Modern etiğin, ki aynısının ağa babası olarak Immanuel Kant‘ı öne çıkartabiliriz, en büyük sorunu, muhtemelen, ağırlıkla muhtemelen, ötekiyi öteki olarak, yani kendine haslığında, in its particularity, ihmal etmesi, aslında görmezden gelmesidir. Modern etik için sorun, öyleyse, ötekiyi ötekileştirememekten ibaret, öteki olarak bırakamamak aslında, her öteyi ve ötekiyi beri kılmak, beriye çekmek ve sonra da dönüp bunu iyi bir bok yemiş gibi bir erdem olarak pazarlamak haddizatında. İşte, hepimiz kardeşiz falan filan. Türkiye’de herkes öteki olmaktan yakınıyor. Başka yerlerde insanların onun uğruna canlarını feda ettikleri bir değer bizim buralarda yakınılacak bir durum olarak algılanıyor. Fakat bu haklı bir yakınma, temelde haksız olsa da. Nitekim Türkiye’de öteki demek, her yerde olduğundan çok daha fazla görünmez olmak demek, bir nevi Antik Yunandaki βάρβαρος‘la eşdeğer, anlaşılmaz, duyulmaz, sesine kulak verilmez demek. Böyle olunca da kimse öteki olmak istemiyor tabii ki, ki Allah her insanı öteki olarak yarattı ve ona o öteki olarak kalmasını emretti. Dolayısıyla postmodern bir etik, Allah’ın emri gereği, ötekiyi öteki olarak muhafaza edebilen, ona öteki olarak kıymet verebilen, haddizatında olduğu öteki kalabilmesini mümkün kılan bir çerçeve için çabalayan bir etiktir. 

Modern etiğin ağa babası Immanuel Kant‘tır dedim, haddizatında Königsberg‘linin ahlaki evrensellik dediği şey, der moralische Universalismus. Bu şey belirli bir ontolojik kabule dayanır ve bu kabul de gerçekliği daraltır, dışlayıcı olarak kesitsel olarak algılanmasını getirir beraberinde, Almanca dediğimiz gibi, partiell, kısmi bir gerçeklik içinde buluruz kendimizi. Her zaman söylediğim gibi, İslamcılıkla modernitenin çift yumurta ikizi olma durumları burada yeniden nüks eder. Nitekim İslamcılığın olduğu gibi modernitenin de sosyal ontolojisi toplumsal yaşantıyı dışlayıcı olarak bir şeyleri değiştirmeye indirger, davranmaya, hareket etmeye, bir şeyler yapmaya, dolayısıyla söz konusu karakteri taşımayan her tür davranış ve tavır alış ister istemez kategorik olarak görünmezliğe kayar. Sürekli bir şey yapmak zorundasınız, mesela sadece eleştiremezsiniz, bu olmamış diyemezsiniz, olmamışsa ne olmalının da cevabı hazır olmalı. Demokles’in kılıcı misali, ne yapmalı ya da Vladimir Lenin’in meşhur ifadesiyle Что дѣлать?, what is to be done? sorusu başınızın üzerinde sallanır durur. Dolayısıyla bir şey yapmalısın ki, yaptığınızın ahlaki olup olmadığı bilinsin, ahlak yüz kazansın, zemin bulsun, ortaya çıksın, ki bunu bilmek demek aslında yaptığınız şey temelde ve son tahlilde yapmak istediğiniz şeye, yani size göre olması gerekene, ne kadar faydalı ve ne kadar uygun demek demektir. Bu nokta iyiyle doğrunun, ahlakla ideolojinin, oportünizmle pragmatizmin, takiyeyle cesaretin, küfürle imanın, fıskın, fücürun ve ne varsa hepsinin birbirine girdiği ve son tahlilde ortaya ahlak adına piç bir şeyin çıktığı noktadır.

Modern ahlakın alamet-i farikası davranmaktır dedim, haddizatında aynısını aynısının zemini, yüz bulduğu nokta olarak belirledim. Bu demek ahlakın yüz kazanabilmesi, iyi ya da kötünün ne olduğunun belirlenebilmesi için bir şeylerin değişmesi, yer değiştirmesi gerekir. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz der Türkler ve bu şekilde de modern etiğin en kısa ve en precise tanımını verirler. Buna yakından bakınca sanki Kant’a aykırı bir tarafı varmış gibi gözükebilir, nitekim denilebilir ki, Kant için davranışın sonuçları, bir şeyin değişip değişmemesi önemli değildir, o niyete bakar. Tabii ki, de işte niyetin ortaya çıkabilmesi için davranmak zorunludur Kant’a göre, yoksa tek başına niyet bir işe yaramaz. Dolayısıyla ahlaki olmak demek ne bir başına niyette ne de davranışta mahfuz, mesele ikisini örtüştürmekten ibaret. Dolayısıyla Kant koyduğumuz yerde durmaya devam ediyor.

Martin Heidegger’ya bakalım, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır umuyorum. Nitekim ilk kez onunla birlikte etik, modern etikle birlikte kazandığı merkezini kaybeder, aktivite merkezli olmaktan kurtulur. Sürekli nasıl davranmanız gerektiğini düşünürseniz, ahlaki olanı dışlayıcı olarak bu nasıla kilitlerseniz, karşınızda kimin olduğunun hiçbir önemi kalmaz. X,Y ya da Z. Ne demişti İmamoğlu, zırt gelir pırt gider. Bu aslında hazıra konmaktır bir yerde, sorumluluktan kaçmak, yani her seferinde yeniden bakmanın, hesap etmenin, aradaki farka yoğunlaşmanın, durmanın, nefesini tutmanın, Almanca dediğimiz gibi, innehalten, sanki ekranı dondurur gibi dura kalmanın, bırakmanın alanı ötekiye, ona gel demenin, veni, anlat kendini, ak içime, zihnime, dolayısıyla kendini açmanın, söyle bana seni farklı kılan ne demenin tam zıttı bir şey. Bu biraz Justitia’nın gözlerindeki bandana gibi bir şey. Karının gözlerini kapatınca daha adil olur diye düşünmüşler de olmuyor işte. Adalet olacaksa herkese eşit davranarak olmaz bu iş. Heidegger’nın Gelassenheit dediği şey, salmışlık diyorum ben, ya da bırakmışlık. Tam olarak böyle bir şey. 

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN