Kutsal Şemsiye, Peter Berger ve Thomas Luckmann’ın 1966 yılında birlikte yazdıkları “Gerçekliğin Sosyal İnşası: Bir Bilgi Sosyolojisi İncelemesi” adlı kitabın uzantısı mahiyetinde bir kitap olarak değerlendirilebilir. Tek farkla… O da bu kitabı tek bir yazarın, Peter L. Berger’in yazmış olması…
Kitabın ilk iki bölümü Berger’in sosyolojik teorisini özetlemektedir. İnsanlar sosyal varlıklardır ve anlamlara ihtiyaçları vardır; normları, inançları ve dünya görüşleri olan anlam yapıları yaratır ve bu süreç diyalektik olarak ilerler. Dışsallaştırma işlemi sonrası nesneleştirilmiş bu anlamları geri alıp içselleştiririz. Berger, ‘insanın temel sosyalliği’ ve deneyimlerimizi düzenleme ihtiyacı teorisinin biyolojik temelleri olduğunu belirtir. Bu teoriye göre bebekler ‘bitmemiş’ olarak doğar. Tamamlanmanın, kimliğin toplumsal inşasıyla gerçekleştiğini söyler. Bu yüzden bitmemiş olarak doğan bebeğin temel kimliği sosyaldir, yarattığımız ve içselleştirdiğimiz yapılar tarafından sabitlenir.
Berger için din, bu genel sosyolojik teorinin bir alt kümesidir ancak; toplumun normları ve yapıları, “kutsal bir şemsiye” oluşturan farklı bir metafizik ve ilahi karaktere bürünür. Bununla birlikte din, insanlara sosyal ve doğal çevre ile diyalektik ilişkilerinde aktör statülerini unutturarak yabancılaştırıcı bir güç olarak hareket edebilmektedir. Bu böyledir çünkü kutsal / kutsal olmayan ikilemine dayanan din, “ötekinin” ve ötekinin yapıcı yeteneklerine karşı güçlü bir hayranlık uyandırmasının yanı sıra, insan egemenliği alanının dışında (parça olarak değil) birçok doğa üstü varlık ve gücün varlığını önermektedir.
Fakat bu dînî dünya görüşü, kilise ile devletin gittikçe artan ayrılığından başlayarak, Protestanlık ile Katoliklik arasındaki ayrılığa ve ardından Protestanlığın kendi içindeki bölünmelere ve nihayetinde Berger’in kitabında ifade ettiği dinin toplumdan gittikçe kaybolması anlamına gelen sekülerleşme ile sona erecektir. Dünyadaki tarihsel sekülerleşme eğilimi, sadece sosyal-yapısal gelişmelerin (sanayileşme, kentleşme, kapitalizm vb.) bir etkisi olarak değil, aynı zamanda kısmen dini alandan doğmuş olarak anlama projesi etrafında döner. Berger kitabın ikinci kısmında Yahudilikten itibaren din tarihindeki sekülerleşme damarını izler.
Berger, diyalektik yaklaşımında çoğulculuğun sekülerleşmeyi ve sekülerleşmenin de çoğulculuğu ilerlettiğini ifade etmektedir. Din tarafından doldurulan boşluk giderek daralacak ve din daha sonra kaybolma noktasına kadar azalacaktır. Sonuç olarak, dinsel dünya meşruiyetini, akla yatkınlığını yitirmiş ve artık büyük sosyal kurumları ve onların üyelerini aday göstermeye veya düzenlemeye hizmet etmemektedir. Dini inanılırlık krizi, geleneksel dini inandırıcılığın yaygın biçimde çöküşünü yansıtmaktadır.
Bu nedenle çoğulculuk, bilincin sekülerleşmesinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte, din ve toplum, hem idealizmi hem de materyalizmi aşan diyalektik bir ilişki içinde devam etmektedir. Daha önce otoriter olarak dayatılan dini sistem, çoğulcu durumda, pazarlanan bir metadır. Bürokratik pazarlama sürecini sürdürmek için bürokratik yapılar artan bir önem kazanmaktadır. Tüm insanlar için her şey olma ihtiyacı, dini pazarlama sürecine dahil olan farklı gruplar arasında dostane bir iş birliği olan “ekümenite” nin sosyal-psikolojik temelini oluşturur.
Sonuç olarak, dini kurumlar, bireyin özel hayatında ahlaki ve tedavi edici “ihtiyaçlarına” uyum sağlar… Berger, dinin sosyo-psikolojik işlevselliğine dikkat çekerek aileye ve mahalleye olduğu kadar bireyin psikolojik “ihtiyaçlarına” vurgu yapar. Bu da tam da anlamlı yapılar inşa eden insan için ‘kutsal bir şemsiye’ görevi görecektir.
Abdullah YARGI