Am jüngsten Tage tritt […] jeder von uns einzeln und unvertretbar, ohne den Schutz weltlicher Würden und Güter, vor das Angesicht eines richtenden Gottes, auf dessen Gnade wir gerade deshalb angewiesen sind, weil wir an der Gerechtigkeit seines Urteils nicht zweifeln. In Ansehung der Unverwechselbarkeit einer jeweils selber zu verantwortenden Lebensgeschichte dürfen alle, einer nach dem anderen, gleiche Behandlung erwarten. Aus dieser Abstraktion des Jüngsten Gerichtes ist auch jener begriffliche Zusammenhang von Individualität und Gleichheit hervorgegangen, auf den sich noch die universalistischen Grundsätze unsere Verfassung stützen, auch wenn diese auf die Fallibilität des menschlichen Urteilsvermögen zugeschnitten sind.
Hesap gününde her birimiz tek tek ve temsil edilemez bir halde ve de dünyevi payelerin ve mal-mülkün koruması olmadan hükmedici ve tam da hükmünün adil olacağından şüphe duymadığımız için merhametine muhtaç olduğumuz bir Allah’ın huzuruna çıkacağız. Karıştırılmaları mümkün olmayan ve her birimizin bireysel olarak ve tek tek hesabını vermek zorunda olduğumuz tek tek yaşam hikayeleri çerçevesinde her birimiz tek tek ve ardı ardına eşit muamele bekleyebiliriz. Ahiret gününün bu şekil bir soyutlanmasından neşet etmiştir haddizatında anayasamızın üzerinde yükseldiği evrensel temellerin bireysel ve eşitlikçi kavramsal çerçevesi, her ne kadar aynıları, haliyle, insanın yargı gücünün yanılabilirliğine göre ayarlanmış olsalar da.
Jürgen Habermas
1
Jürgen Habermas postseküler sıfatıyla birlikte hâlihazırda içinde yaşadığımız modern toplumu kasteder. Ona göre bu toplumun farklı kılıcı özelliği süregiden ve genişleyen bir seküler çevreye rağmen dinsel cemaatlerin onda varlıklarını hala daha koruyabiliyor olmalarıdır. Post ön ekinden de kolayca anlaşılacağı gibi söz konusu tanım iki farklı toplumu barındırır içinde; bir tarafta yerine geçilen, diğer tarafta ise yerine geçilenin yerine geçen bir toplumu. Fakat bu iki toplum birbiriyle yine de ilişki içerisindedirler, nitekim her ikisi de aynı nesneye karşı aldıkları konum itibarıyla tanım kazanırlar: Din. Öyleyse bir toplum dine karşı takındığı tavır gereği ya seküler ya da postsekülerdir. Bu şekil bir takdim linear bir ilerleme algısını akla getirebilir ilk etapta. Ayrıca söz konusu bu ilerleme çerçevesinde gerçekleştiği varsayılan ve öze taalluk eden bir değişim ve dönüşümü de. Oysa ne seküler toplum postseküler olarak ve ne de aynısının düşünsel zeminini teşkil eden metafizîkî düşünce postmetafizîkî olarak sekülerliklerinden vaz geçmiş değillerdir. Söz konusu olan dışlayıcı olarak seküler toplumun kendi bünyesinde baş gösteren bazı yanlış anlamaların farkına varmış olması ve müteâkiben aynılarına binaen dine karşı takındığı tavırda bir değişikliğe gitme zorunda olduğunu kabul etmesidir. Öteki bağlamında bir kendiyle yüzleşmedir burada hayat bulan haddizatında. Fakat Habermas’a göre bu sadece tek taraflı gerçekleşen bir revizyon değildir, nitekim diğer taraf da, dolayısıyla din de aynı şekilde bir kendiyle yüzleşmeye gitmiş ve seküler akla karşı aldığı konumu revize ederek kendisini aynısına karşı yeniden konumlandırmıştır. Bu iki taraflı yüzleşme sonucu ortaya çıkan manzarada bir tarafta her ne kadar dinsel hakikatlerden sadece genel bir diskura aktarabileceklerini kabul etse de aynıları üzerinde bir bütün olarak yargılayıcı bir tutum takınmaktan uzak duran seküler akıl dururken, diğer tarafta kurumsallaşmış bilimin yanlışlanabilir sonuçlarında ortaya çıkan doğal aklın otoritesini ve hukuk ve ahlakta evrensel bir eşitlikçiliğin temellerini kabul eden din durur. Dolayısıyla ve sonuçta Habermas’a göre postseküler toplum, postmetafizîkî seküler bir akılla kendisini sorgulama becerisini gösterebilen dinsel bir bilincin sağlıklı bir ilişki kurabildikleri bir toplumdur.
Exkurs:
Özel olarak Türkiye bağlamında bakarsak meseleye, son dönemde yaşananlar Habermas’ın yukarda kısaca verdiğim argümanının son derece karikatürize bir şekilde hayat bulmuş olmasıdır. Nitekim İslamcıların kendi dinlerinden ve ilkelerinden herhangi bir şekilde taviz vermedikleri iddialarının aksine açıkça görünen şudur ki, aynı dönemde sadece devletin ve milletin, dolayısıyla tüyü bitmemiş yetimin kasası değil en az aynı pervasızlıkla dinin de içi boşaltılmıştır. Cumhuriyeti kuran elitlerin en büyük yanlışı toplumun maddi, manevi, sosyal ve entelektüel sermaye açısından en fakir kesimini bir şekilde periferide tutarak peu à peu merkeze entegre etmek yerine radikal bir şekilde dışarı itmiş olmalarıdır. Bu kesimin kurulan, haddizatında kurulmaya çalışılan yeni topluma ve kültüre herhangi bir şekilde bir katkı sağlamasının mümkün olmadığı düşünüldü. Fakat söz konusu elitler sadece bu hiçbir şeyi olmayan kesimi değil, aynı şekilde dini de toplumun dışına ittiler. Beklentiler, klasik anlayış doğrultusunda, dışarıya itilen bu iki unsurun sözkonusu dışarıda zamanlarını doldurup yavaş yavaş yok olacağı yönündeydi. Öyle olmadı ama. Ve bugün Türkiye’de yaşanan bütün sorunların fitili bu defamation, dolayısıyla exclusionla birlikte tutuşturuldu. Nitekim hiçbir şeyi olmayan bu kitle kendisi gibi dışarı itilen ve sahipsiz kalan dine sahip çıktı. Dindar olduğu, dolayısıyla dînî saik ve endişelerle değil ama, daha çok bir şeye sahip olmak ve sahiplendiği şey üzerinden bir kimlik kazanmak çabasıyla. Ardından İslamcılık adı altında söz konusu kitlenin dışardan kenara, kenardan merkeze doğru odyssee‘si başladı. Bin yıl dönümünde merkezdeydi İslamcılık artık. Tabii ki iş merkeze gelmekle bitmiyor, bitmedi de. Merkezle birlikte kazanılan imkanların kullanımı kimlikte esneklik, dolayısıyla genişleme gerektirir. Tamamıyla dine dayanan, dinden beslenen bir kimlik ha deyince değişmez öyle, önce kaynağın değişmesi, en azından modifiye edilmesi gerekir. Dolayısıyla bugün İslamcılık -ki bu son derece geniş bir kavram olarak Ankaralı akılcı(!) ilahiyatçıları olduğu gibi Ehli Sünnet adına mücadele eden gelenekçileri, haddizatında bilumum akademisyen vaizleri, hikayeci, şair ve mücahitleri, dolayısıyla her tür İslâmî tarikat ve hareketi ve en nihayetinde dinin herhangi bir şekilde ve ölçüde yaşam üzerinde belirleyici olması gerektiğine inanan herkesi içine alır- çerçevesinde yaşanan tartışmaların temelini tam olarak burada aramak gerekir. İmkanların genişlemesi ve farklılaşması kimliğin esnemesini zorunlu kılar dedim, söz konusu zorunluluk ise kimliği oluşturan kaynağın hareket etmesini, söz konusu kaynağın hareket etmesi, ismen de olsa, kimliğini söz konusu kaynağa dayandıran fakat herhangi bir sebepten dolayı bahse konu hareketi tasvip etmeyen ya da aynısıyla başa çıkamayanların dışarıda bırakılmasını, aynılarının kimliklerini kaybetme tehlikesini yani, dolayısıyla bu da in toto kaynaklar, bu demek kimlik üzerinde söz sahibi kim olacak, yani ‘Müslümanlık nedir?‘ ve ‘Müslüman kime denir?‘ sorularına kim cevap verecek sorularını sordurur, e bu da kavgaya yol açar.
2
Seküler akıl bağlamında biraz önce zikrettiğim revizyonun temelde şu üç sebebe dayandığını söyleyebiliriz: Küresel çapta yaşanan kültürel çatışmaların medya tarafından aralıksız bir şekilde takdim edilmesi, ki aynıları sıklıkla dinsel karşıtlıklar olarak verilir, kamusal bilinç üzerinde etkili oldu ve son tahlilde Batılı kitlelerin geniş bölümlerinde kendi seküler zihin dünyalarının dünya ölçeğindeki izâfiliklerini gözler önüne taşıdı. Bu şekilde dinin zamanla ortadan kalkacağı beklentisinden kaynaklanan seküler özgüven sarsılmadı ama sadece, aynı zamanda bakış içe yönelerek kendi önkabullerini de sorgulanır kıldı. Bu küresel temelde gerçekleşen izâfileşmeye ulusal bağlamda bir ikincisi eklendi ardından, nitekim din ulusal çerçevede de önem kazanmaya başladı. Farklı, özellikle de ağırlıklı olarak geleneksel kültürün yaşandığı ülkelerden gerçekleşen işçi ve diğer göç akımları Batı toplumlarında gerçekleşen bilinç dönüşümüne ayrıca bir katkı sağladı. Nitekim bu akımlar sonucu toplum dine, isteyerek veya istemeyerek, muhatap olmak ve onunla bir şekilde başa çıkmak zorunda kaldı. Yüzeyde bu şekil ve farklı tetikleyici unsurlar ileri sürmek mümkün olsa da, bütün bu olup biten aslında farklı dünyaların -medeniyetlerin değil- çarpışmasıdır (Zusammenstoß von Welten). Habermas’a göre ve bu çarpışmanın bu denli açıkça ortaya çıkması ve kendisini artan bir şekilde görünür kılması kendisi olarak daha derinde yatan iki fenomene bağlıdır. Habermas ilk olarak klasik beklentinin karşılıksız kaldığını söyler bu çerçevede. Dinler sadece kendi varlıklarını korumuş ve haddizatında artırmış gözükmüyor dolayısıyla, bu varlığın, ve önemin de, geleceğe yönelik artacağı yönündeki belirtiler aksi beklentileri favorize eden belirtilerle karşılaştırılamayacak kadar güçlüdür ayrıca. Bununla birlikte Modernitenin kendi içinde baş gösteren sorunlar yumağı, dışlayıcı olarak pratik akılla donanmış bir seküler toplumun yetersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Tam olarak burası Habermas’a göre seküler toplumun, kendi lehine ve iyiliği için, kendisini sorumlu tuttuğu ve alâmet-i fârikası olarak belirlediği sınırlarda, kendi karakterinden vazgeçmeden ama, bir esnemeye gitme zorunda olduğu noktadır. Dolayısıyla ve haddizatında bu gerekli, aslında ve kısmen zorunlu esnemedir seküler toplumu post-seküler kılan.
3
Siyasi Liberalizm Habermas’a göre demokratik anayasal devletin normatif temellerini lâ-dînî ve la-metafiziki argümanlarla meşrulaştırma yöntemidir. Bu öztanıma göre işbu yöntemin özelliği dışlayıcı olarak doğal akla dayanması, dolayısıyla kapsamı alanındaki bireylerin teknik ve entelektüel açıdan kolayca ulaşabilecekleri argümanlar üzerinde yükselen bir felsefi gelenek bağlamında hayat bulmuş olmasıdır. Bu tabii ki sadece söz konusu argümanların oluşturuldukları ve ifade edildikleri dilin söz konusu kapsam dahilinde olan bireyler tarafından anlaşılmasını zorunlu kılmaz, aynı zamanda bahse konu argümanların yapılarının ve içeriklerinin de aynı ilgili kitle tarafından bizzat kendilerini ilgilendiren ve yine kendilerine ait geçerli sebepler doğrultusunda anlaşılabilir olmalarını ve öyle kalmalarını ön koşar. Bu ön koşunun geri taşındığı düşünce ortak bir insan aklının varlığıdır son tahlilde ve seküler devlet erkinin meşrûiyetinin epistemik temelini bu ortak insan aklı teşkil eder. İnsanların bu doğal ortaklığı, bu demek her tür dinsel ve kültürel zeminden daha derinde yatan epistemik meşrûiyet, devlet erkine kendisini her tür dinsel ve kültürel meşrûiyetten bağımsız kılma imkanını verir. Fakat demokratik sürecin bu doğal zemine dayanarak elde ettiği meşrûiyet, dolayısıyla sahip olduğu meşrûiyet üretici güç, aynı yapının ilgili kitleyi kapsamı içine almasından kaynaklanmaz sadece, dolayısıyla söz konusu kitleyi içeri almak ve içerde tutmak işi tamamlamaz. Aynısını demokratik sürece ortak etmek, dolayısıyla içerdekilere kulak vermek de zorunludur. Demokratik süreç böyle davrandığı sürece meşrûdur ancak ve meşrûiyet üretebilir. Ve bu şekilde devlet erki en iç noktasına kadar hukukîleştirilmiş, dolayısıyla hukuk siyasi iktidarın didik didik en içine ve dibine sızmış olur. Siyasi erkin bu işleyişine karşılık vatandaşlar, özellikle de dindar olanlar, seküler devletle ilgili olarak aynısının dünya görüşsel açıdan tarafsız iktidar kullanım- ve uygulamasını kabul etmek zorundadırlar. Bu kabul toplumsal bazda uygulanan özerklik için olmazsa olmazdır. Nitekim her biri farklı bir dil kullanan farklı dinsel ve kültürel yaşam şekillerinden bir araya gelen seküler devlet aynılarına karşı alınan ve kitlesel bağlayıcılığa sahip olan kararları meşrûlaştırmakla yükümlüdür ve bu yükümlülük dünya görüşsel tarafsız bir anayasayı ön koşar, ki ancak bu tarz bir anayasadan her vatandaşa eşit mesafede, dolayısıyla her tür dinsel ve kültürel artıktan temizlenmiş olarak her vatandaş için aynı ölçüde ulaşılabilir olan bir dil ve argüman üretmek münkün olur. Dolayısıyla siyasi erkin lâ-dînî bir temele dayandırılması zorunludur. Bu çerçevede dindar vatandaşlar şunu kabul etmek zorundadırlar ki, kamuyu meclislerden, mahkemelerden, bakanlık, daire ve idareden ayıran eşiğin ötesinde dışlayıcı olarak seküler sebepler geçerlidir. Bu noktada şöyle bir sorun çıkıyor ortaya haliyle. Liberal devlet her vatandaşı için din özgürlüğünü temin ediyor ve her tür farklı dinsel ve kültürel yaşantıyı eşit derecede koruyorsa, dolayısıyla bu şekilde vatandaşlarını açıktan açığa dindar bir yaşam yaşamaya teşvik ediyor, en azından aynısını fazlasıyla mümkün kılıyorsa, fakat aynı zamanda aynılarından vatandaş olarak sonuçları her tür dinsel ve kültürel artıktan arındırılmış bir demokratik sürece katkı sunmalarını bekliyorsa, oluşan çelişkiyle, öyleyse şayet, başa çıkmak nasıl mümkün olur?
To be continued.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN