1
Die gestundete Zeit
Es kommen härtere Tage.
Die auf Widerruf gestundete Zeit
wird sichtbar am Horizont.
Bald mußt du den Schuh schnüren
und die Hunde zurückjagen in die Marschhöfe.
Denn die Eingeweide der Fische
sind kalt geworden im Wind.
Ärmlich brennt das Licht der Lupinen.
Dein Blick spurt im Nebel:
die auf Widerruf gestundete Zeit
wird sichtbar am Horizont.
Drüben versinkt dir die Geliebte im Sand,
er steigt um ihr wehendes Haar,
er fällt ihr ins Wort,
er befiehlt ihr zu schweigen,
er findet sie sterblich
und willig dem Abschied
nach jeder Umarmung.
Sieh dich nicht um.
Schnür deinen Schuh.
Jag die Hunde zurück.
Wirf die Fische ins Meer.
Lösch die Lupinen!
Es kommen härtere Tage.
Kızağa Çekilmiş Zaman
Daha da zor günler yolda.
Kızağa çekilmiş zaman
görünmeye başladı ufukta.
Yakındır, ayakkabını bağlamak zorunda kalacaksın
ve geri kovalayacaksın köpekleri bataklığa.
Balıkların
soğudu içi rüzgarda,
acı baklaların ışığı karardı.
Sis içinde kayboldu bakışların
ve kızağa çekilmiş zaman
görünmeye başladı ufukta.
Batıyor kuma sevdiğin, kayboluyor, bak,
tırmanıyor dalgalanan saçlarından yukarı,
düşüyor sözüne sonra,
susmasını emrediyor,
ölümlü buluyor onu ayrıca
ve vedaya hazır,
her sarılma sonrasında.
Bakınma etrafına.
Ayakkabını bağla.
Köpekleri geri kovala.
Balıkları at denize
ve acı baklaları söndür!
Daha da zor günler yolda.
Ingeborg Bachmann (Metindeki bütün çeviriler benim, Mustafa Küçükhüseyin)
‘Gott offenbart sich nicht in der Welt’ (6. 432) ist einer der bittersten Saetze des Tractatus.
‘Tanrı kendisini dünyada açık etmez’ cümlesi Tractatus’un en acı cümlelerinden biridir.
Ingeborg Bachmann
Dostoyevski radikal bir Hristiyandı, radikal bir İslam düşmanıydı da aynı zamanda. Sadece İslam’a değil, Rus tipi Ortodoksluk dışında, Katoliklik ve Yahudilik de dahil, her tür dini inanca karşıydı. Horst-Jürgen Gerigk’in söylediği gibi Dostojewskij war […] kein Lessing. Religiöse Toleranz war ihm fremd, dolayısıyla Dostoyevski bir Lessing değildi, dini hoşgörü çok uzaktı ona. İvan Karamazof Allah’ın varlığına yönelik şüphelerini Türklerin Bulgar çocuklarına yaptıkları (sözde) vahşete dayandırır kısmen. Henüz doğmamış çocukları hançerleriyle keserek analarının rahminden çıkartır, annelerinin gözleri önünde havaya fırlattıktan sonra kılıçlarıyla yakalar ve bu esnada zevkten dört köşe olurlardı. Haddizatında bunu o çocukların annelerinin gözleri önünde yapmak, yani o annelere katlanılmaz bu acıları yaşatmaktı onları zevkten dört köşe eden. Ama son derece iyi bir psikologtu da Dostoyevski. İnsan ruhunun en derinlerine inmekte son derece mahir. Karamazov Kardeşler’in en bilinen sahnelerinden biriyle başlayalım, bir şekilde bir yerden başlamak gerekiyor ya. Engizisyon papazı İsa’yı şehrin göbeğinde insanları etrafına toplamış bir halde görünce hemen koşar, tutar onu kolundan zindana atar:
›Bist Du es? Du?‹ […] ›Antworte nicht, schweige. Was könntest Du auch sagen? Ich weiß sehr wohl, was Du sagen wirst. Doch Du hast nicht einmal das Recht, irgend etwas dem hinzuzufügen, was Du damals gesagt hast. Warum bist Du gekommen, uns zu stören? Denn Du bist gekommen, uns zu stören, und Du weißt das Selber. Aber weißt Du, was morgen geschehen wird? Ich weiß nicht, wer Du bist, und will es nicht wissen, ob Du das nun Selber bist oder nur einer, der Seine Gestalt angenommen hat, doch morgen werde ich Dich verurteilen und auf dem Scheiterhaufen als schlimmsten aller Ketzer verbrennen lassen, und dasselbe Volk, das Dir heute die Füße küßte, wird sich auf einen kleinen Wink von mir zum Scheiterhaufen stürzen, um für Dich dort die Kohlen zu schüren, weißt Du das? […] Alles ist doch von Dir dem Papst übergeben worden, und folglich liegt jetzt alles in Händen des Papstes, tu Du uns wenigstens den Gefallen, jetzt überhaupt nicht wiederzukommen, störe uns wenigstens nicht vor der Zeit.
›Sen misin? Sen mi?‹ […] ›Dur cevap verme, sus. Zaten ne söyleyebilirsin ki? Ben çok iyi biliyorum ne söyleyeceğini. Ama senin hakkın dahi yok vakti zamanında söylediklerine yeni bir şeyler eklemeye. Neden geldin ki, bizi rahatsız etmek için mi? Evet, bizi rahatsız etmek için geldin ve bunu sen de çok iyi biliyorsun. Ama yarın ne olacak biliyor musun? Kim olduğunu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, sen misin gerçekten yoksa onun suretine girmiş başka biri mi, ama yarın seni yargılayacağım ve ateşe atıp yakacağım. Bütün zamanların en büyük zındığı olarak yakacağım seni hem de ve bugün senin ayaklarına kapanan o halk var ya, işte o halk yarın benim küçük bir işaretimle senin başına üşüşüp ateşini tutuşturacak; biliyor musun bunu? […] Hem sen her şeyi Papa’ya devredip gitmedin mi? Her şey artık onun elinde değil mi? Ne diye çıkıp çıkıp geliyorsun ki? Lütfen, rica ederim, gelme, en azından kıyamet kopmadan gelme bir daha, rahatsız etme bizi.
Fazla uzatmak istemiyorum, ama bu sahneyi Tanrının ölümü için bir mecaz olarak kullanabiliriz.
Augustinusa göre kimin ebedi kurtuluşa ulaşacağı, kimin ise helak olacağı tamamen Allah’ın elinde olan bir şeydir, bu demek, ki bunu Müslümanlar da söyler ara sıra, kimse yapıp etmeleriyle cenneti kazanamaz. Gnade kelimesini kullanır o Almanca, merhamet, lütuf ya da ihsan. Yani Allah birilerini merhameti gereği cennete koyar ancak, adaleti gereği değil, dolayısıyla o birileri çok muttaki oldukları için ya da yapıp etmelerinin bir karşılığı olarak cennete girmezler. Bu edim, bu cennete koyma işi yani, herhangi bir kurala bağlı olamaz. Buna voluntarizm diyoruz. Nitekim, Augustinus öyle düşünür, şayet kişinin kurtuluşu Allah’ın da zorunlu olarak uyması gereken bazı kurallara bağlı olacaksa, buna da logosmerkezcilik diyoruz, bu Allah’ın özgürlüğünü kısıtlar, onu ikincil bir duruma düşürür, ki o durumda o istese de o kişiyi ateşe atamaz artık. Bu demek son kararı Allah değil söz konusu kurallar verir. Ben yapmam gerekeni yapar, kurallara uyar ve cennete girerim; ve orayı hak etmem durumunda, haşa, Allah bile beni bu hakkımdan mahrum bırakamaz. Voluntarizme göre, logosmerkezciliğin aksine, tin (kosmos/adalet) değil iradedir (kaos/merhamet) dünyanın temelini teşkil eden. Bu durum haliyle bilgiye ulaşma umutlarına oldukça büyük bir darbe vurur. Bunun ama şüphecilikle, dolayısıyla öznenin bilme tesisatıyla, alakası yok. Daha çok dünyanın, dolayısıyla nesnenin, bilinebilme, daha doğrusu bilinememe kapasitesiyle ilgilidir bu. En temelde, ya da en içinde tinsel bir yapı göstermeyen bir dünyaya tinle, tin üzerinden ulaşmak da mümkün olmaz tabii ki.
Voluntarizmin en radikal temsilcisi olarak Wilhelm von Ockham çıkar öne. O aynısına, söz konusu düşünceye, hem ontolojik, hem epistemolojik hem de ahlaki açıdan şeklini verir. Ontolojik olarak mutlak bir olumsallıktan (contingency) bahseder, dolayısıyla Allah bu dünyayı ne yaratmak zorundaydı, ki sadece istediği için yarattı aynısını, ne de bu şekilde yaratmak zorundaydı, ki böyle istediği için böyle yarattı onu. Ve istemesi durumunda Allah bu oyuna her an son da verebilir. Normal şartlarda şeylerle ilgili olarak direk, ya da birebir bir idrake sahibiz, dolayısıyla önümüzde bir şey durur, o şey bir şekilde bizi uyarır ve biz de onu idrak ederiz. Ama Allah isterse önümüzde bir şey durmadan da önümüzde bir şey duruyormuş hissi uyandırabilir bizde, mış gibi yapar yani. Mesela mucizeler. Allah mucizelerle birlikte bir nevi gündelik idrak düzenini alt üst eder, aktuel etkinliğinin aslında, kuralların değil de yani, dolayısıyla kendi dünyasında hala daha aralıksız olarak bizzat kendisinin hüküm sürdüğünün altını çizer. Ben istersem yağmur ıslatmaz ateş de yakmaz der. Bu durum tabii ki içinde yaşadığımız dünyayı oldukça tekinsiz bir mekan haline getirir. Tanrının emirleri bir anlama sahip oldukları için değil, sadece Allah öyle istedi diye geçerlidir. (‘Gut ist, was Gott befiehlt’, ‘Allah ne emrederse iyi odur’, Ludwig Wittgenstein) O insanlardan kendisini sevmelerini değil kendisinden nefret etmelerini de isteyebilirdi ve bunu yapsaydı Allah’tan nefret etmek doğru olurdu onu sevmek değil. Peki neden bütün bunlar? Allah istediğini yapmakta özgür ve istediğini yapabilecek güce sahip olduğu için. Mantık bile, ki aynısı Platon’dan Aristoteles’e ve oradan da taa Boethius’a kadar matrix denilen şeyin bizzat kendisi, dolayısıyla bu şekilde yere sağlam basmamızı sağlayan unsur idi, son tahlilde bu keşmekeş içerisinde bu gücünü kaybeder. İlahi irade her şeyi revize edebilir.
Volüntarizm doğurduğu bu sonuçlardan kurtulmanın yolu ilk olarak belki de aynısını kabul etmekten geçer, dolayısıyla tamam demekten, Tanrı istediğini yapmakta özgürdür, yapar da ve yapmak istediği her şeye gücü yeter de, ama buna rağmen belirli bir noktada kendisini kendi yaptığı veya çıkardığı yasalarla kendi öyle istediği için kayıtlayamaz mı? Neden olmasın? Nitekim bu şekilde hem voluntarizm hem de söz konusu, bir nevi, nomokrasi ayakta tutulmuş olur. Bu tarz bir argümana Rene Descartes’ta rastlıyoruz. Onun için büyük bir meydan okumaydı voluntarizm aslında. Ama buna rağmen birçok noktada voluntarizmle örtüşen düşüncelere sahipti o yine de. Ebedi hakikatler dediği şeylerin mesela sadece Tanrı öyle istediği için geçerli olduklarına inanıyordu. Tanrı istemesi durumunda başkalarını da yaratabilirdi. 1+2 Tanrı öyle isteseydi 3 etmeyebilirdi. Ve Tanrı her an bu hakikatleri değiştirebilir de. Öyle de, acaba voluntaristik düşünmek, dolayısıyla Tanrının iradesinin kayıtsız olduğunu, yani hiçbir şeyi sürekli kılmadığını ileri sürmek, ne kadar anlamlı olabilir? Dolayısıyla Descartes Tanrının bir kere çıkardığı yasaları sonsuza, en azından kıyamete kadar geçerli olarak kabul etmenin daha anlamlı olacağını, bu demek insanın bu düşünceden yola çıkmaya hakkı olduğunu ileri sürer. O halde onun bu ileri sürüş için ileri süreceği argümanın şunu göstermesi gerekir: Tanrının iradesi prensipte değişebilir olsa da, zaman sürdüğü sürece defacto değişmeyecektir. Neden? Çünkü Tanrı mükemmeldir, bu demek yaptığı işin de mükemmel olması gerekir, bu da demek aynısı, Tanrının işi yani, post festum herhangi bir müdahaleye ihtiyaç duymaz. Ve bu durumda bir kere çıkarılmış yasalar sonsuza kadar geçerli kalır, ki daha iyisi zaten mümkün değil. İlk duyuşta kulağa hoş gelebilir bu argüman, fakat Descartes’ın zemin olarak kabul ettiği mükemmellik akli bir kategoridir son tahlilde. Dolayısıyla mükemmellik akıl için bir çıkış noktası ve hedeftir, oysa irade sıçramaları tercih eder, yani yapıp etmeleriyle ve aynılarında hedef gözetmez, hedef, öyle denilebilecekse o da, aynılarının bizzat kendileridir. Allah için sebep de yoktur, sebep kendisidir. Bu şekilde kimseye belli etmeden, Descartes’tan söz ediyorum, en azından öyle sanarak, el çabukluğuyla, adeta bir yankesici edasıyla, görüldüğü gibi, iradeden mükemmelliğe geçmek zeki bir hamle olsa da, ama o kadar sadece, istenilen sonuca ulaştırmaz son noktada. Logosmerkezcilik ve voluntarizm bu bağlamda barıştırılamaz bir şekilde karşı karşıya kalırlar.
Logosmerkezci düşünce için voluntarizm aynısını içten içe kemiren bir virüs gibidir. Nitekim aynısı bilindiği gibi dünyanın en içinde tinsel bir yapıya sahip olduğunu kabul eder. Antik Yunan Heraklit’in logos öğretisinden itibaren bu tarz bir düşünme şeklini favorize etti. Orta Çağ düşüncesi de dünyanın bu tinsel oluşundan vazgeçmedi. Bu tuhaf tipler için tin (Geist/Nous) dünyanın içine sızmıştır, dolayısıyla bu sızıntı, bizim de içimize sızmış olması hasebiyle, bize aynısıyla örtüşme, denk düşme, aynısına ulaşma, bu demek kelimenin tam anlamıyla aynısını idrak etme (noesis), imkanı verir. Bu da bizi huzura kavuşturur. Evimizde hissederiz kendimizi, korkularımızdan arınırız. Voluntarizm ise nous’u kabul etmeyerek tam olarak bu huzura diker gözünü işte, bu şekilde de bizi diri tutar aslında, teyakkuz haline taşır. Aslında, Müslümanlar olarak, teslimiyetimizi arttırır. Çünkü her an her şey olabilir, Allah her an fikir değiştirebilir, dolayısıyla onun yanından uzaklaşmamak, onunla sürekli iletişimde kalmak, onun elini bırakmamak gerekir. Eğer içtiğim su, bilinen bir argüman ama tekrarlamakta fayda var, beni zehirlemiyorsa bunun onun sahip olduğu kimyevi özelliklerle bir alakası yoktur, bu Allah’ın, her seferinde ve yeniden ve tekrar tekrar, bir lütfudur bana. Ve bu her şey için söz konusudur. Aldığım nefes, yediğim ekmek, yürüdüğüm sokak, yattığım yatak ve içindeki ve ve ve … Dolayısıyla da ona göre bir teşekkür gerektirir. Voluntaristik dünya, dolayısıyla aynısına zemin teşkil eden irade, can isteğine bağlıdır, Almanca launisch, İngilizce moody diyebiliriz. Allah canı ne isterse, kafasına ne eserse, teşbihte hata olmaz, onu yapar. Onun, biraz önce de dediğim gibi, bir sebebe ihtiyacı yoktur, ki tek sebep, yine biraz önce dediğim gibi, kendisidir aslında.
2
[Martin Heidegger] was (with the possible exception of Wittgenstein) the greatest philosopher of the 20th century. He was (with the possible exception of Hegel) the greatest charlatan ever to claim the title of ‘philosopher’, a master of hollow verbiage masquerading as profundity.
[Martin Heidegger] (muhtemelen Ludwig Wittgenstein’la birlikte) 20. yüzyılın en büyük filozofuydu. Oydu (muhtemelen Friedrich Hegel’le birlikte) bütün zamanların kendisine ‘filozof’ sıfatını layık görmüş en büyük şarlatanı, boş gevezeliği derinlik olarak pazarlamanın ustası.
Michael Inwood
Inwood devam ediyor:
Each of these claims has been advanced, with greater or lesser plausibility, on Heidegger’s behalf. Who was the man who provokes these contrasting reactions?
Bu iddiaların her ikisi de, az veya daha çok tutarlı olarak, ileri sürüldü Heidegger için. De kimdi bu kadar zıt iki tepkiyi provoke eden bu adam?
Heidegger biraz da zevk meselesi sanırım, biraz da karakter. Heidegger’yı herkesin zihni kaldırmaz. İnsanı çok yorar, gereksiz yere bazen, çok gereksiz yere. Aslında, Hegel’i iyi tanıyanlar bilir ve anlar ki, bayaa, ama bayaa aşırmış Hegel’den, oldukça. Günlerden bir gün, John Rawls’un The Theory of Justice dersiydi sanırım, mesele dönüp dolaşıp Hegel’e geldi, sonra da Heidegger’ya. Anlamıyorum dedi öğretmen, genç ama bir o kadar güzel olmayan bir kadın, sen kalk Kore’den ya da Çin ve Japonya’dan gel, o kadar filozof dururken bildiğin üç beş kelime Almancayla birlikte ille de Hegel ya da Heidegger üzerinde çalışmak iste, diret haddizatında. Bu işte başka bir iş olmalı. Evet var, bence de. En azından aynı şeyi yapan Türkler açısından. Neden bilmiyorum ama özellikle İslamcılar Heidegger’yı çok seviyorlar. Kısa bir süre önce okumak için tekrar elime aldığım bir metin bu konuda biraz ufuk açıcı oldu benim için. Heidegger’nın öğrencilerini sıralamaya kalksanız, kendisinden birebir veya dolaylı etkilenmiş olmaları hasebiyle, 20. yüzyılın neredeyse en önde gelen düşünürlerini peşpeşe dizmeniz gerekir: Hans-Goerg Gadamer, Karl Löwith, Hannah Arendt, Herber Marcuse, Emmanuel Levinas, Günter Anders, Hans Jonas, Maurice Merleau-Ponty, Jean-Paul Sartre, Giorgio Agamben, Michel Foucault ve Jacques Derrida bunların en meşhurları belki. Ama bu kadar önemli ve tanınmış olmasa da başka öğrencileri de var Heidegger’nın. Mesela Wilhelm Kamlah. Ernst Tugendhat gibi o da analitik ağırlıklı çalışan bir filozof. Kamlah’nın öğetmenine, Heidegger’ya yani, 1954 yılında yazdığı bir mektup var, ondan bir bölüm aktarmak istiyorum:
Zunächst ein Wort über die Publizität der Philosophie. Im vergangenen Winter erlebte ich mit Staunen eine Massenveranstaltung, in der Ortega y Gasset sprach, und hörte dann, daß anderswo Polizei aufgeboten werden mußte, um den Zustrom der Tausende zu seinen Vorträgen zu lenken. In diesem Falle werden Sie mit mir die beunruhigende Zweideutigkeit eines solchen Erfolges bemerken. Werden Sie es auch in Ihrem eigenen Falle? Wie die bewußt gepflegte Leichtigkeit und die bewußt gepflegte Schwere die gleiche Wirkung haben können, will ich jetzt nicht untersuchen. Sicherlich zeigt der Massenzustrom in beiden Fällen die Breite eines ungestillten Bedürfens an, das von der gediegenen Langeweile der Schulphilosophie längst nicht gestillt oder auch nur erreicht wird. Geben nun aber elegante Kurzweil einerseits oder eine quasimythologische Sprache andererseits, indem sie in die Breite wirken können, zugleich dem Gehalt nach noch das, was hier wahrhaft gegeben wer-den und wirken sollte? Ich weiß, wie sehr Sie selbst die Vielen immer verachtet haben, die sich nur Schauder über den Rücken laufen lassen wollen, oder die Reporter des Allerneuesten und Unerhörten, die mit ihrem geschäftigen Gerede immer ganz vorn und ganz oben sind, an der Spitze der Zeit und jedenfalls auf dem Gipfel der Selbstgefälligkeit. Aber warum lassen Sie sich dann von solchen Leuten, von kritiklosen Anbetern und Managern umgeben und bestätigen, um denen, die noch etwas Wesentliches von Ihnen erwarten, sich mehr und mehr zu entfremden? Um mehr und mehr jene gute Gediegenheit des Denkens preiszugeben, die Ihnen am Anfang Ihres Weges unabdingbar war und zu der gerade Sie die erste Generation Ihrer Schüler mit Strenge erzogen haben?
Önce felsefenin kamusallığı hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Geçtiğimiz kış Ortega y Gasset’in konuşmacı olarak katıldığı kitlesel bir organizasyona şahit oldum, hayretler içinde kaldım. Polis söz konusu organizasyona katılmak için akın eden kalabalığı sevk ve idare etmek zorunda kalmıştı. Bu durumda sanırım siz de bu tarz bir başarıda kendisini dışa vuran rahatsız edici ikilemin farkındasınız. Acaba işin ucu size dokununca da farkında olabilecek misiniz aynısının? Bile isteye sergilenen hafiflikle bile isteye sergilenen ağırlığın aynı etkiyi nasıl güncelledikleri üzerinde düşünmek istemiyorum şu anda. Muhakkak ki her iki durumda da söz konusu kitlesel akıntı alışılmış okul felsefesinin karşılamaktan, haddizatında aynısına ulaşmaktan dahi aciz kaldığı bir açlığa işaret ediyor. Da ama şık bir kısalık bir tarafta, mış-mitoljik-mış bir dil diğer tarafta, son derece geniş bir alana yayılabilme kabiliyetleri dolayısıyla, burada içerik olarak hakikaten verilmesi ve etkin olması gerekeni verebiliyorlar mı? Ben çok iyi biliyorum o sadece tüylerinin diken diken olmasını isteyen kalabalıktan, ya da durmak bitmek bilmez gevezelikleriyle her zaman en önde, en üste, zamanın tepesinde, ama her şeyden önce de kendilerini bir şey sanmanın doruklarında gezinen o en yeninin ve en duyulmamış olanın habercilerinden nasıl nefret ettiğinizi. De o zaman niçin bu tiplerin, eleştiriden uzak tapıcı (kullar) ve menajer kılıklı bu kişilerin etrafınızı sarmalarına ve sizi onaylamalarına müsaade ediyorsunuz, hem de sizden meselenin özüne dair bir şeyler bekleyenlerden uzaklaşma pahasına yapıyorsunuz bunu. Ve bu şekilde git gide yolunuzun başında sizin için vazgeçilmez olan ve ilk nesil öğrencilerinize kafalarına vura vura öğrettiğiniz düşünmenin o kendine has yalnızlığından vazgeçiyorsunuz.
Sizin de aklınıza İhsan Fazlıoğlu geldi mi? Benim geldi, özellikle Kamlah’nın ‘kendini bir şey sanmanın doruklarında gezinen menajer kılıklı tipler’’dediği noktada aha dedim bizim Ofludan bahsediyor.
3
Yer yarılıp da içindekileri dışarıya atınca insan şaşırıp kalır. Ve toprak Rabinin söyletmesiyle söylemesi gereken her şeyi söyler o zaman. Herkes [kendi elleriyle, Qur’an, 78] yapıp ettiklerini görmek için tek tek huzura çıkartılır. [O gün kimseye haksızlık edilmez, Qur’an, 36, kimseye malı mülkü evladı fayda vermez, Qur’an, 26, sadece yaptığının bedeli ödenir herkese, Qur’an, 39, dolayısıyla] zerre miktarı kötülük yapan da zerre miktarı iyilik yapan da yaptığının karşılığını alır.
Qur’an, 99
Am jüngsten Tag tritt, so haben wir es als christlich Aufgewachsene gelernt, jeder von uns einzeln und unvertretbar, ohne den Schutz weltlicher Würden und Güter, vor das Angesicht eines richtenden Gottes, auf dessen Gnade wir gerade deshalb angewiesen sind, weil wir an der Gerechtigkeit seines Urteils nicht zweifeln. In Ansehung der Unverwechselbarkeit einer jeweils selber zu verantwortenden Lebensgeschichte dürfen alle, Einer nach dem Anderen, gleiche Behandlung erwarten. Aus dieser Abstraktion des Jüngsten Gerichtes ist auch jener begriffliche Zusammenhang von Individualität und Gleichheit hervorgegangen, auf den sich noch die universalistischen Grundsätze unserer Verfassung stützen, auch wenn diese auf die Fallibilität des menschlichen Urteilsvermögens zugeschnitten sind.
Hristiyanca yetişenler olarak öyle öğrendik biz: O gün, kıyamet günü yani, her birimiz tek tek ve temsil edilemez bir şekilde ve dünyevi mal ve makamların korumasından ari, verdiği kararlardan şüphe duymadığımız için, evet tam da bunun için, merhametine muhtaç olduğumuz bir hakimin, Tanrının, huzuruna çıkacağız. Hesabı her birimiz tarafından bizzat ve birebir verilmesi gereken ve birbirine karıştırılması mümkün olmayan hayat hikayeleri çerçevesinde hepimiz, art arda, eşit muamele umabiliriz. Kıyamet gününün bu şekil bir soyutlanmasından neşet eder anayasamızın üzerinde yükseldiği evrensel değerlere zemin teşkil eden bireyselliğin ve eşitliğin kavramsal bağlamı, her ne kadar aynısı insanın yargı gücünün yanılabilirliğini içinde taşısa da.
Jürgen Habermas
Ne demişti Lady Gaga?
Lovers in the night
Poets tryin’ to write
We don’t know how to rhyme
But, damn, we try
Deniyoruz işte, sürekli deniyoruz. Sevişmeyi, şiir yazmayı, yaşamayı yani, deniyoruz, da beceremiyoruz galiba, ama olsun, yapacak bir şey yok.
Ever tried
Ever failed
No matter
Try again
Fail again
Fail better
Samuel Beckett
Pablo Picasso söylemişti vakti zamanında, adam var demişti ver ona sarı bir leke, ondan güneş yapar, adam da var demişti ver ona güneşi, onu sarı bir lekeye dönüştürür. Bu minvalde vahiy de Marksist, dinsiz, önce seküler, sonra post-seküler Jürgen Habermas’ın elinde insanların bir arada ve birbirlerinin kafalarını gözlerini yarmadan huzur içinde yaşayabilmelerini sağlamaya aday bir anayasaya dönüşebilirken, her zaman ve her şartta kapitalist, ama her zaman ve her şartta, dinci, şeriatçı, oruçlu ve namazlı İslamcının elinde hırsızlığı, haksızlığı, adam kayırmayı ve iltiması, dolayısıyla sermayeyi meşrulaştıran bir araca dönüşüyor.
4
Habermas’ Denken laesst sich auch Abfolge von grossen Debatten verstehen […] Mit einem »Vive le Streit!« hat ihm Pierre Bourdieu deshalb zum siebstigsten Geburtstag gratuliert.
Habermas’ın düşünmesini bir kavgalar serisi olarak anlayabiliriz […] Dolayısıyla onun yetmişinci yaş gününü Pierre Bourdieu tam da bu yüzden »Yaşasın Kavga!« diyerek kutlamıştı.
Walter Reese-Schäfer
Türkler kavga etmeyi sevmiyorlar, bilmiyorlar da ama, kafa göz yararak kavga ettikerini sanıyorlar. Bir yakınım dolayısıyla Serbestiyet adlı bir İnternet sitesinden haberim oldu, ara sıra bakıyorum. Yani, senelerdir bildiğimiz şeyler, tanıdığımız yüzler. Oral Çalışlar, Ali Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan, Berat Özipek ve benzeri kifayetsiz tipler. Kemal Sayar ve Ali Bulaç gibi ne idüğü belirsiz mide bulantısı İslamcılar. Ve daha neler neler. Almanların dediği gibi yani: Die geballte Wucht der Dummheit. Şimdi diyeceksiniz ki e Habermas da senelerdir, haddizatında 70 senedir, konuşuyor, aynı şeyleri söylüyor, ne var bunda? O yapınca oluyor da biz yapınca mı olmuyor? Evet, siz yapınca olmuyor. En son, Türkiye’de neden pek entelektüel çıkmıyor? başlıklı bir yazı okudum aynı sayfada, fakat söz konusu yazıyı anlamadım. Yazıyı yazanın Kürt olduğunu anladım sadece. Ne diyor bu adam dedim kendime önce. Fakat o adamın daha sonra Said Nursi’yi Türkiye’nin en, İsmet Özel’i ise onun bi tık altında, ki bir üçüncüsünü daha zikretmişti ama kendisini tanımadığım için şu anda zihnimden düşmüş durumda kimliği ve işi gücü bırakıp da sayfayı yeniden yükleyip bakmak istemiyorum tekrar kim olduğuna, Türkiye’nin özgün düşünürleri olarak ileri sürdüğü noktada anladım meseleyi. Sadece Kürt değil, İslamcı da ayrıca arkadaş. Said Nursi ve İsmet Özel ve düşünmek dedim kendime sonra, üstüne üstlük bir de özgün olmak? Yani o kırmızı kapaklı kalın kitapları okumamış olsaydım yerdim belki, de okudum ama, maalesef. Tabii ki okuduğumu, sanmıyorum ama, anlamamış olabilirim. Diğerinin, şair olduğu söylenenin, üzerinde durmaya bile gerek yok. Safi komedi. Ben ama entelektüel üzerinde durmak istiyorum yine de. Stefan Müller-Dohm’un, Habermas biyografının, rafta duran bir kitabına uzanıyor elim: Fliegende Fische – Eine Soziologie des Intellektuellen in 20 Portraets (Uçan balıklar – 20 Portrede bir entelektüel sosyolojisi). Ludwig Wittgenstein’dan bir alıntıyla başlamış meseleye, ne diyorsunuz siz Türkler, ya da Kürtler, topraam …
Şöyle:
Wenn ein Begriff von einem Lebensmuster abhaengig ist, so muss in ihm eine Unbestimmtheit liegen.
Şayet bir kavram bir yaşam şekline bağımlıysa, bu durumda o içinde bir belirsizlik taşımak zorundadır.
Düşünmek mi dediniz, özgünlükten mi söz ettiniz? O iş böyle oluyor işte, gördünüz mü? Evet, ben bir Batı hayranıyım. Komplexlerim var, bakın sondan iki önceki kelimede ‘x’ harfini kullandım, kendimden, kendi millet ve tarihimden, en yakın olanından ama kesinlikle, utanıyorum falan filan. Neyse. Dolayısıyla burada söz konusu olan ‘bu nedir? (Felsefe)’ çerçevesinde yol almak değil, ‘bu ne işe yarar? (Sosyoloji)’ çizgisinde ilerlemektir. Entelektüel kavga eder, önce kendisiyle sonra da herkesle, gereksiz yere hem de, iş olsun diye; rahatsızdır, rahatsız eder, huzursuzdur, huzursuz eder, mutsuzdur, mutsuz eder, müşkülpesentin önde gidenidir, beğenmez hiçbir şeyi. Rahat vermez, huzur vermez, uyutmaz adamı. Gece yarıları adeta bir sarhoş gibi nara atar mahalle aralarında, sesli, ama çok sesli, müzik çalar arabasında. Ve arabasının camlarını indirir aşağıya. Resmi bozar kısaca. Kırar döker ama kıkrıp döktüklerinin yerine başka bir şey koymaz, nitekim o bilir ki şeytanı rahatsız eden kırıp dökmesi değil, kırıp döktüklerinin yerine başka bir şey koymamasıdır. Şeytana göre istediğin kadar kırıp dökebilirsin nitekim, yeter ki kırıp döktüklerinin yerine başka bir şey koy. Kargaşa ve kaosta zulüm neşvünema bulamaz, zulmün yol alabilmesi için, Almancada öyle diyoruz biz, geordnete Verhaeltnisse olması gerekir, dolayısıyla bir düzen. Zulüm düzen içinde canlanır, haddizatında düzenin bizzat kendisidir diyeceğim ama kalsın bu seferlik. Gürültü çıkartır sürekli entelektüel, şamata yapar. Fitne diyebiliriz buna biz belki de, ama pozitif anlamda, dolayısıyla karşı taraf, yani söz konusu zulmün ehli onun yaptıklarını sürekli fitne olarak tanımlar ve algılar.
Müller-Dohm ne demiş:
Für viele, die Anderen ist der Intellektuelle ein notorischer Querulant. Er stört ihr dumpfes Wohlbefinden, zerreisst ihre fragliche Selbstverstaendlichkeiten und bedroht zutiefst die Kumpanei aus Lügen und Betrügen, die sie zum Lebensprinzip erhoben haben. Der Intellektuelle hasst die »Wir-Expression« (E. Bloch), die im Common Sense waltet.
Çokları için, öyle olmayanlar için yani, entelektüel notorik, yani bilinen ve tanınan bir vazgeçmeyen ve çapraz yatandır. Onların boğuk rahatlarını bozar, ne idüğü belirsiz kendinden menkullüklerini paramparça eder, kendileri için yaşam prensibi olarak baş üstü ettikleri yalan dolan hempalığını tehlikeye sokar. Entelektüel, Common Sense’i sevk ve idare eden ‘Biz’’den [hepimiiiz, gardaşııız …] nefret eder.
Yani, hemen hemen benim söylediklerimi söylemiş. Dolayısıyla entellektüeli influencer’ın yakınına taşımak, ya da ikisini bir şekilde aynı çizgide bir araya getirmek, belki de sadece ilişkilendirmek, aynı cümle, haddizatında aynı metinde buluşturmak, yanlış anlamadıysam şayet ve tabii ki, gelse gelse bir Kürdün aklına gelebilirdi ancak, o da geldi işte. Hadi bilemedin belki de bir Türkün. Ya da ağam eğleniir bizimle. Ama Edirne’den öteye geçemez … diyeceğim de, Kürt Amerika’ya gitmiş, Allah Allah. Gerçi Amerika’yı ne kadar Edirne’den ötesi olarak kabul edebiliriz o da başka bir şey ya. Neyse. Ne yaparsın, dedim ya, ben iflah olmaz Doğulu bir Batı, aslında Avrupa hayranıyım. Said Nursi okuyacağına Namık Kemal okuyun biraz Namık Kemal. Hepi topu üç beş sayfa zaten.
5
… vivens est perfectius quam ens, et sapiens qua vivens: ergo et vivere est perfectius quam esse, et sapere quam vivere.
… yaşayan olandan daha tamdır, ve idrak eden yaşayandan, dolayısıyla yaşamak olmaktan daha tam, idrak etmek de yaşamaktan.
Thomas von Aquin
Uzun olmayan bir süre önce (unlängst) biraz önce zikrettiğim yakınım geldi Almanya’dan. Kendisinden bazı kitaplar istemiştim. Martin Hägglund’un This Life: Secular Faith and Spiritual Freedom’ının Almanca çevirisini mesela. Bana kalırsa kendisini ateist olarak tanımlayan herkesin okuması gereken bir kitap. Aslında dindarlar da okusa iyi yaparlar. Komparatistik’in mucize çocuğu Hägglund, Yale’de. Yaşayan Derridatanırlar’ın, bana göre, en iyisi değilse bile en iyilerinden birisi ama kesinlikle. Farklı bir Derrida onunkisi. Söz konusu kitabın orjinalini daha önce okumuştum, fakat ben klasik bir Türk ve aynı zamanda da klasik bir Alman olarak Türk tarafımla ekmek yemeden kendimi yedim saymam, ki böreği bile ekmekle yerim, Alman tarafımla ise kendimi, ne olursa olsun, Qur’an meali dahi, Almanca okumadan okudum saymam. Çalıştım derim sadece, işimi yaptım. Okumak başka bir şey. Ve genç Alman eskidilci Jonas Grethlein’dan iki kitap istemiştim ayrıca: Mein Jahr mit Achil. Die Ilias, der Tod und das Leben ve Hoffnung. Eine Geschichte der Zuversicht von Homer bis zum Klimawandel. Ve tabii ki artık Almanya’da yakını veya tanıdığı olan her Türkün bildiği ve tanıdığı o çikolatadan istemiştim bir de, Nussknacker. Çikolatalar geldi, Hägglund geldi, fakat Grethlein’ın kitapları gelmedi. Gerçi biliyordum gelmeyeceklerini, nitekim yakınımla öncesinde yaptığımız bir telefon yazışmasında o iki kitabı okumasan daha iyi yaparsın demişti. O iki kitap yerine çok sevdiğim ve önemli bulduğum diğer bir düşünürün küçük bir kitabını getirdi, Dietrich Bonhoeffer: Es lebe die Freiheit.
Grethlein’a (d.1978) 2005’te, habilitasyondan kısa bir süre sonra, kanser teşhisi konmuş. Ve kendisine doktorları tarafından müteakip on yıl içerisinde, büyük bir ihtimalle, hayattan ayrılmak zorunda kalacağı söylenmiş. Ama o bugün hayatta. Aşil’le bir yılım adlı kitabında söz konusu teşhisin hayatında yarattığı etkileri tematize ediyor. Haliyle diğer kitap da, Umut, aynı etkilerden ari kalamamıştır sanırım, dolayısıyla içinde bulunduğum durumu yakından bilen yakınım bunları göz önünde bulundurarak bahse konu kitapları okumamam gerektiğine karar vermiş. İyi de yapmış. Uçak 23:30’da indi ve biz eve gitmeden önce Sarıyer’de bir çorbacıya uğradık. Çorbacı dediysem, işkembeci yani, ki o saatte başka bir şey bulmak mümkün değil zaten. Nitekim saat 01:00’e geliyordu neredeyse artık. Ne var dedim, sadece sakatat var dedi, bir de mercimek. Ezogelin severim ben aslında, sakatattan nefret ederim, ama zorunlu olarak sevdiğime en yakın olanı seçerek mercimek o halde dedim. Neden bu kadar çok okuyorsun dedi yakınım, hem de önüne gelen her şeyi. Artık bırak okumayı, iyi gelmiyor sana, anla. Dedim seviyorum ama, çok seviyorum. Neden Grethlein dedi bu sefer, onun yaşadıklarından haberin var mı? Biliyorum dedim. Başka eskidilci mi kalmadı, ille de okuyacaksan al onlardan birini oku. Genç dedim Grethlein, çok genç ve okurken seziyorsun, anlıyorsun dedim, nesnesine karşı o eski eskidilciler’in sergiledikleri o aşırı, haddizatında kilitleyici, paralize edici saygı ve respekt yok onda. Hayran değil hiçbir şeye. Meslektaşı yirmilerin ortasından biraz ötedeki (27) Nietzsche gibi adeta, ki Nietzsche’nin başını yakan da bu oldu haddizatında. Çok daha rahat ele alabiliyor nesnesini dolayısıyla, çok daha rahat başa çıkabiliyor aynısıyla. Nitekim her ne kadar kendisini oluştururken belirli bir dilin, dolayısıyla geleneğin içinde ve aynısından yola çıkarak yapmış olsa da bunu, kendisi olduktan sonra sağlıklı bir mesafe kazanabilmiş, aynısından bağımsızlaşabilmiş. Olduğu kadar tabii ki. Kendisini oluşturuken ve kendisi olduktan sonra derken ne demek istediğimi doğru anla lütfen. Ve bu durum ona eskilerin göremedikleri birçok şeyi görme imkanı veriyor. En azından farklı görme imkanı. Hoşuma gidiyor dedim bu pervasızlık, bu cesaret, bu saygısızlık. Sanırım dedim sonra, bizde eksik olan da tam olarak bu işte. Tarihimize, aslında sahip olduğumuz ya da sahip olduğumuzu sandığımız her şeye, çocuklarımıza mesela ya da arabamıza, hatta ayakkabılarımıza, o kadar çok bağlıyız ki, o kadar çok saygı duyuyor, o kadar çok üzerine titriyoruz ki, bu bizi paralize ediyor, dolayısıyla, tarihimiz bağlamında en azından, tekrarlamaktan başka çare bırakmıyor bize. Dokunsan kırılacak narin bir vazo gibi sanki, uzaktan seyrediyoruz sadece.
E sen dedi farklı mısın? Farklıyım dedim, çok farklıyım, ben filozofum. Çık dolaş bakalım, daha iyisini bulabilecek misin. Hayır dedi farklı değilsin. Filozofsun, d’accord, her şeyi düşünüyorsun, gut, ama sıra din, özellikle de Hz. Peygamber ile ilgili bir meseleye gelince duruyorsun birden, kilitlenip kalıyorsun. O öyle söyleyince aklıma Miraç gecesi sevgili Peygamberim Hz. Muhammed Mustafa el-Emin ve Cebrail aleyhisselam’ın birlikte yol alırken bir noktada sonuncusunun durarak buradan ileriye bana müsaade yok, yol senin, buyur dediği an geldi. Haklısın dedim bunun üzerine, kişi nerede durması gerektiğini, yani haddini, bilmeli. Bu bir seçim son tahlilde, dolayısıyla bir Müslüman için Allah ve Rasulü konuşunca susmaktan başka yapacak bir şey yok. Da bu beni daha az filozof yapmaz ki, daha çok Müslüman yapar sadece. Nitekim tabii ki filozofum ama daha da tabii ki Müslümanım. Diğer taraftan, Hz. Peygamber dışında, ki bunu en iyi bilenlerden biri, belki de o en iyi bilenlerin en iyi bileni sensin, herhangi bir kişinin önünde durduğumu, herhangi bir kişiye, o manada, saygı duyduğumu, neye nasıl inanmam ve nasıl davranmam gerektiğiyle ilgili olarak Hz. Peygamber dışında birilerine, bana bırak direktifler vermeye, tasfiyelerde bulunmaya dahi müsaade ettiğimi gördün mü? Bir mezhebim bile yok, ne amelde ne itikatta. Güldük biraz. Hayır dedi, görmedim, haklısın, ama ona, Hz. Peygambere karşı da mesafe kazanman gerekir gerçek bir filozof olmak istiyorsan. Ben öyle düşünmüyorum dedim. Yanlış anlama dedi ardından, saygısızlık yap demiyorum, haşa, ama mesafe kazanmalısın. Kalsın dedim, ben böyle de çok iyi ve çok gerçek bir filozofum. Ben ona, Muhammed Mustafa’ya, daha fazla nasıl yakınlaşabilirimin derdindeyim? O bir çorba daha söyledi sonra, ben istemedim.
6
Atheism has traditionally limited itself to denying the existence of God and immortality, without questioning the desire for God and immortality. Thus, in traditional atheism mortal being is still conceived as a lack of being that we desire to transcend. In contrast, by developing the logic of radical atheism, I argue that the so-called desire for immortality dissimulates a desire for survival that precedes it and contradicts it from within.
Ateizm kendisini geleneksel olarak Tanrının ve ölümsüzlüğün inkarıyla sınırladı, fakat Tanrıya ve ölümsüzlüğe duyulan arzuyu sorgulamadı. Dolayısıyla geleneksel ateizmde ölümlü olmak geride bırakmayı arzuladığımız bir eksik olmak olarak düşünüldü. Buna karşın ben, radikal ateizm kavramıyla birlikte, ölümsüzlük arzusunun kendisini önceleyen ve kendisiyle içten içe çelişen bir var kalma arzusunu örttüğünü iddia ediyorum.
Martin Hägglund
The sense of finitude—the sense of the ultimate fragility of everything we care about—is at the heart of what I call secular faith. To have secular faith is to be devoted to a life that will end, to be dedicated to projects that can fail or break down. … I call it secular faith because it is devoted to a form of life that is bounded by time. In accordance with the meaning of the Latin word saecularis, to have secular faith is to be dedicated to persons or projects that are worldly and temporal. Secular faith is the form of faith that we all sustain in caring for someone or something that is vulnerable to loss. We all care—for ourselves, for others, for the world in which we find ourselves—and care is inseparable from the risk of loss.In contrast, the common denominator for what I call religious forms of faith is a devaluation of our finite lives as a lower form of being. All world religions (Hinduism, Buddhism, Judaism, Islam, and Christianity) hold that the highest form of existence or the most desirable form of life is eternal rather than finite. To be religious—or to adopt a religious perspective on life—is to regard our finitude as a lack, an illusion, or a fallen state of being.
Sonluluk düşüncesi -endişe duyduğum her şeyin son tahlilde kırılgan olduğu bilinci- seküler inanç dediğim şeyin merkezini teşkil eder. Seküler bir inanca sahip olmak demek, son bulacak bir hayata yazılmak demektir, öyle ya da böyle başarısız olma ihtimali yüksek olan işlerin peşinden koşmak demektir. Seküler inanç diyorum, çünkü kısıtlı bir zaman içinde cereyan eden bir yaşama yöneliktir o, dolayısıyla, Latince saecularis kelimesine uygun olarak, dünyevi ve zamansal kişi ve şeylere yazılmış olmak demektir. Seküler inanç, kaybetmemiz mümkün, kaybedilmeye meyyal olan kişi ve şeylere yönelik endişe duyarken sahip olduğumuz inançtır aslında. Hepimiz kendimizle, diğerleriyle, içinde yaşadığımız dünyayla ilgili endişe duyarız ve endişe kaybetme riskini içinde taşır. Buna karşın dini inanç olarak tanımladıklarımın ortak noktası söz konusu zamansal yaşamımızı değersizleştirmeleridir. Bütün dünya dinleri en ağır varoluşun ya da en arzulanan yaşam türünün sınırlı değil ebedi olduğunu propaje ederler. Dindar olmak demek bu durumda – ya da hayata karşı dini bir bakış açısı üstlenmek- sonlu oluşumuzu bir eksiklik olarak algılamaktır, bir ilüzyon, ya da hafif bir varoluş.
Martin Hägglund
Yapılan bir araştırmaya göre Amerikalıların %50’sinden fazlası dini bir inanca sahip olmayı ahlaki ve sorumlu bir hayat yaşayabilmenin ön şartı olarak kabul ediyor. Bu kabul ama kendi başına olmaktan çok bilinen bir politik teolojinin bir sonucu olması hasebiyle önemlidir. Söz konusu politik teolojiyi üzerinde yükseldiği iki temel teziyle birlikte şu şekilde verebiliriz: Öncelikle normatif bir yetersizlikten söz edilir, dolayısıyla seküler yaşamın ahlaki bir (t)öz’e sahip olmadığı ve bu şekilde birlikte yaşam için taşıyıcı bir temel sunmaktan aciz kaldığı söylenir. İkinci olarak dini bir zenginlik postule edilir. İçinde taşıdığı bahse konu eksikliği giderebilmesi için seküler yaşamın söz konusu bu zenginliğe başvurması gerektiği iddia edilir. Bu tarz bir politik teoloji seküler yaşam açısından menfi bir anlatı üretir ama. Aynısı bağlamında dine olan inancın günümüzde gerilediği ve bu gerilemenin son tahlilde istenilen bir şey olmadığı kabul edilir. Ki mesele sadece normatif bir yetersizlik de değildir aslında, aynı zamanda, dini inancın gerilemesiyle birlikte yani, insanın en derinlerinde neşvünema bulan ebediyet arzusu da karşılıksız kalır, dolayısıyla bu çerçevede normatif bir yetersizliğin yanı sıra ayrıca varoluşsal bir yetersizliğin de söz konusu olduğu vurgulanır. Bahse konu politik teoloji kısaca bu. Bu politik teolojinin, dolayısıyla bu tarz bir Modernite eleştirisinin, en etkin sürümünü 20. yüzyılın başarında düşünen Alman sosyolog Max Weber’da görüyoruz. Günümüzde ise aynısı için birçoklarıyla birlikte özellikle Alman sosyolog/filozof Jürgen Habermas’ı, İspanyol sosyolog Jose Casanova’yı ve Kanadalı filozof Charles Taylor’ı örnek gösterebiliriz. Weber’nın bilinen düşüncesi, dünyanın ‘sihirsizleşmesi’ iddiası yani, bugün hala daha son derece revaçta, dolayısıyla dinsiz bir toplumun dibine kadar yetersiz olduğu kabulü de. Sihirsizleşme Weber için şu sonuçları doğurur: 1- Çevremizde olup bitenleri açıklamak için artık doğaüstü, bu demek esrarengiz güçlere müracaat edemeyiz, akıl bu durumda araçsallaşır ve biz her şeyi hesap ederek çözebileceğimize inanırız. Hesaba gelmeyenleri de yok sayarız. 2- Sihirsizleşme en eşik altsal ve final değerlerin geri çekilmesi demektir bir yerde ve bunun sonucu olarak da gerçek bir birliktelik (eine echte Gemeinschaft) oluşturmak artık mümkün olmaz. Ve sihirsizleşme 3-ölüme anlamını kaybettirir, aynısı anlamlı bir fenomen olmaktan çıkar.
Weber sihirli bir dünyanın insanlarının ölümle anlamlı bir ilişki içerisinde olduklarını söyler. Öncelikle, bu anlamlı ilişki sonucu ve Türkçede de dediğimiz gibi, gözleri açık gitmezdi onlar. Yaşama doymuş olarak ayrılırlardı dünyadan. Çözülmemiş bir sır bırakmazlardı arkalarında. Kendilerini doğal bir döngünün bir parçası olarak kabul ederdi bu sihirli dünyanın dünyadaşları nitekim. Modern bireyler için, Weber onlara kültür insanı (Kulturmensch) diyor, bu durum öyle değil ama. Bu çerçevede Erfahrungshorizont (tecrübe ufku) ile Erwartungshorizont (beklenti ufuku) arasındaki makasın radikal bir şekilde açıldığını görüyoruz. Bu da insana sürekli eksik olma, eksik kalma hissini veriyor. Ne kadara sahip olursa olsun sahip olmadıkları her zaman çok daha fazladır, dolayısıyla da bir şeyler hep yoktur. Gözü açık gider o aramızdan ayrılırken. Sihirli dünyanın insanı için ölüm anlamlı bir oyunu, aslında bütünü, tamamlayan, bütünleştiren dolayısıyla, son perde iken, dolayısıyla da buraya ait bir şey, sihirsiz dünyalılar için o her zaman, Jacques Derrida’nın ifadesiyle verelim, buraya ait olmayan mutlak ve büsbütün ötekidir (tout autre). Bu demek son süratle yaşayan modern insan için ölüm ötelerden gelen ve her şeyi yarıda bırakan, kişiyi bir nevi, ki ölüm için o şekil bir kullanım Türkçede de (hayattan kopartılmak) Almancada da (aus dem Leben gerissen werden) mevcut, yaşamdan çekip kopartan beklenmedik, dolayısıyla vakitsiz bir darbedir. Yani her ölüm erkendir: Bir ‘cut’ adeta. Buradan yola çıkan Weber modern yaşam için belirleyici olan ilerleme düşüncesinin aslında yaşamımıza anlam katmak yerine aynısını anlamsızlaştırdığını söyler. Nitekim son perdesinde anlam olmayan bir oyun, bir bütün olarak da anlamsızlaşır. Weber’nın bu karanlık tabloyu çizdiği 20. yüzyılın başlarından bu yana bir çok düşünür bu sihirsizleşmeye ve anlam kaybına karşı çözümler üretmeye çalıştılar. Oysa aslında bizzat Weber’nın bu teşhisinin sorgulanması gerekirdi. Aynısının son derece yanıltıcı olduğunu söylemek yanlış olmaz nitekim.
Weber’nın temel sorunu özgür olma sorumluluğunu seküler modernitenin bizzat kendisine ait bir kazanım olarak kavrayamamasından kaynaklanıyor aslında. Onun için enstrümental akıl dini değerlerin geri çekilmesi sonucu boş kalan alanı dolduran bir unsurdan ibarettir sadece. Final değerlerle ve hakiki bir toplulukla işi olmayan bir aygıt haddizatında. Fakat bu şekil, kendi başına, dolayısıyla bütün değerlerden ari işleyen bir araçsal aklı anlamlandırmak ne kadar mümkün olabilir ki? Ki biz, insan yani, belirli bir yaşamsal anlam olmadan araçsal düşünemeyiz. Ki araçsal ancak o şey olabilir ki, bizzat kendisi için ulaşmak istediğimiz bir değer için o şey gerekli olsun. Şayet öyle olsaydı, dolayısıyla belirli hedeflere matuf davran(a)masaydık, bu demek davranışlarımızdan ötesi olmasaydı, davranışlarımızı anlamak/anlamlandırmak mümkün olmazdı. Ki insan için, Allah için değil ama, dolayısıyla en başta da söylediğim gibi dolaylı olarak, anlam budur zaten, yani bir ‘x’ için gerekli olan bir ‘y’. Allah için ise ‘x’ ‘y’ ayrımı yoktur. Ona, teşbihte hata olmaz, her yer Trabzon, yani her şey ‘x’. Aslında mesele şu: Dini inancın aksine seküler inanç bizim için belirleyici olan hedeflerin en ideal haliyle rasyonel bir süreç sonunda ve kani olmuş bir şekilde altına imza attığımız sorumluluklardan kaynaklandıklarını söyler. Aynılarının otoriteleri buradan neşet eder. Yoksa ilahi vahiy yoluyla ulaşan haberlerden değil. Meseleyi bu şekilde verince sanki ilahi vahiy inkar ediliyormuş gibi bir intiba uyanıyor, ama, öyle olabilir olmakla birlikte, öyle olmak zorunda değil tabii ki. Burada iptal edilen sadece Allah’ı, bizzat kendisi olarak, bu sürece bir taraf olarak dahil etmektir, dolayısıyla, en basit ve anlaşılır şekliyle, onu masaya oturtmak. Yoksa bir Müslüman haliyle Allah’tan gelen haberlerle kayıtlıdır, fakat söz konusu haberlerle girdiği birebir diyalog sonucu ortaya çıkan hiçbir sonucu hiçbir zaman Allah’a izafe edemez. Dolayısıyla ayını sonuçlar her zaman sekülerdir. Bu minvalde İslam için seküler bir din tanımlamasını yapmak yanlış olmaz. Ki başkası mümkün değil zaten, en azından biz Müslümanlar için, ki bir kilisemiz bile yok, bolay ki/ola ki/meğer ki Allah yeni bir peygamber göndersin ya da, nasıl olacaksa o iş artık, bizzat kendisi çıkagelsin. Metinlerin sahipleri adına konuş(a)madıklarını artık öğrenmiş olmamız gerekir. Son tahlilde bu şekilde doğa üstü güçlere referans göstermemek, her şeyi hesap ederek çözebilirizi değil, sadece yapıp etmelerimizin sorumluluklarını birebir ve tam anlamıyla kendi üzerimize almak zorunda olduğumuzu gösterir. Almanca söylemek gerekirse, ki aynısını Türkçe söylemek mümkün değil, mesele ist nicht die Entlassung Gottes, sondern seine Etlastung. Dolayısıyla birlikte yaşamımız için kendimizin yükümlü olduğumuz idraki hakiki bir birliktelik oluşturabilmemizin önünde bir engel değildir, aksine haddizatında, modern seküler demokratik sorumluluğumuzun bir gereğidir. Fakat diğer birçok politik teolog gibi Weber da demokrasiye halkın gerçek gücü olarak inanmıyor, inanamıyor aslında. Ve Hitler’nın iktidarı ele geçirmesinden 15 yıl önce demokrasi için bir nevi bir şart olarak karizmatik lider fikrini öne sürüyor. Nitekim ona göre söz konusu lider olmadan demokrasinin ruhu (Seele) eksiktir. Dolayısıyla da demokrasinin insanları Führer/Duce/Önder/Reis olmadan bir arada yaşatabilmesi münkün değildir.
Weber araştırmalarını her ne kadar tarafsız bir noktadan yürüttüğünü iddia etse de seküler yaşam bağlamında ileri sürdüğü olumsuz değerlendirme aynılarının temelinde yatan dini kabulü açık ediyor aslında. Bunu demek ama Weber’nın Allah ve ahirete inandığı anlamına gelmez tabii ki. Sadece sonlu oluşumuzu olumsuz bir kayıt olarak düşünür o da, dolayısıyla bu sorunu karşılamaktan aciz kalan seküler yaşamı da anlamsız. Kendisi sırtını herhangi bir Tanrıya yaslamadan bu anlamsızlığın üstesinden gelebildiği için kendisiyle gurur duyar. Ve onun seküler yaşamı anlamsız kabul etmesi halihazırda kendisi olarak dini bir bakış açısından neşet eder, her ne kadar o kendisi bunu fark etmese de. Aslında özgür ve sonlu bir yaşamın dinamizmini kavramaktan son derece acizdir Weber, bunu, ileri sürdüğü argümanın bütününde, kolayca gözlemlemek mümkündür. Nitekim, ki öyle görünüyor, ona göre dopdolu yaşamış olmak son tahlilde bir bütün olarak bir şekilde tamamlanmış, başı ortası sonu belli, ve belirli bir hedefe ulaşmış olmuş olmak demektir, ki kişi, bir nevi Immanuel Kant gibi aynen, ‘es ist gut’, dolayısıyla ‘yeter artık’ diyebilsin gönül rahatlığıyla son nefesinde. Ama bu anlayış bir şahıs (Person) olarak kendi yaşamını yaşamış olmanın ne anlama geldiğini son derece ıskalamış olmayı gösterir. Nitekim bir şahıs olmak ulaşılması ya da tamamlanması istenilen ya da gereken bir hedef değil, bu demek kişiye kendisi bir görev olarak yüklenmemiştir, ayakta tutulması gereken ve halihazırda sahip olunan bir kerelik, ama her seferinden ve yeniden, bir imkandır. Hayat sonunda diploma alınan bir program değildir anlayacağınız, her gün yeniden, aslında her an, Johann Wolfgang von Goethe’nin dediği gibi (Nur der verdient sich Freiheit wie das Leben, der täglich sie erobern muß), hak edilmesi ve tüketilmesi gereken bir hediyedir. Hiçbir anını diğer başka bir an için feda etmenin söz konusu olmadığı, nitekim her an kendi başına bir hediyedir, bir hediye. Aynen hiçbir bireyin başka bir birey ya da kolektif ya da değer adına feda edilmemesi gerektiği gibi: Ne aile, ne vatan, ne bayrak ne de ezan. Dolayısıyla ölümün belirli bir noktada beni hayattan koparması, son derece beklenmedik ve aniden olsa da, ve çekip alması herhangi bir şeyi, bu durumda yaşamımı, yarıda kesmez, beni erken almaz. Her ‘an’ kendi anlamını kendi içinde taşır ve bu anlamı ne veraseten devralır ne de devreder. Bunun Voluntarizmle olan ilişkisini açıklamayacağım ama burada.
Evet, Tanrı kendisini dünyada açık etmez ve daha da zor günler yolda.
Bütün Müslümanların Ramazan-ı Şerif’i mübarek olsun.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN
Sayın Filozof Küçükhüseyin,
Yazılarınızı görmek ve düşüncelerinizi idrak etmek güzel bir akli haz verdi. Teşekkür ederiz.
Yazılarınızı, haberlerinizi sabırla bekleriz.
Ramazan-ı şerifinizin hayırlara vesile olmasını dilerim.
Sağlık ve afiyetle kalmanız dileği ile…