Philosophie dürfte man eigentlich nur dichten.

Aslında felsefe sadece şiir yazar gibi yapılmalı.

Ludwig Wittgenstein

1

… literature as historical institution with its conventions, rules, etc., but also this institution of fiction which gives in principle the power to say everything, to break free of the rules, to displace them, and thereby to institute, to invent and even to suspect the traditional difference between nature and institution, nature and conventional law, nature and history. Here we should ask juridical and political questions. The institution of literature in the West, in its relatively modern form, is linked to an authorization to say everything, and doubtless too to the coming about of the modern idea of democracy. Not that it depends on a democracy in place, but it seems inseperable to me from what calls forth a democracy, in the most open (and doubtless itself to come) sense of democracy […] What we call […] literature implies that license is given to the writer to say everything he wants or everything he can, while remaning shielded, safe from all censorship, be it religious or political […] This duty of irresponsibility, of refusing to reply fro one’s thought or writing to constituted powers, is perhaps the highest form of responsibility. To whom, to what? That’s the whole question of the future or the event promised by or to such an experience, what I was just calling the democracy to come. Not the democracy of tomorrow, not a future democracy which will be present tomorrow but one whose concept is linked to the to-come, a-venir, to the experience of a promise engaged, that is always an endless promise.

… tarihsel bir kurum olarak teamülleriyle, kuralları vb.’yle birlikte, fakat aynı zamanda prensipte her şeyi söyleyebilme, kuralları kırabilme, onları ortadan kaldırabilme yetkisi veren kurgu kurumu olarak da ve tam da bu şekilde doğa ve kurum, doğa ve geleneksel yasa, doğa ve tarih arasındaki farkı kuran, icat eden ve hatta ondan şüphe duyan edebiyat. Bu noktada hukuki ve siyasi sorular sormamız gerekir. Nispeten modern görüntüsüyle birlikte Batıda ortaya çıkan edebiyat kurumu her şeyi söyleyebilme yetkisi verme hakkıyla ilintilidir ve aynı zamanda şüphe yok ki modern demokrasi düşünesinin ortaya çıkmasıyla da ayrıca. Yürülükte olan herhangi bir demokrasiye ihtiyaç duyması olarak değil ama, daha çok en açık (ve şüphesizki kendisi gelmekte olan) anlamıyla bir demokrasiyi talep eden, onu çağırandan ayrı düşünülemez olması olarak. Edebiyat dediğimiz şey yazara istediği ya da söylemeye gücü yeten her şeyi söyleyebilme ve istedikerini ve söylemeye gücü yetenleri söylerken koruma altında olma, ister siyasi ister dini olsun her tür sansürden uzak kalma iznini içerir. Bu sorumsuzluk görevi, dolayısıyla kurumsal güçlere karşı yazıp söyledikleri hakkında hesap vermek zorunda olmamak durumu, haddizatında sorumluluğun en yüksek şeklidir. Kime karşı, neye karşı? Geleceğin ya da biraz önce democracy to come olarak adlandırdığım şeyin yaşantılanmasında vaat edilen olayın cevaplaması gereken soru budur. Yarının demokrasisi değil, ya da yarın var olacak bir demokrasi de değil, fakat fikrinin/kavramının gelmekte olanla, verilmiş bir sözün yaşantılanmasıyla ilintili olduğu bir demokrasi, sonu gemez, sürekli bir söz.

Jacques Derrida

Derrida’nın burada söyledikleri çok önemli şeyler, fakat haddizatında öyle çok da yeni şeyler değil. Mesela Friedrich Nietzsche‘ye bakarsak, öyle kitabı elimize alıp karıştırarak değil tabii ki, biraz titiz ve biraz da yoğunlaşarak, kelime kelime okuyarak, Derrida’nın à-venir, to come, gelmekte olan kavramının köklerini orada rahatlıkla keşfedebiliriz. Ernst Bloch‘un Friedrich Hegel‘in diliyle, haddizatında tek tek kelimeleriyle ilgili olarak söylediği çok güzel bir cümlesi var:

Mit der Anschaulichkeit, wie sie ein Blitz, aus keineswegs wolkenleerem Himmel, verleiht, wenn er mit Schlag die ganze Landschaft erleuchtet, praezisiert, zusammenfasst.   

Bir şimşeğin hiç de boş olmayan bir gökyüzünden bir kerelik bir vuruşla birlikte sağladığı görebilirlikle birlikte bütün bir meydanı aydınlatması, çevrelemesi ve bir araya toplaması gibi.

Bunun aynısını Nietzsche için de söyleyebiliriz. Mesela Derrida’nın yukarıda anlatmaya çalıştıklarını Nietzsche tek bir kelimeyle verebiliyor:

Vielleicht! – Aber wer ist willens, sich um solche gefährliche Vielleichts zu kümmern! Man muß dazu schon die Ankunft einer neuen Gattung von Philosophen abwarten, solcher, die irgendwelchen andern, umgekehrten Geschmack und Hang haben als die bisherigen – Philosophen des gefährlichen Vielleicht in jedem Verstande. – Und allen Ernstes gesprochen: ich sehe solche neue Philosophen heraufkommen.

Belki! – Ama kim böyle tehlikeli belkilerle ilgilenmek isterki! Bunun için aslında yeni bir tür filozofların ortaya çıkmasını beklemek gerekir. Şimdiye kadarkilerden farklı olarak çok değişik zevk ve dürtülere sahip olan – tehlikeli belki’nin akla gelen her anlamdaki filozoflarını. — Ve gerçekten, dolayısıyla cidi cidi konuşmak gerekirse aslında böyle filozofların yavaş yavaş geldiklerini görür gibiyim.

Sihirli kelime Belki, haddizatında tehlikeli sıfatıyla birlikte. Ve tabii ki Nietzsche de gelmekte olan bir şeylerden söz ediyor. Belki kelimesi gerçekten son derece tehlikeli bir kelime, nitekim sadece belki de sandığın-düşündüğün-inandığın-umduğun-bildiğin-duyduğun-gördüğün … gibi değil demeniz, rahatsızlık vermeniz, ortalığı karıştırmanız, fitne çıkartmanız için yeterli. Derrida’nın sürekli olduğunu söylediği söz’ü de kapsar bu belki, nitekim belkinin olduğu yerde hareket son bulmaz, dolayısıyla Derrida’nın gelmekte olanını günün birinde varması beklenen bir şey olarak düşünmemek gerekir. O hep gelmekte olacak, dolayısıyla sürekli gelmekte olan olarak kalacak. Felsefe belkiyi kabul etmez, fıtratında yoktur böyle bir şey. Haddizatında belkinin olduğu yerde uykuları kaçar. Nitekim felsefenin temel sorusunu τὸ τί ἦν εἶναι, dolayısıyla quod quid erat esse olarak belirlersek, ki bunu biz değil bizden öncekiler belirlemiş zaten, burada belkiye yer yoktur. Haddizatında belki’yi ortadan kaldırmak için sorulur bu soru. Thomas v. Aquin quidditas ve essentia olarak yorumlar aynı soruyu, dolayısıyla bir şeyi olduğu şey yapan nedir? Yani, belki x, belki de y, hatta belki de v diyemezsiniz. τί ἐστι? Edebiyat nedir, felsefe nedir? Tabii ki bu soruların kendileri feksefi sorular ve haddizatında edebiyat bu sorudan uzak durarak edebiyat olur. Dolayısıyla felsefenin τί ἐστι sorusuna edebiyat belki‘yle karşılık verir. Bilmem, belki o belki de bu.

Friedrich Schlegel‘e göre

wo die Philosophie aufhört, muß die Poesie anfangen. […] Man soll der Philosophie zum Beispiel nicht bloß die Unphilosophie, sondern die Poesie entgegensetzen.

felsefenin bittiği her yerde edebiyat başlamalı […] Dolayısıyla felsefenin karşısına sadece felsefe olmayanı değil edebiyatı da çıkartmalı.

Felsefe ne zaman biter?

Philosophy ‘ceases’ when it cannot provide the final explanation of its own foundations: this can be seen either as leading to an existential abyss which could only be overcome by a theological leap of faith, or as opening the way for endless new possibilities of interpreting and articulating the world in art. (Andrew Bowie)

Felsefe üzerinde durduğu temelin en son açıklamasını getiremediği noktada biter: Bu noktayı ya dışlayıcı olarak teolojik bir inanç sıçramasıyla aşılabilecek bir uçurum olarak kabul edebiliriz, ya da dünyayı sanat(t/l)a yorumlamanın ve ifade etmenin sonsuz sayıda yeni imkanlarına açılan bir kapı olarak görebiliriz.

Fazla uzatmak istemiyorum, gerek de yok aslında. Son olarak Italo Calvino‘dan meseleyi temelde özetlemeye muktedir bir alıntı vererek meseleyi bitireyim:

The clash between literature and philosophy does not need to be resolved. On the contrary, only if we think of it as permanent but ever new does it guarantee us that the sclerosis of words will not close over us like a sheet of ice.

Felsefeyle edebiyat arasındaki çatışmanın çözüme kavuşturulması gerekmez. Onu süregiden ve tekrarlanan bir çatışma olarak düşünürsek ancak kendimizi üzerimizi donmuş kelimelerle örtmek isteyen buz örtüsünden koruyabiliriz.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN