وَاِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَاَمْنًاۜ
Evi insanlar için bir geri dönüş mekanı ve emin kıldığımız zaman.
Allah (سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَب۪يرًا)
If you look into the distance, there’s a house upon the hill
Guiding like a lighthouse
It’s a place where you’ll be safe to feel our grace
‘Cause we’ve all made mistakes
If you’ve lost your wayI will leave the light on
Bak, iyi bak;
Hidayet
ve Rahmetimizden emin olabileceğin bir ev; görüyor musun?
Hepimiz hata yaparız,
yolumuzu kaybederiz.Senin için ışığı açık bırakacağım.
Tom Walker
1
Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.
Hakkında konuşamadığı şey hakkında susmalı insan.
Ludwig Wittgenstein
Darüber kann man auch nicht schweigen. Schweigen kann nur wer etwas zu sagen hat, wovon er sprechen kann.
O şey hakkında da susamaz insan. Hakkında konuşabileceği şey hakkında söyleyecek sözü olan susabilir ancak.
Martin Heidegger
Eine […] Beziehung […] drängt sich nun geradezu auf, wenn man die §§ 1—38 der „Philosophischen Untersuchungen“ Wittgensteins gleichsam mit den Augen Heideggers zu lesen versucht: Man findet hier, grob gesagt, eine Infragestellung des seit Aristoteles die Sprachlogik beherrschenden Denkmodells, daß die Wörter der Sprache ihre „Bedeutung“ dadurch haben, daß sie „etwas bezeichnen“, u. d. h. – folgt man dem hier zugrunde liegenden Vorstellungsschema bis zu seinem Ursprung — : daß die Wörter „Namen“ für „vorhandene Dinge“ oder „Gegenstände“ sind.
„Felsefi Araştırmaları“n (Wittgenstein) 1—38 paragraflarını Heidegger’nın gözüyle okumaya başladığımız noktada, aralarındaki benzerlik göze batacak kadar barizdir: Burada karşımıza çıkan, kabaca söylemek gerekirse, Aristo’dan bu yana dilin mantığını elinde tutan düşünce modelinin bir sorgulanmasıdır. Bu modele göre dilin kelimeleri „anlam“larını bir „şeye işaret etmek“leri üzerinden elde ederler. Bu demek, söz konusu tasavvur şeklini kökenine kadar takip edersek: Kelimeler „önümüzde“ ya da „karşımızda duran şeylerin“ „isimler“idirler.
Karl-Otto Apel
Die Ouantentheorie ist so ein wunderbares Beispiel dafür, dass man einen Sachverhalt in völliger Klarheit verstanden haben kann und gleichzeitig doch weiss, dass man nur in Bildern und Gleichnissen von ihm reden kann.
Kuantum teorisi, insanın bir meseleyi bütün açıklığı ile anlamış olmasına rağmen aynı mesele hakkında yine de ancak resim ve benzetmeler aracılığıyla konuşabileceği ve bunu bildiği gerçeği için son derece güzel bir örnektir.
Werner Heisenberg
Es werden hier keine Geschichten erzählt.
Hikaye anlatmıyoruz burada.
Edmund Husserl
İlk alıntı Tractatus’un meşhur son cümlesi, bunu biliyoruz; ikinci alıntı, bunu hepimiz olmasa da birazımız biliyor, Martin Heidegger’nın kendisine ait Tractatus nüshasında söz konusu cümlenin kenarına düştüğü not. Biraz Hegelvari olmuş. Garsonun sütsüz kahve isteyen müşteriye efendim sütümüz yok, kahvenizi kremasız getirsem olur mu? demesi gibi bir şey yani; haliyle, sütün olmadığı yerde sütsüz kahve de olmaz. Susmak zorunda olanın ya da kalanın susmasının mümkün olmadığı gibi aynen. Any way. Oysa bu cümle, Wittgenstein’ın cümlesinden bahsediyorum, üzerinde biraz kafa yorarsak, Heidegger’nın işine dahi gelebilir. Öyle ya; ontik-ontolojik fark bağlamında kendisinin talep ettiği dil tam olarak böyle bir dil, bu tarz bir konuşma; ein nichtobjektivierendes Sprechen, bir nesnelleştirmeyen konuşma. Nitekim [i]n solchem Sagen wird nicht etwas gesetzt und vorgestellt als Gegenstand und Objekt, böyle bir söylemede bir şey sabitlenerek nesne ve obje olarak tasavvur edilmez, bu demek belirli bir şey hakkında konuşulmaz. Bu arada, hakkında konuşabileceğimiz herhangi bir şey var mı sanki? Biz niye konuşuyoruz ki? Neyse. Bu spot yirminci yüzyılın iki büyük adamını buluşturan temel nokta; arkadan dolaşma, belki yolu uzatma, belki de kısaltma, oyala(n)ma haddizatında (Es gibt ein Ziel, aber keinen Weg; was wir Weg nennen, ist Zögern/Bir hedef var ama yol yok, yol dediğimiz oyala(n)mak sadece, Franz Kafka), nicht sagen, zeigen, dolayısıyla söylemek değil, göstermek, Dichtung, yani şiir; Rainer Maria Rilke, mesela, acaba?, yo, ta kendisi aslında. Bugün Sait Çiftçi’den Beşiktaş’a inerken hava çok güzeldi. Tam bir bahar havası vardı. Genelde Rumeli Kavak’tan Sarıyer’e yürür, oradan ya vapurla ya da minibüse biner Sait Çiftçi durağında iner daha sonra yürüyerek devam ederim Beşiktaş’a. Üçüncü bir alternatif olarak da otobüsle Rumeli Kavak’tan Tarabya’ya, oradan yine minibüsle Sait Çiftçiye, ardından, bir önceki gibi aynen, Barbaros’tan aşağıya. Friedrich Nietzsche geldi aklıma yürürken, sanki aklımdan çıkıyormuş gibi; traue keinem Gedanken, der im Sitzen kommt, otururken gelen hiçbir düşünceye güvenme, haklı Fritzchen; yürümek gerek, düşünmek için uzun uzun yürümek gerek. En azından adam gibi düşünmek için bıkmadan, yorulmadan adam gibi uzun uzun yürümek gerek. Ölümü düşünüyorum son zamanlarda; fazlaca, çokça, çok fazla. Hz. Muhammed Mustafa el-Emin’in, أسوة حسنة, salık verdiği gibi, ağızların tadını kaçıran ölümü düşünüyorum sıklıkla, ölmeden önce ölmeye, مُوتُوا قَبْلَ أَنْ تَمُوتُوا, hesaba çekilmeden önce kendimi hesaba çekmeye çalışıyorum; حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا. Dolayısıyla Kafka’nın Max Brod’a açık ettiği gibi bir durum var ortada; [i]ch bin allein, und die Aufgabe ist ungeheuer, bir başınayım ve üstesinden gelinmesi gereken iş devasa. Hangimiz bir başına değiliz ki sanki?
2
Doğan her çocuk annesine göbek bağıyla bağlı doğar; ardından bu bağ kesilir ve çocuk artık bir başına yaşamaya başlar. İnsanı ve doğayı kapsayacak şekilde genişletirsek bu meseleyi, mecazen, Heidegger bu bağı koparmanın felsefenin en büyük günahı olduğuna inanır (Seinsvergessenheit/Seinsverlassenheit). Haliyle; insan ve doğa kelimelerini kullandım bu noktada, ki bunu sadece bir Approximation, bu demek bir yakınlaşma olarak yaptım. Yoksa Heidegger’nın bu çerçevede kullandığı kelimeler malum; Sein ve Dasein. Nitekim o, yani Heidegger, ne doğayı, ne de insanı bitmiş kapanmış, dolayısıyla nesnelleşmiş olarak düşünmez, öyle düşünmek istemez. Bu da biraz, aslında birazdan biraz daha çok, haddizatında oldukça fazla, Hegelvari olmuş; ama olsun. O nedenle Sein’a Türkçede Varlık demek pek doğru olmaz. Yanlış olur. Neyse. Beşiktaş’ı sevmiyorum; yakın bir arkadaşım var, o da sevmiyor Beşiktaş’ı. Hani gavur İzmir diye çok çirkin ve hiç hoş olmayan bir tabir vardır ya, kim çıkardıysa artık, o arkadaşım da Beşiktaş’a söz konusu tabire benzer bir şekilde gottlose Stadt deyip duruyor; Allah’sız şehir. O kadar uyardım kendisini yapma diye, ama nafile. Birahaneler, kumarhaneler, meyhaneler, bankahaneler, başka haneler; sevmez benim arkadaşım böyle haneleri. Ben de. Arkadaşını söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana derler ya? Biraz, aslında tamamen öyle. Ne demişti أسوة حسنة Hz. Muhammed Mustafa el-Emin; الرَّجُلُ عَلَى دِينِ خَلِيلِهِ. Ama ben, mesela, Kasımpaşa’yı da sevmiyorum, dolayısıyla ha Beşiktaş ha Kasımpaşa, ha Hasan ha kel Hasan; benim için fark etmiyor. Jacke wie Hose. Ben Allah’sızları sevmiyorum çünkü; şehrin ne günahı var. اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ nitekim. Eğer öyleyse şayet, Allah’sız olmak her zaman sarhoş, tefeci ya da kumarbaz olmak demek değildir. Ne kadar çok alnı secdede içkisiz, kumarsız, haddizatında tefeci Allah’sız var etrafımızda ve sayıları günden güne artıyor, farkında mısınız? Tam olarak nerede okuduğumu hatırlamıyorum, uzun zaman oldu. Bedir’de, muharebe öncesi, Ebu Cehil’in atını ileri sürerek yalnızlaştığı ve yalnız kaldığı noktada gökyüzüne yönelerek Allah’a niyazda bulunduğu rivayet edilir. Şöyle; Allah’ım, bugün, burada, iki amca çocuğu senin huzurunda, senin için savaşacak. Haksız olan kahrolsun. O gün kimin kahrolduğu malum.الله أكبر Mekkeli müşrikler de kendilerini Hz. İbrahim Halilurrahman’ın yolunda vehmediyorlardı nitekim, günümüzde bazı müşriklerin kendilerini Hz. Muhammed Habiburrahman’ın yolunda vehmettikleri gibi aynen. Onlar da kendilerine لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِۙ denildiği zaman bugünküler gibi اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ diyorlardı. Fakat اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ. Yani, sevgili başkan, senin senin hakkında ne düşündüğünün o kadar da önemi yok aslında, her ne kadar, Allah’ın da dediği gibi, kafan buna bir türlü basmıyorsa da, ki neye basıyorki zaten ekonomiden başka, önemli olan Allah senin hakkında ne düşünüyor.
3
Descartes schafft mit der Auslegung des Menschen als Subjectum die metaphysische Voraussetzung für die künftige Anthropologie jeder Art und Richtung.
Descartes insanı özne olarak yorumlayarak gelecek her tür ve tarz antropolojinin metafiziki önkoşulunu ortaya koymuş oldu.
Martin Heidegger
Nietzsche steht für eine Zäsur in der Geschichte des abendländischen Denkens. Mit ihm veränderte sich der Modus des philosophischen Diskurses. Vor ihm war dieser Diskurs ein anonymes ich gewesen. So haben die Méditations métaphysiques [zwar] subjektiven Charakter. Aber der Leser kann sich an Descartes’ Stelle setzen. Dagegen kann man sich unmöglich an Nietzsches Stelle setzen und »ich« sagen.
Nietzsche batı düşünce tarihinde bir miladı temsil eder. Felsefi tartışmanın tarz-ı hali onunla birlikte değişime uğrar çünkü. Ondan önce bu tartışma[yı yürüten] anonim bir ben vardır. Dolayısıyla Méditations métaphysiques her ne kadar öznel bir karaktere sahip olsalar da okur kendisini Descartes’ın yerine koyabiliyordu yine de. Buna karşın insanın kendisini Nietzsche’nin yerine koyup »ben« demesi mümkün değil.
Michel Foucault
Die Subjektphilosophie verdankt sich also einem Perspektivenwechsel, der den primär auf Seiendes gerichteten Blick der Metaphysik auf das erkennende Subjekt selbst umwendet […] Auf diese Weise übernimmt der reflektierende Erkenntnistheoretiker nicht nur den vergegenständlichenden Blick des Physikers, sondern zugleich dessen Unterstellung eines view from nowhere, der mit dieser epistemischen Einstellung verbunden ist. Diese Dethematisierung des Standortes der eigenen Erkenntnisleistung erklärt erst den eigentümlichen Objektivismus, der sich mit dem Paradigmenwechsel zur Subjektphilosophie herausbildet.
Özne Felsefesi kendisini bir bakış açısı değişikliğine borçludur, ki bu noktada metafiziğin birincil olarak var olana yönelik bakışı, idrak eden özneye çevrilir […] Bu şekilde reflekte eden epistemolog sadece fizikçinin nesnelleştirici bakışını üstlenmez, aynı zamanda bu epistemik tutuma uygun olarak [söz konusu fizikçinin] hiçbir yerden bakan konumunu da [kendisi için] talep ve iddia eder. Kendi idrak gücünün duruş noktasının[, dolayısıyla onun da herkes gibi bir yerden bakmasının] bu şekilde konu dışı bırakılmasıdır özne felsefesine geçişi mümkün kılan paradigma bağlamında oluşan kendine has nesnelliğe açıklık kazandıran.
Jürgen Habermas
Ramazanlar, ah o eski ramazanlar. Yok yok, nostaljiye dalıp gitmeyeceğim. Nostalji demişken, bir kitap tavsiyesi: Barbara Cassin, La Nostalgie: Quand donc est-on chez soi? (Nostalji, İnsan ne zaman evindedir?) Eski ramazanlar deyince benim aklıma merhum annem (Reyhan Hanım) ve merhum babaannem (Ayşe Hanım) gelir her zaman, ve sadece, ve o kadar; da o kadar da olsun ama, dimi yani. Çok özlüyorum annemi; babaannemi de. Beni sevdiklerinden emin olduğum üç kadından ikisi; üçüncüsü kızım. Onu da çok özlüyorum. Trabzonluyuz biz, bu demek kuymak yeriz, hem de severek ve sıklıkla. Özellikle kahvaltılarda ve daha da özellikle, bu biraz tuhaf ama, nitekim kuymak tuzlu olur, sahurlarda. Annem ve babaannem çok güzel yaparlardı kuymağı. 2002-2003 yıllarında kırk gün arayla ikisi de öldü; önce annem, sonra babaannem. Annem neredeyse 54, babaannem ise henüz 104 yaşındaydı. Hatice-Tül-Kübra, kızım, 29 yaşında ve yaşıyor Elhamdulillah. Fakat kuymak konusunda pek mahir değil; benim gibi o da. Oysa Ömer Faruk, yani oğlum, 28 yaşında ve Elhamdulillah o da hayatta, en az babaannesi ve büyük babaannesi kadar usta bu konuda. Nasıl öğrendi, nasıl yaptı bilmiyorum, ama elinin ayarı müthiş. Kuymak kokusuyla uyandırırdı beni annem sahur(d)a, bazen de erkenden uyanır, kuymağı yaparken başında bekler seyrederdim annemi çocukken. Heidegger insana insan demez, biliyoruz, teknik olarak yani, dolayısıyla belirli bir bağlamda düşünürken en azından. Dasein der. Haliyle; bu terimi tercih etmesinin bir sebebi var tabii ki, yoksa iş olsun ya da havalı olsun diye yapmaz bunu. Bu bir bahs-i diğer olmakla birlikte bu noktada şu kadarını söyleyebilirim ama yine de; ona göre insan, insan ismi altında, aynen annesinden göbek bağı kesilmiş çocuğa benzer, bu demek bitmiş, tamamlanmış, en azından potansiyel olarak ve kaynağıyla bir ilişkisi kalmamış bir entite, bir nesne, bir özne, bir ἄνθρωπος eben. Bu çerçevede antropolojinin alanına girer o. Oysa Dasein, Sein’la ilişkisi, her ne kadar bunu unutarak, haddizatında örterek insanlaşmış olsa da sıklıkla, ayakta bir … ne(y)?, açık, apaçık bir şey. Dolayısıyla bu şey insan olarak Sein’a ulaşma imkanını sıfırlasa da, Dasein olarak ona giden tek kapıyı teşkil eder. En azından önceleri, ki sonraları tersi istikamette işler bu süreç. O yine aynı kapıdır da, bu sefer içeri girilen değil ama dışarı çıkılan daha çok. Bu da bir bahs-i diğer.
Dasein terimi iki kelimeden oluşur; Da ve sein. Da bazılarıyla birlikte ama özellikle nerede (wo?) sorusuna cevap teşkil eden ve Almancada en sık kullanılan yer (lokal) zarflarından (Adverb) biridir. Bununla birlikte Türkçede de, Almancada olduğu gibi, işaret (demonstrativ) zarfı olarak da kullanılabilir. Dolayısıyla Wo ist mein Buch? (Kitabım nerede?) sorusunun cevabı kitabın olduğu yere işaret ederek kısaca da (orada), ya da uzunca da ist dein Buch/dein Buch ist da (kitabın orada) şeklinde olabilir. Şayet kitabın yeri biliniyor ve aynısı göz önündeyse tabii ki. Değilse ve sadece biliniyorsa, neredeyse orası zikredilir kolayca: Dein Buch ist …, kitabın… Telefonda Ömer Faruk evde mi? sorusunu Almanca ist Ömer Faruk da? (Ömer Faruk orada mı?) olarak yöneltebilirim. Bu şekil bir sormak bağlamı gözeterek gerçekleşir ama, bağlamdan bağımsız olarak ise ist Ömer Faruk zuhause? (Ömer Faruk evde mi?) şeklinde sorarım. Nitekim Ömer Faruk orada mı? sorusuna nerede mi? karşı sorusu mümkün olabilirken, Ömer Faruk evde mi? sorusunda, en azından açıkça, böyle bir imkan hasıl olmaz. Bolay ki Ömer Faruk’un birden fazla evi olsun; wie dem auch sei. Sein Almancanın sahip olduğu üç yardımcı fiilden biridir (haben, sein, werden) ve olmak anlamına gelir; çekimi ich bin/ben’im, du bist/sen’sin, er, sie, es ist/o’dur; wir sind/biz’iz, ihr seid/siz’siniz ve sie sind/onlar’dır şeklinde hayat bulur. Heidegger fiil olan sein’ı das Sein olarak isimleştirir, bu Almancada mümkün, sanırım Türkçede de, mesela yürümek güzeldir derken, fakat aynı kapıya çıkar mı bilmiyorum, ama anlamı, olmak, değişmez. Ich bin immer für dich da dediğimde, her zaman senin yanındayım ya da her zaman senin için varım demek isterim. Bu çerçevede Dasein gerçekten de, her ne kadar bazıları buna karşı çıksa da, niye karşı çıkarlar onu da bilmiyorum ya, ki kendileri de bilmiyorlardır muhtemelen, belirli bir yerde, her neredeyse artık orada olmak demektir. Haddizatında bu noktada var olmaktan bile söz edebiliriz. Çalınan kapının arkasından wer ist da?, kim (var) o(rada)? sorusunu sorarım ve aranan kişi (evde) yoksa şayet, er/sie ist nicht da, o yok burada derim. Rüdiger Safranski Heidegger biyografisine diğerleri yanı sıra Alexander Kojeve’den bir alıntıyla başlar: Ohne den Menschen waere das Sein stumm, insan olmasaydı Olmak sessiz olurdu(kalırdı). Bu cümledeki İnsan kelimesini Dasein’la değiştirirsek tam olarak Heidegger’nın ne demek istediğini anlarız, en azından anlama imkanına kavuşuruz diyelim, nitekim gerisi bize kalmış. Aynı zamanda كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى kutsi hadisinde dile gelen manaya da çok yakın, haddizatında çok benzer bir şey var burada, her ne kadar söz konusu hadiste İnsan değil mahlukattan bahsediliyor olsa da. Dolayısıyla Olmak, bu noktada Tanrı dahi diyebiliriz, ki Heidegger buna hararetle karşı çıkar aslında, ama olsun biz yine de diyelim, gizlilikten, Kojeve’de sessizlikten, görünürlüğe, dolayısıyla sese kavuşmak için İnsanı, bu demek Daseinı halk etti. Tabii ki sorulabilir bu bağlamda, burada bir düalizm mi yoksa bir monizm mi söz konusu olan? Nasıl isterseniz artık. Bu bölümü Hans-Georg Gadamer’yla bitirelim, nitekim söylenilenlerin büyük bir kısmını ve ölümü, haddizatında ölümün kuymakla olan ilişkisini, son derece etkili bir şekilde açık ediyor:
Was aber ist dieses »Da«, das Heidegger alsbald »das Dasein im Menschen« nennen sollte wie mit einem gnostischen Mysterienwort? Gewiß meint dieses »Da« nicht bloßes Anwesendsein, sondern ein Geschehen. Schwinden, Vergehen, Vergessen rafft nicht nur jedes »Da« dahin wie alles Irdische – es ist vielmehr nur ein »Da«, weil es endlich, das heißt seiner eigenen Endlichkeit inne ist. Was da geschieht, was als »da« geschieht, nennt Heidegger später die »Lichtung des Seins«. Lichtung heißt das, in das einer eintritt, wenn er im Waldesdunkel endlos dahinschreitet und plötzlich die Bäume sich lichten und das Licht der Sonne hereinlassen – bis man sie durchschritten hat und das Dunkel sich aufs neue um einen schließt.
Fakat Heidegger’nın sonraları gnostik sihirli bir kelimeyle isimlendiriyormuşçasına »insandaki Dasein« olarak dile taşıdığı bu »Da« nedir? Tabii ki bu »Da« sadece mevcut olmayı kastetmez, daha çok bir hayat bulmaya işaret eder. Kaybolmak, yok olmak, unutmak dışlayıcı olarak her dünya şeyi gibi »Da«yı da alıp götürmez sadece – o daha çok sonlu, bizzat kendi sonluluğundan haberdar olduğu için bir »Da«’dır ancak. Burada hayat bulanı, »Da« olarak hayat bulanı Heidegger daha sonra »Olmak’ın aydınla(n/t)ması« olarak adlandırır. Aydınla(n/t)mak, ormanda hedefsizce yürürken ağaçların aniden seyrekleşerek, dolayısıyla güneş ışıklarını içeri alarak oluşturdukları ve insanın içine düştükten ve onu geçtikten sonra tekrar karanlıkla kuşatıldığı şeyin ismidir.
Kuymakla ne alakası var bu işin demeyin lütfen; var, emin olun var. Nitekim her şeyin birbiriyle, eğer kurarsanız, alakası var ya da, kurmazsanız şayet, yok. Yine, nasıl isterseniz artık. Size kalmış bir şey. Ne demişti Wittgenstein bir keresinde Friedrich Hegel hakkında:
Mir scheint, Hegel will immer sagen, daß Dinge, die verschieden aussehen, in Wirklichkeit gleich sind, während es mir um den Nachweis geht, daß Dinge, die gleich aussehen, in Wirklichkeit verschieden sind.
Bana öyle geliyor ki Hegel farklı görünen şeylerin aslında aynı olduklarını söylemek istiyor her zaman, ben ise buna karşın aynı görünen şeylerin aslında farklı olduklarını göstermenin peşindeyim.
4
Messung ist Erpressung der Natur.
Ölçmek, doğayı baskı altına almaktır.
Werner Heisenberg
Hep söylüyorum, tercüme etmek, yani çevirmek, haddizatında aktarmak, özellikle de Almanca ve Türkçe gibi iki çok farklı dünyayı içlerinde barındıran iki çok farklı dilden, birinden diğerine, bana hep, Qur’ani bir tabirle, ketmetmek gibi gelir; اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْتُمُونَ. Öyle ki, bu ve müteakiben verdiğim Heisenberg alıntılarını dahi, her ikisini de, hem de kısacık olmalarına rağmen, Türkçeye aktarırken kendimi çok kötü hissettim. Çok fazla yoruldum, çok fazla zorlandım. Olmadı çünkü, olamazdı da zaten. İnsanlar sanıyorlar ki, bir kelime bir şey, de öyle değil işte; malheureusement. Bir kelime her şey. Tek bir kelimeye ses vererek, düşünerek dahi, bütün bir dili olduğu gibi yeniden yerinden eder, oynatır, onu yeniden düzenleyerek, bir nevi silkeleyerek, yeniden yerine oturtur insan. Dil ile beraber daha başka başka neleri de haliyle. Ve her yeniden yerine oturuşunda bir önceki oturuşundakinin aynısı değildir artık o. Her seferinde, sonu gelmez bu seyirde, olmayan kendisine biraz daha yakınlaşır, ama, biraz önce de dedim, aslında sadece farklılaşır. Her ben (şimdi) bir dahaki ben’e (şimdiye) kadar hüküm süren, dolayısıyla hükümsüz, öncesi ve sonrasıyla alakası olmayan, belki de hiç olmayan, yeni bir bendir (şimdidir) çünkü. Neyse, burası işin raconu; geçelim. Dolayısıyla ilk alıntıyı ele alarak örneklendireyim söylemek istediklerimi; Messung ist Erpressung der Natur dedim, bu demek aslında ben değil, ki ben aktardım sadece, Heisenberg dedi ve ben çevirdim; yani çalıştım, ki gerçekten de fazlası mümkün değil. Ve şöyle dedim; ölçmek, doğayı baskı altına almaktır. Bu doğru değil tabii ki, ben yaptım çünkü, biliyorum. Ama doğru olma ihtimali oldu mu ki hiç? Hayır, olmadı. Ölçmek, doğayı tehdit etmektir de diyebilirdim, ölçmek doğaya şantaj yapmaktır da. Beş kelimeden oluşan bu cümledeki üç kelimeyi vermek, tercüme etmek ve hatta çevirmek, ki aktarmak da diyebiliriz, nispeten kolay aslında, hatta dördüncüsünü, yani Messung kelimesini, göz ardı dahi edebiliriz ilk bakışta. Fakat Erpressung kelimesine gelince iş, iş değişir, ki Heisenberg bütün düşüncesini, fiziğini ve felsefesini bu tek kelimenin içine sığdırmış, en azından sığdırmaya çalışmış denilebilir belki de. Dolayısıyla bu kelimeyi anlamak, aynısını bu bağlamda hangi saiklerin tercihe şayan kıldığını fark etmek, en azından muhtemelen, ağırlıkla muhtemelen, nitekim kimsenin kafasının içine bakamıyoruz, işin yarısını kapatmak demektir. Ben fizikçi değilim ama, dolayısıyla söz konusu kelimenin kuantum fiziğiyle arasındaki ilişkiyi verirken kullanacağım terminoloji bu gerçeği dikkate almak zorunda olacak, alacak da.
Öncelikle dikkat çeken Messung ve Erpressung arasındaki ses uyumu, kaldı ki ilk kelime, dolayısıyla ölçmek, gözlemlemek, yani Beobachtung olmalıydı; bana göre tabii ki, nitekim ölçmeden önce görürüz, yani önce görür sonra ölçeriz. Ki doğaya müdahale kuantum zemininde gözlemle başlar bildiğim kadarıyla, yani bakmak yeterli, ve her gözlem, dolayısıyla bakış, ölçmek zorunda değildir sanırım; yanılıyor olabilirim, any way. Belki de o boyutta baktığın zaman ölçmüş oluyorsun aynı zamanda, yani bakmadan ne kadar göreceğini biliyorsun, görmek istediğin kadar bakıyorsun belki, dolayısıyla bakarak/görerek ölçüyorsun. Ama yine de, Messung ve Erpressung bilinçli bir tercih muhtemelen, zorunlu değil nitekim. Benim üzerinde durmak istediğim kelime ikincisi daha çok ama. Erpressung’a yakın kelimelerden biri Expression, yani dışavurum. Almancada yazılı basın için die Presse tabiri kullanılır, İngilizcede düğmeye bas (emir kipi) press the button demektir ve Fransızlar vergi yüküne (yükümlülük), ne mutlu bize ki biz de yok, en azından parası olanlar için, pression fiscale derler. Meyve veya bitki sıkma işine de pressen fiili uygun düşer. Heisenberg’in, bana göre, söylemek istediği için ama başka son derece önemli iki anlam alanı daha var bu bağlamda; ilki söz konusu ismin, biraz önce de zikrettiğim, kaynağını teşkil eden fiilin, pressen, belirli bir kullanımı. Burada onomatopoetik bir durum da söz konusu bir parça, ama oraya girmeyecek, zikretmekle yetineceğim. Hamile, haddizatında doğurmak üzere olan kadınlara doktorlar ve hemşireler tarafından pressen, ıkının (TDK) komutu verilir, dolayısıyla annenin doğuma aktif olarak katılması bu şekilde sağlanır. İkinci önemli anlam alanı ise ismin, Erpressung, bizzat kendisi. Bu isim genellikle şantaj için kullanılır, dolayısıyla bir baskı uygulayarak taleplerinin yerine getirilmesini sağlamak olarak. İnsanları kaçırarak ya da tehdit ederek para erpressen yapmak mümkündür, ya da, ki buralarda sünnettir, birilerinin zulada kasetlerini bulundurarak farklı isteklerinizin yerine getirilmesini de erpressen yapabilirsiniz. Bana kalırsa Heisenberg’in, ki bu çerçevede Heidegger’yı da katabiliriz işin içine, özellikle de Gestell kavramıyla birlikte, doğanın insan, dolayısıyla bilim, aslında teknoloji ile ilgili ilişkisi hakkında söylemek istediği tam olarak böyle bir şey. Bütün bunları beş kelimelik bir cümleyle vermek haliyle mümkün değil, eğer bu hikayeyi ve dünyayı tanımıyorsanız anlamak da. Fakat doğa son noktada, burada, önünüze bir set çekiyor işte, buraya kadar ama daha fazla ileri değil diyor; ölçemiyorsunuz, aslında ölçüyorsunuz ama kesin bir sonuca varamıyorsunuz. Ki bu set çekme maddi imkansızlıklardan dolayı, dolayısıyla geçici bir durum değil, prensipte hayat bulan bir engelleme.
Recent developments in physical science have made evident the limitations of the theories of classical physics as universally adequate systems of explanation […] The view that has been challenged with especial vigor is the conception that the events of nature occur in fixed causal orders which it is the business of the sciences to discover.
Fizik biliminde gerçekleşen yakın zaman gelişmeleri klasik fizik kuramlarının evrensel uygun açıklama sistemi olarak sınırlılıklarını gösterdi. Özellikle en sert eleştiri altında kalan görüş doğadaki olayların belirlenmiş nedensel düzenler doğrultusunda gerçekleştiği ve bilimin işinin bunları keşfetmek olduğu yönündeki kabul oldu.
Ernest Nagel, 1961
Ich glaube die Quantenphysik stellt dieses extrem materialistische Weltbild, das wir derzeit haben, schon ziemlich in Frage.
Öyle inanıyorum ki kuantum fiziği halihazırda yürürlükte olan katı materialist dünya tasvirini oldukça sorgulanır hale getiriyor.
Anton Zeilinger, 2024
…to be continued…
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN