Din felsefesinde ele alınan konulardan birisi de dinlerin varlık alemiyle ilgili iddialarının akli statüsünü ortaya koymaktır. Yani akıl her bir dini birer iddia olarak ele alır ve bu iddialar ile varlık alemi arasında bir mutabakat olup olmadığını tespit etmeye çalışır. İşte dini çoğulculuk anlayışı dinlerin akli statüsünü ortaya koymaya çalışırken aklın ulaştığı sonuçlardan birisidir.
Bu meseleyi açıkça ortaya koyabilmek için önce epistemolojik anlamıyla çoğulculuğu ortaya koyacak ikinci olarak da dini çoğulculuğun neden akli ve ahlaki bir seçenek olduğunu göstermeye çalışacağız. Buna geçmeden genel olarak hakikat ile dini çoğulculuk arasında nasıl bir ilişki bulunduğunu görmek gerekir. Bu açıdan bu iki olgu arasında karşılıklı bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Yani bizim hakikat anlayışımız dini çoğulculuk meselemizdeki tavrımızı belirlerken aynı şekilde dini çoğulculuk meselesindeki tavrımız da nasıl bir hakikat anlayışına sahip olacağımızı belirlemektedir. İşte bu yüzden bu iki olgu arasında karşılıklı bir etkileme-etkilenme ilişkisi vardır.
Şimdi öncelikle hakikatin ne anlama geldiğini ortaya koyarak meselenin analizine başlayalım!
Hakikatin ontolojik ve epistemolojik olmak üzere iki farklı anlamı vardır. Ontolojik anlamıyla hakikat bir şeyin varlığı ve gerçekliği anlamına gelir. Bu anlamda x hakikattir derken kastımız gerçeklik aleminde x diye bir mevcudun bulunduğudur. Hakikatin ikinci anlamı ise epistemoloji alanında ortaya çıkar. Buna göre epistemolojik olarak hakikat varlığın değil varlığa dair bilginin sıfatı görevi görür. Bilginin sıfatı olarak kullanıldığında da hakikat vakaya mutabık olan önerme anlamına gelir. Bu anlamda x hakikattir demek x’e dair bilgimiz x’in kendisine mutabıktır demektir!
Açıklanmaya muhtaç olan ikinci kavramımız ise çoğulculuk kavramıdır. Buna göre bir yerde çoğulculuktan bahsedebilmek için şu üç şeyin bulunması gerekir:
1. Ortada gerçek bir kesretin bulunuyor olması.
2. Bu kesretin birliğe indirgenememesi ve
3. Bu kesretin aklen caiz ve geçerli olması.
Bu üç unsurun bir arada bulunduğu bir yerde çoğulculuktan bahsedebiliriz.
Epistemolojik çoğulculuk ise bu anlayışın bilgi felsefesinde bulduğu karşılıktır. Epistemolojik çoğulculuğu daha iyi anlayabilmek için bilgi alanında çoğulculuğun bu üç şartının nasıl tahakkuk ettiğine bakmak gerekir. Bu soruya da ancak bilginin ne olduğunu ve nasıl mümkün olduğunu göstererek cevap verebiliriz.
Burada cevaplandırılması gereken soru şudur: Bizler bir iddiaya dair ne zaman bilgi sahibi olduğumuzu söyleyebiliriz? Cevaben şu üç şart tahakkuk ettiğinde bir iddiaya dair bilgi sahibi olduğumuzu makul bir şekilde iddia edebiliriz. Eğer bir iddiaya dair elimizde temellendirilmiş doğru bir inanç varsa o iddiaya dair bilgi sahibi olduğumuzu aklen ileri sürebiliriz. Bu üç unsurdan doğruluk iddianın gerçeklik alemindeki durumuna gönderme yapar. Yani iddianın gerçekte de öyle olduğu anlamına gelir. Temellendirme ise iddianın doğruluğuna dair ortaya koyduğumuz delillerdir. Subjektif unsur olan inanç ise bizim iddiaya dair temellendirme aracılığıyla sahip olduğumuzu inanç ve kanıdır!
Dolayısıyla iddianın iki veçhesi bulunmaktadır:
1. İddianın gerçeklik alemine bakan veçhesi ki buna iddianın objektif veçhesi de diyebiliriz.
2. İddianın süjeye bakan tarafı ki buna da iddianın sübjektif veçhesi diyebiliriz.
İşte bu ilişki ağı içerisinde Süje temellendirme üzerinden bir iddianın doğru olup olmadığına dair bir inanç sahibi olmaya çalışmaktadır.
Şimdi burada önemli olan delillendirmenin hangi unsurların etkisi altında yapıldığıdır. Diğer bir ifadeyle acaba bu temellendirme sadece delil üzerinden mi yapılmaktadır yoksa yoksa işin içinde bilişsel olmayan unsurlar da karışmakta mıdır? Diğer bir ifadeyle temellendirmede sübjektif unsur tamamen sıfırlanabilir mi yoksa sıfırlanamaz mı? Eğer bu soruya evet cevabı verirsek bu durumda vakaya mutabık olan bilginin yani kesin ve yakini bilginin mümkün olduğunu kabul etmiş oluruz. Ama eğer bu soruya hayır cevabı veriyorsak işte o zaman epistemolojik çoğulculuğun önü açılmış olur. Bu ikinci durumda elimizde olan şey temellendirilmiş doğru inanç değil sadece temellendirilmiş inançtır. Ki bu da epistemolojik olarak zanni bilgiye tekabül etmektedir.
İşte epistemolojik çoğulculuğu mümkün kılan yaklaşım budur. Yani elimizdeki iddialara dair kesin ve yakini bilgi değil ancak zanni bilgi sahibi olabileceğimizi savunan görüşe epistemolojik çoğulculuk denmektedir. Ve bu bilgiyi üreten akla da eleştirel akıl denmektedir! Epistemolojik çoğulculuk epistemolojik dogmatizm ve mutlaklık ile sofizm ve nispiyetçilik arasında orta bir yerde bulunmaktadır. Buna göre eleştirel akıl da dogmatik akıl ile nispiyetçi akıl arasında orta bir yerde durmaktadır.
Eleştirel aklın iki temel kabulu vardır:
1. İnsanın bilme yetileri sınırlıdır ve bu yüzden de her şeyi bilemez.
2. İnsan hakikati olduğu gibi değil ancak bize göründüğü şekliyle bilebilir.
Bu iki temel varsayım üzerinden bilgi üreten akla eleştirel akıl ve bu bilgi anlayışına da epistemolojik çoğulculuk denmektedir!
Dolayısıyla epistemolojik çoğulculuk ile görelilik arasındaki fark epistemolojik çoğulculuğun temellendirilmiş inanca dayanması ama göreliliğin ise sadece inanca dayanıyor olmasıdır. Diğer bir ifadeyle görelilik bilgi açısından ne doğruluğu ne de temellendirmeyi kabul etmektedir. Onlara göre elimizde olan tek şey inançtır ve inanç da tamamen sübjektiftir!
Bu felsefi zemin üzerinden dini çoğulculuk olgusunu ele alırsak şöyle bir manzara ortaya çıkmaktadır:
Öncelikle dinler arasında bir kesret bulunduğu açık bir şekilde ortadadır. Zira felsefi akıl din olgusunu ele almak için dine yönelince karşısında kurumsallaşmış ve her birisinin milyonlarca mensubu bulunan birden fazla din bulmaktadır. İkinci olarak bu kesretin birbirine de indirgenemeyeceğini görmektedir. Peki ama üçüncü varsayım da mevcut mudur? Yani bu kesret aklen caiz midir? Diğer bir ifadeyle dini kesretin akli statüsü nedir?
Bu açıdan dinleri ele aldığımızda gördüğümüz manzara şudur:
Her bir din hakikatin ne olduğuna dair belli bir iddiaya tekabül etmektedir. Ve akıl bu iddiaların hiçbirisi hakkında temellendirilmiş doğru inanç anlamında bilgi sahibi olamamaktadır. Ancak bütün bu iddiaların da aklen temellendirilebilen inançlara tekabül ettiğini görmektedir. Dolayısıyla akıl dini çoğulculuğa kaynaklık eden kesretin görelilikten kaynaklanan bir kesret olmadığının da farkındadır ki zaten bu yüzden dini kesret aklen meşru ve makbul bir kesrettir ve bu da dini çoğulculuk anlayışının akli ve ahlaki olduğu anlamına gelebilmektedir.
Bu durum bize dini çoğulculuğa kaynaklık eden kıstasın ne olduğunu da ortaya koymaktadır. Buna göre bu kıstas; dini inançların akli statüsüdür. Yani aklen hiçbir dini iddianın kesin ve yakini bir şekilde vakaya mutabık olup olmadığının gösterilememesidir!
Peki ama durum neden böyledir? Yani akıl neden dini iddiaları mutlak bir şekilde doğrulayıp yanlışlayamıyor?
Bu açıdan meseleye baktığımızda karşımıza şu çıkıyor!
1. Hakikatin apaçık olmaması durumu!
Hakikatin apaçık olup olmadığı meselesi düşünce tarihi boyunca üzerinde durulmuş bir meseledir. Ancak benim iddiam bunun teorik bir iddia olmadığıdır. Dolayısıyla hakikatin apaçık olup olmadığını düşünce tarihine bakınca görebiliriz. Bu açıdan düşünce tarihine baktığımızda gördüğümüz manzara mutlak bir epistemolojik çoğulculuktur. Yani karşımızda temellendirilmiş inançlardan oluşan felsefi, kelami ve irfani pek çok sistem bulunmaktadır. Ve bunlardan hiçbirisi de diğer alternatiflerini nihai olarak oyunun dışına itememektedir.
2. İnsanın bilme yetilerinin keyfi ve niteliksel olarak sınırlı olması!
İnsanın bilme yetilerinin sınırlı olduğu ilk günden beri biliniyordu. Ancak tartışma bunun niceliksel bir sınır mı yoksa niteliksel bir sınır mı olduğu noktasında yatıyordu. Özellikle Kantla birlikte bu sınırın hiçbir şekilde aşılamayacak niteliksel bir sınır olduğu kabul görmüştür. Klasik dönemde bazı kelamcı ve arifler de bu görüşü varsayım seviyesinde savunmuştur.
3. İkinci sebebin sonucu olarak insanın gerçekliği kendinde olduğu şekliyle değil ancak bize göründüğü şekliyle bilmesi ve bunun da ortaya kaçınılmaz olarak epistemolojik kesreti çıkarmasıdır!
Bu durumun asıl sebebi sınırlı olan bilme yetilerimizin belli bir iç yapısının olması ve gerçekliğin ancak bundan geçerek fenomen olarak bilinebilmesidir!
4. Nazari ve teorik meselelerde nihai bir çözümün ortaya konamaması!
Söz konusu teorik meseleler olunca nihai bir sonuca ulaşamamızın sebebi nazari meselelerin dış alemde misdaklarının bulunmuyor olmasıdır. Şöyle ki teorik her iddia soyut ve felsefi birer kavram kullanılarak ortaya konur. Ve soyut ve felsefi kavramların dış alemde somut misdakları yoktur. Bu tür kavramların sadece menşei intizaları vardır. Bu da soyut ve nazari meselelerin ancak “en iyi açıklama” modeliyle ele alınabileceği anlamına gelmektedir. Yani soyut meseleler hakkında ne kıyas yöntemiyle ne de istikra yöntemiyle bilgi sahibi olunabilir! Bu tür meseleler hakkında akli sorgulama yapmanın tek yolu “en iyi açıklama” modelidir. Ve bu akıl yürütmenin en büyük özelliği de bütün açıklamaların ancak alternatif bir açıklama modeli ortaya çıkana kadar geçerli olmasıdır. İşte bu yüzden hiçbir teorik mesele nihai olarak çözülemez!
İstikrai olarak ortaya koyduğumuz bu sebeplerden dolayı öncelikle epistemolojik çoğulculuk ikinci olarak da bunun bir türevi olan dini çoğulculuk akli ve ahlaki bir seçenek olarak ortaya çıkmaktadır!
Son olarak bütün bu söylediklerimizi akli bir kıstas şeklinde ifade etmemiz gerekirse şöyle diyebiliriz: Dini çoğulculuğun felsefi ve akli dayanağı dini alanda görülen kesretin vahdete indirgenememesi ve bu alanda ancak temellendirilmiş inanç anlamında dini inançlarla karşı karşıya olmamızdır!
Abuzer DİŞKAYA
Yüreğinize sağlık, tek kelimeyle enfes olmuş. Ben de böyle olması gerektiğine inanıyorum ama böyle güzel ifade edemezdim doğrusu. Selamlar saygılar
Eyvallah.