Derslerde yalnız ve hep en önde otururdum…

Sıra yoksa en önde, en ön sıraya yaslanarak en önden daha önde yerde otururdum…

Hoca Renaissance’ı anlatıyor…

Albrecht Dürer’nın Melancholia’sını…

Ben de yine en önde sol dirseğimi masanın üstüne, sol yanağımla birlikte de başımı sol avucuma almış olarak hocayı dinliyorum…

Nitekim Dürer’nın düşen meleği de öyle…

Fakat onun dipdiri gözleri yok bende…

Sadece kırık bedeni…

Hoca birden bana doğru harekete geçti, sağ elinin uzatılmış olarak bana değmeyecek olduğu son noktada durup aynı elin işaret parmağını bana uzatıp beni işaret ettikten ve ‘bakın, bu arkadaşınız melankolik mesela. Çünkü başını taşıyamıyor, ağır geliyor. Melankolinin, felsefi olarak, en belirgin özelliği budur‘ diyerek devam ettikten ve en nihayetinde parmağını da toparladıktan sonra tekrar aynı hızla geldiği noktaya geri döndü…

.

.

Başka bir derste yine en önde oturuyorum…

Hocanın yeşil gözlerinin önünde…

Genç, çok güzel, sarışın ve derin derin bakan yeşil gözleriyle birlikte kara delikleri dahi yutabilecek bir gravitasyona benzer aurasıyla Derrida’yı anlatıyor…

Ama yanlış anlatıyor…

Olsun… Onu dinlemek, dinlerken izlemek, izlerken hayal etmek, hayal ederken yine onun sesiyle, ‘sayın Küçükhüseyin, bir sorun mu vardı’ cümlesiyle tekrar dünyaya dönmek bile çok güzel…

Evet, var dedim…

Ben dedim şair değilim… Fakat yılda bir kez de olsa şiir yazarım… Ve çok ilginçtir… Kendi yazdığım şiirleri her okuduğumda farklı farklı şeyler anlıyorum… Sadece yazdığım şiirleri değil, düz yazıları da… Sizin dediğinizi doğru kabul edelim… Eğer anlamı o metne o metnin yazarı olarak ben yerleştiriyorsam, yani zihnimde oluşturduğum bir anlamı söz konusu metne yükleyip okuyucuya sunuyorsam, o halde o metne her gittiğim zaman söz konusu anlamı, aynısını oraya yerleştiren olarak, bıraktığım yerde aynı şekilde bulabilmeliyim… De bu olmuyor işte…

O güzel gözleriyle tebessüm ettikten ve arkadaşınızın söylediklerini düşünün, bir daha ki derste buradan devam edeceğiz dedikten sonra, Sayın Küçükhüseyin, ki adımı her zikrettiğinde içim dışım midem zihnim birbirine giriyordu, siz de lütfen argümanınızı biraz daha detaylandırarak kısa bir giriş mahiyetinde bir sunum hazırlayın diyerek dersi bitirdi…

O gün değil, koca bir hafta kurtulmuştu artık…

Albrecht Dürer’ın ‘Melencolia I’ Adlı Gravürü

Neyse…

Buraya nerden geldik…

Derrida aslında böyle bir şey…

Nereye nerden geldiğini bilemiyor insan…

Performatif…

Bir yerden, ama bir yerden, çıkarsın ve bir yere, ama bir yere, gelirsin…

Ne çıktığın yer sana ait ne de geldiğin yer sana ait ama sen senin bilirsin…

.

.

Abi dedi, o üç nokta ne anlama geliyor… Neden yazdıklarını sürekli üç noktayla tamamlıyorsun…?

Tamamlamıyorum dedim, zaten onun için tek değil, üç nokta bırakıyorum…

Yani sözün ucunu açık, aslında sözü sana bırakıyorum, sana emanet ediyorum, al sen devam et diyorum…

Birlikte oluşturalım diyorum sözü, birlikte yürüyelim, sadece benim değil, senin de sözün olsun…

Bizim olsun…

Kim olursa olsun, sözü oradan alıp uzaklara götürebilsin…

Sözle birlikte bizde gidelim uzaklara, herkes dokunsun iz bıraksın onda…

Herkes kendini bulsun, kendini görsün, kendine gelsin onunla…

Sonsuza ya da sonuna dek büyüsün de büyüsün ve tek bir kelime olsun…

İnsan olsun…

Allah’ın huzuruna varınca Allah son noktayı koysun ve bu hikâyenin ilk bölümü, hikâyeyi başlatan Allah’ın noktasıyla son bulsun…  

.

.

Gadamer ille de diyalog ille de diyalog diyor…

Derrida diyalog kelimesi benim kitabımda yazmaz diyor…

Ne zaman anlarız…?

Sen ve ben biz olunca mı…?

Sen ve ben, sen ve ben kalınca mı…?

Sanırım Derrida haklı…

Sınırını bilmek için, duvara çarpmak gerekir… Delip geçtiğin duvarlar bir şey kazandırmazlar…

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU