın olma, bir yakın durma tutkusundan, bir hayal, bir rüya, bir özlemden, bir kendine-yakın, bir kendinde-, dolayısıyla kendinle-bir-olma arzusundan da söz edebliriz. Bu demek bu nokta bir toparlanmışlığı, bir kendine gelmişliği, kendiyle bir arada ve birlikte olmuşluğu ifade eder.

Bunun, bu demek felsefenin karşısına Derrida edebiyatla çıkar ve edebiyatı tam da bu dürtüden, iştiyak ve arzudan, bir ve bir arada toplanmış, yani kendinden olmaktan kurtulma çabası olarak belirler. Felsefe, ayının dönüp dolaşıp gün batımında her seferinde yeniden geriye, oraya döneceği kürkçü dükkanını koyarken önümüze, edebiyat aynı dükkanı yıkar, yakar, yok eder. Belki ikinci bir Heidegger benzeştirmesi biraz daha açabilir meseleyi. Nasıl ki Heidegger fundamental ontoloji bağlamında tek tek şeylerden, bu demek olanlardan sıyrılıp bir kat daha derine inerek olmaya yöneliyor ve düşünmesini aynısına rapt edip o noktada demir atıyorsa -ki Derrida’ya göre Nietzsche eleştirisiyle birlikte metafizikten kurtulmaya çalışan Heidegger’i tam aksine metafiziğin merkezine taşıyıp oraya yerleştiren de bu düşüncesidir zaten- Derrida da tek tek şeyleri çözümleyip hepsini tek tek eritmektense hepsini bir arada tutan özneyi çözümleyip eritiyor. Söz konusu öznenin erimesidir felsefeyi son tahlilde edebiyata (ç)eviren. Ki söz konusu nokta eridimi, aynı eriyiş bir dalga gibi adım adım yayılır ve önüne çıkan her şeyi ve hepsiyle birlikte bildiğimiz anlamda felsefeyi de çözer yok eder.

Bu konuya bir başlangıç olarak düşünülebilecek Postmodern Edebiyat yazımıza buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU