Ludwig Wittgenstein – Familienähnlichkeit 

Andrea Sarti: „Unglücklich das Land, das keine Helden hat! “ 

Galileo Galilei: „Unglücklich das Land, das Helden nötig hat.“

 

Andrea Sarti: „Dava adamlarına sahip olmayan bir millet, zavallı bir millet!“

Galileo Galilei: „Dava adamlarına ihtiyaç duyan bir millet, zavallı bir millet!“

Berholt Brecht

 

Verwendet nicht das Denken dazu, einer politischen Praxis einen Wahrheitswert zu verleihen.

Düşünmeyi davanızı meşrulaştırmak, davanıza hakikat değeri sağlamak için kötüye kullanmayın.

Michel Foucault

  

Orthodox zu sein und die Orthodoxie zu verteidigen ist leicht, haeretisch zu sein ungleich schwerer. Wer es versucht hat, weiB, wie verstörend und erschöpfend, ja sogar schmerzhaft das Leben eines Haeretikers sein kann.   

Dava adamı olmak ve dava sahibi olmayı savunmak kolaydır, daha zor olanı davası olmamaktır. Bunu kim denediyse bir davasızın hayatının ne kadar abandone edici ve tüketici ve hatta ne kadar acı verici olabileceğini bilir.

Didier Eribon

>>> İKİNCİ YAZI İÇİN TIKLAYINIZ <<<

 

1

İslamcı Metafizik derken benim zihnimde en başından itibaren ve her zaman ve dışlayıcı olarak sadece iki kelime belirir: Ümmet ve Fıtrat. Bu kelimelerin her ikisi de (just metaphysics) metafizikidir (what else), dolayısıyla öznenin içinde bulunduğu anı aşan bir yönelime sahiptirler. Bu demek özneye özne olarak, yani onun kendisini belirli bir noktada algıladığı, aynı noktada kendi farkına vardığı şey olarak, öyle pek de fazla önem vermezler. Ben neyim? sorusunun cevabını sen bilemezsin derler özneye, ama biz öğreteceğiz sana, merak etme diye devam ederler. Aslında soru ben neyim değil, ben ne işe yararım olmalıdır onlar açısından. Meseleye fonksiyonel yaklaşırlar yani. Her iki kelime de İslamcılığın şekillenmesinde, farklı zaman ve bağlamlarda, önemli rol oynamakla birlikte, aslında İslamcı diskurda anlaşıldıkları şekilleriyle İslam’ın elimizdeki kaynaklarına içsel değillerdir tabii ki. En azından bana göre. Dolayısıyla bunların, kısa da olsa, üzerinde durmaya çalışacağım. Bakalım ne çıkacak ortaya, şayet durabilirsem ve şayet bir şey çıkacaksa o da. Ve her ne kadar sosyolojik ve tarihi ve hatta entelektüel analizlerde bulunmayacağım dediysem de meseleye başlarken biraz önce yukarıda, ki entelektüel analiz nedir onu da pek bilmiyorum ya, demiş bulundum bir kere, sanırım aynılarına benzer bazı şeyler yapacağım yine de. Yapmak zorundayım haddizatında. İslamcılığı anlamaya çalışacağım günün sonunda nitekim, onu bir yerlere koyacağım. Bu çerçevede birçoğuyla birlikte Sol-Sağ ayrımına girmek gerektiğini düşünüyorum ve aynısına girmek istiyorum, dolayısıyla aynısına gireceğim de. Ve sonuç itibarı ile, şayet gerçekten de girebilirsem, İslamcılığın en dibine kadar Sağ olduğunu iddia edeceğim. Bu Sağ ama bildiğimiz, yani alışagelmiş olduğumuz Sağ anlayışımızdan biraz daha farklı bir Sağ olacak, nispeten; her ne kadar bu bağlamda alışagelmiş olduğumuz şeyleri tümüyle dışarıda bırakmasa da. Bu çizgide takip edeceğim, etmek istediğim, önemli diğer bir kelime ise muhafazakarlık kelimesi olacak, olması gerekir haddizatında; dolayısıyla onun da üzerinde duracağım az biraz. Son tahlilde burada aslında, en altta, muhafaza edilmek istenen şeyin ne olduğunu ve o şeyin Sağ-Sol diskuruna nasıl şekil verdiğini ortaya koymaya çalışacağım. Meselenin, öyleyse, bize lisede öğrettikleri gibi çok da fazla ve sadece 1814 Fransız parlamentosu katılımcılarının aynı parlamentonun başkanının oturduğu yerden gördüğü doğrultuda ne tarafta oturduklarıyla ilgili olmadığını, bu ayrımın, haddizatında, çok daha geri- ve derinlere gittiğini göreceğiz. Bakarsak, iyice bakarsak, bakabilirsek tabii ki. Haliyle, değişim (devrim) ve muhafaza (Gelenek/Tradisyon) çerçevesinde süregelen ve giden bir dikotomi var burada, en derin- ve en dibinde. Bunu unutmamak gerekir. Ve Karl Marx’ın tam olarak, aslında ve büyük ölçüde, tabii ki, yine, bana göre, diyalektik bir süreç üzerinden bu dikotomiyi sınıfsız toplum fikriyle ortadan kaldırma çabasını da unutmamak gerekir ayrıca. Ben böyle okumak istiyorum meseleyi. Anlayacağınız biraz antropoloji, ki Sağ-Sol ayrımı temelde antropolojik temelli bir ayrımdır, dolayısıyla belirli bir insan tasavvuruna dayanır, biraz da başka bir şey, o şey her neyse artık, yapacağım, en azından bu yönde bazı çalışmalarımın olacağını söyleyebilirim rahatlıkla. Hatta bazen bu işin antropolojik değil de daha çok kozmolojik olduğunu düşünmüyor değilim hani. Şaka değil ha, gerçekten. De bu bir bahsi diğer. 

Üzerinde, kısaca da olsa, belki de oldukça uzunca, durmak istediğim, unutmazsam şayet, diğer bazı kelimeler ve kişiler daha var: 1) Weltanschauung, dolayısıyla biraz Immanuel Kant, 2) Paradigma, dolayısıyla biraz Thomas Kuhn, 3) İdeoloji, 4) Habitus, dolayısıyla az biraz da Pierre Bourdieu ve 5) Faşizm. Bu kelimelerin İslamcılıkla olan, varsa şayet, ilişkisini sorgulayacağım. Dolayısıyla ve haddizatında İslamcılığı anlamaya çalışırken bu kelimeler bana yardımcı olabilir mi sorusunu soracağım. Neyse. Niyetim bu yön ve istikamette olacak. Ortaya neyin çıkacağını henüz bilmiyorum; nereden bilebilirim ki? Herhangi bir düzen ya da sıra takip etmeyeceğim tabii ki bütün bu dediklerimi yaparken ya da yapmaya çalışırken; yok daha neler. İyi misiniz siz? Aklıma ne, ne zaman ve nasıl düşerse, o şeyi o zaman o şekilde yazacağım. Daralmalara gelemem, Trabzonluyum ben. Bazen tekrar edeceğim, bazen unutacağım, hem halihazırda diyeceğimi hem de daha sonra söylemek istediğimi, bazen de daha önce hiç düşünmediğim şeyler gelecek aklıma birdenbire, out of the blue, maviden maviye düşer gibi yani, yani gökten denize, ve ben onları aklıma düştükleri o an, bir nevi reklam arası vererek, sizinle paylaşacağım. Yöntem? O hak getire zaten, işim olmaz. Hiç olmadı da. Tekerleme filozoflarının!!! dedikleri gibi sıklıkla, usulsüzlük vusulsüzlük(mü)dür acaba? El hâk. Evet, öyledir, dolayısıyla tekerlemeciler haklı. Da onu da tekerlemeciler, yola düşenler, bir hedefi, bir derdi, bir davası, acelesi olanlar, bir yere gitmek, başarmak, varmak isteyenler, haddizatında meşhur bir tekerlemecinin daha az meşhur olmayan bir ifadesi ve, nitekim sermayenin kucağında, hem de tam ortasında, icraatıyla söylemek gerekirse, bir Teklif’i olanlar düşünsün bi zahmet, benim öyle bir sıkıntım yok, teklif’im ise hiç yok, olmayacak, olmadı da. ذاق طعم الإيمان، من رضي بالله ربا وبالإسلام دينا وبمحمد رسولا. Ben mükellefim sadece. İyiyim yani, Elhamdulillah. Bir de hasta olmasam, ama neyse. O kadarı, öyle diyorsunuz ya siz Türkler, kadı kızında da olur. Bir yere koşmuyorum, bir yere varmaya çalışmıyorum, derdim yok, davam yok, hedefim, o anlamda, yok, acelem hiç yok, işim de yok, o anlamda, gücüm de yok; yok oğlu yok. Dolayısıyla olaya Friedrich Hölderlin gibi bakıyorum aslında. Rahatım, saldım, bin entspannt, relaxed, rahattan daha rahat yani: 

Armes Herz,

Du wirst sie nie erfragen

Wenn dir nicht ein Traum von ihr genügt.

[…]

Denn,  

Wie du anfiengst, wirst du bleiben.   

Vardım varacağıma sizin anlayacağınız, ta en başından itibaren haddizatında. Dedim ya; daralmalara gelemem, Humurgan’lıyım. 

 

2

Bir İslamcıyı bir İslamcı olmayandan ayırmak, olursa şayet, nasıl mümkün olur? Bunun elle tutulur, gözle görülür kriterleri var mıdır? Yok, öyle kriterler, nesnel kriterler, yok maalesef. Bu iş az çok biraz bir antrenman meselesi galiba ve aslında, evet öyle haddizatında, eine Sache der Übung Peter Soloterdijk‘ın dediği gibi, dolayısıyla zaman üzerinden ve bu güruhun unsurlarına muhatap oldukça, onlarla karşılaştıkça, aynılarına maruz kaldıkça, ki bu esnada yapacağınız gözlemler son derece önemli, dolayısıyla son derece dikkatli olmanız gerek, Allah’ın Müslümanlarla ilgili tanımı, dolayısıyla beklentisi bu yönde nitekim (…those who scrutinize and reflect /…sorgfaeltige Betrachter /…مُتَوَسِّمٖينَ), yavaş yavaş bir his, ein Gefühl, kazanıyorsunuz, aynısı oluşmaya başlıyor. Yaydıkları kokuyu algılıyorsunuz artık belirli bir süre sonra adeta, bir nevi satır aralarında yakalıyorsunuz onları konuşurlarken, bakarlarken bakışlarında, hatta kılarlarken namazlarında ve infaklarında verirlerken, dımdızlak kalıyorlar ortada, kendilerini ele veriyorlar, ne kadar çok dikkat ederlerse etsinler. Bir noktada araba devriliyor işte ve altında kalıyorlar. Mecazen söylüyorum tabii ki, yoksa Rabbim görünür görünmez kazalardan korusun. Herkesi. 7.4 yetmedi mi? diye soranları da. Yemek yerken tuttukları kaşık ve çatalda bile rastlıyorsunuz İslamcılara. Bakıyor, sadece bir kere bakıyor, dinliyor, sadece bir kez dinliyor ve anlıyorsunuz hemen; bu bir İslamcı diyorsunuz, fakat niçin İslamcı sorusuna öyle kolayca anlaşılır bir cevap vermek o kadar kolay olmuyor. Hani Augustinus zamanla ilgili diyor ya, biraz öyle galiba. Daha da ilginç olan şey, her anlamda birbirine benzeyen iki kişiden birinin İslamcı, diğerinin ise İslamcı olmadığını fark edebiliyorsunuz; hemencecik. Ama, yine, bunun neden böyle olduğuna cevap bulamıyorsunuz. Gerçi Mümin’siniz, öyleyseniz şayet, ki ben Elhamdulillah dibine ve hatta onun da ötesine kadar öyleyim, Allah’ın nuruyla bakıyorsunuz (اتقوا فراسة المؤمن فإنه ينظر بنور الله), bu demek feraset sahibi olduğunuz için, yani Mümin oluşunuzun bir sonucu olarak size kendinizi onlardan korumanız için İslamcıya, dolayısıyla dünyaya ve Allah ile aldatana (فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَاࣞ وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ) karşı bahşedilmiş bir yetenek olan feraset yoluyla, bildiğinizi biliyorsunuz. Ve bütün bu olup bitende sizin için ibretlerin saklı olduğunun farkındasınız: اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّمٖينَ. 

Birbirinden çok farklı iki kişinin, mesela Paris’te Louis Vuitton’da alışveriş yapan biriyle İstanbul’da Mahmutpaşa ya da Tahtakale’de alışveriş yapan birinin, ki biri Etiler’de (Beşiktaş) diğeri de 500 ya da 700; belki de 900 ve hatta 1100 metre ötede ya da beride Gül- ya da Çeliktepe’de (Kağıthane) yaşıyor olabilir, yani Büyükdere Caddesinin biri bir diğeri ise diğer tarafında, aslında birbirinden hiç farklı olmadıklarını, dolayısıyla İslamcı olduklarını anlayabiliyorsunuz. Hatta bazıları, zaman zaman yani, bazılarının, bir İslamcının yani, bir başkasını İslamcılıkla suçlarken, kendisinin, dolayısıyla suçlayanın, ondan, dolayısıyla suçlanandan, bu demek İslamcılıkla suçladığından, daha da çok İslamcı olduğunun farkına dahi varamadığının farkına varıyorsunuz. Bu arada: Size bir şey söyleyeyim mi? Ki emin olabilirsiniz; İslamcılar da anlıyorlar sizin onlardan olmadığınızı, fark ediyorlar; içgüdüsel bir mesele bu onlar açısından. Hatta Mahmutpaşa’dan alışveriş yapıp İslamcı olmayan, Louis Vuitton’dan çıkmayıp İslamcı olan kişi ve garabetlere bile denk gelebiliyorsunuz. Business Class’da yanınızda ya da karşınızda oturan son derece modern görünümlü İslamcı unsurlarla birlikte uçmanız ne kadar olağansa, 500T’de, Levent’ten Şifa’ya doğru aheste aheste yol alırken, o sıkışık ve nefes almakta zorlandığınız ortamda dahi yani, son derece modern, insani, dolayısıyla İslamcı olmayan bireylerle yüz yüze seyahat ediyor olmanız da o denli olağan. Bu bireyler çarşaf da giyebiliyor, sakal bırakıp sarık da takabiliyor. Nitekim ben kendim uzun sakallı ve sarıklıyken de İslamcı değildim, Elhamdulillah; ki هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖي. Bach ve Beethoven dinleyen, Goethe, Hölderlin ve Nietzsche okuyan İslamcı ve akademik unsurlar bir tarafta, hem de gırla, ne buluyor ve niye okuyorlarsa, ki anlamış değilim, fakat aynı ağırlıkta Arabesk dinleyip, pulp fiction okuyan, ya da hiç okumayan, hayatında bir kez dahi tiyatro görmemiş, opera dinlemeyen ve müze kapısından içeri girmeye korkan modern birey, insan ve ilkokul mezunları diğer tarafta. Havyar yiyen İslamcılar, çiğ köfte yiyen, hatta çöpten ekmek toplayan insanlar. Uzun lafın kısası, ya da kısa lafın daha da kısası, ki bunu biliyoruz artık, öğrendik, hepimiz, bize Allah onlara düşmanları öğrettiler nitekim, bir kemmiyet ve bir keyfiyet meselesidir bu, bu bir kozmoloji, aydınlık karanlık meselesidir bu. Yesrib Medeniyeti ve Mekke Cahiliyesi, dolayısıyla ve en dibine kadar Ebu’l-Kasım Muhammed ibn-i Abd Allah ibn-i Abd’ul-Muttalib ve Abu-l-Hakam Amr ibn Hişam ibn al-Muğire arasındaki farktır bu. Badem bıyıklı insanlar, kirli sakallı İslamcı unsurlar da mevcut ve hepsi için vice versa tabii ki; çok ilginç ama gerçekten de öyle. 

 

3

Bu son meseleye, bu bağlamda ve kısaca, biraz felsefi açıdan yaklaşmak istersem şayet, ki aynısının, bu demek İslamcılığın, bunu gerektirdiği için değil tabii ki, ne haddine, kendim ve sizin için sadece, Ludwig Wittgenstein’ın Familienähnlichkeiten kavramını devreye sokabilirim aslında. Aha da sokuyorum işte. Sanırım bu şekilde kısmi de olsa bir anlayış sağlamak mümkün olabilir. En azından bir yakınlaşma. Dolayısıyla son bölümde yazdıklarımla ilgili ne diyor bu adam Allah aşkına? diye sorduysanız kısmen, müteakiben söylenenler meseleyi biraz açabilir. O halde; ne diyor bu Wittgenstein? Philosophische Untersuchungen’in 65, 66, 67 ve 71. paragraflarını çevirmem gerek bunun için öncelikle. Nispeten uzun metinler, en azından 65, 66 ve 71, burada, dolayısıyla, sadece çevirileri vereceğim, merak eden Almanca orijinal metinle karşılaştırabilir çevirilerimi. 

  1. Bu noktada bütün bu gözden geçirmelerin en önemli sorusuyla karşılaşıyoruz. – Nitekim bana şu şekilde karşı çıkılabilirsin: “İşi kolayına getiriyorsun! Her tür dil oyunundan bahsediyorsun, ama hiçbir yerde dil oyununun, dolayısıyla dilin, özünün ne olduğunu söylemiyorsun. Bütün bu süreçlerin ortak noktaları, bu demek onları dil, ya da dilin bir parçası kılan şey, nedir? Yani vakti zamanında işin seni de en çok uğraştıran tarafını, bu demek cümlenin ve dilin genel şekli ile ilgili olan kısmını, es geçiyorsun.”

    Evet, haklısın. – Dil olarak isimlendirdiğimiz şeylerin tümünün ortakça sahip oldukları bir şeye işaret etmek yerine, bütün bu görüntüler için aynı kelimeyi kullanmamıza sebep olan ortak bir şeyin olmadığını söylüyorum. Bu görüntüler birçok farklı şekillerde birbirleriyle akrabadırlar aslında. Ve tam da bu akrabalık, ya da bu akrabalıkları yüzünden hepsine “dil” diyoruz. Müsaade edersen bunu sana açıklamak istiyorum.

  1. Bi bak mesela “oyun” dediğimiz süreçlere. Tahta, kâğıt, top, kavga ve bütün diğer farklı oyunlara. Hepsinin ortak yanı nedir sence? – Şunu deme ama sakın: “Haliyle ortak bir yanları olmalı, yoksa hepsinin ismi “oyun” olmazdı.” – bak sadece; bak bakalım aralarında ortak bir nokta var mı? Ki baktığın zaman hepsinin ortakça sahip olduğu bir şey göremeyeceksin belki, ama benzerlikler, akrabalıklar fark edeceksin, hem de oldukça. Dediğim gibi: düşünme, bak sadece – Tahta oyunlarına bak mesela, çok fazla akrabalıklarıyla göz önüne al onları. Oradan kâğıt oyunlarına geç; burada son sınıftakilere benzer birçok örtüşmelerle karşılaşacaksın, fakat aynı zamanda oradaki birçok ortak noktanın burada yok olduğunu göreceksin, fakat başkaları girecek devreye. Top oyunlarına geçelim buradan istersen, göreceksin ki bazı ortaklıklar mahfuz kalacak, ama birçokları kaybolacak. – Hepsi eğlendirici midir? Mesela Satrancı Dokuztaşla karşılaştır. Yoksa hepsinde bir kaybeden ve bir kazanan veya oyuncular arasında bir rekabet mi var? O halde tek kişilik kâğıt oyunlarına bak. Top oyunlarında bir kazanan ve bir kaybeden var, tamam, da eğer bir çocuk topu duvara atıp yakalıyorsa[, yani tek başına oynuyorsa,] yok ama. Ve aynı bu şekilde diğer bütün oyun sınıflarını sırayla ele alabiliriz. Bazı benzerlikler belirir diğer bazıları kaybolur. Ve bütün bu gözden geçirmenin sonucu aslında şudur: Birbiriyle örtüşen, iç içe giren girift bir benzerlikler ağıyla karşı karşıyayız burada. Benzerlikler, büyük ya da küçük. 
  2. Ben bu benzerlikleri “Familienähnlichkeiten” kelimesiyle olduğundan daha iyi karakterize edemem.

Familienähnlichkeiten kelimesini Aile benzerlikleri olarak çevirebiliriz sanırım, İngilizler family resemblance demişler nitekim. Muhtemel esin kaynağı, Wittgenstein bağlamında,  muhtemelen Arthur Schopenhauer. Ludwig’in ne demek istediğini, teknik olarak ilk etapta, şu şekilde özetleyebiliriz sanırım; bir kelimenin meşru kullanımını, aslında yasal demem gerekir, onun onlar için kullanıldığı durumların tümünün özlerinde özsel bir ortaklığa sahip olmaları sağlamaz. Verilen örnekten yola çıkarsak, dolayısıyla oyun kelimesini göz önüne alırsak, söz konusu kullanım yine meşrudur her ne kadar belirli bir tanım vermek mümkün olmasa da yukarıda görüldüğü gibi. O bu noktada sadece yeterlidir aslında, fakat kapanmış değildir, dolayısıyla ileriye dönük yeni kullanımlara açıktır halihazırda ve haddizatında.

  1. Denilebilir ki “oyun” kavramı bulanık kenarlara sahip bir kavramdır. Da bulanık bir kavram bir kavram mıdır ki? – Keskin olmayan bir fotoğraf bir insanın resmi midir acaba? Haddizatında, keskin olmayan bir resmi daha iyiye doğru keskin olan bir resimle değiştirebilir miyiz her zaman? Keskin olmayan sıklıkla bizim gerçekten de ihtiyacımız olan değil midir aslında? [Gottlob] Frege kavramı bir bölgeye benzetir ve der ki, kes(k)in/bel(ir)li olmayan bir bölgeyi bölge olarak dahi isimlendiremeyiz. Bu demek o bizim işimize yaramaz. – Fakat “hemen hemen şurada dur” demek anlamsız mıdır? Düşün ki bir başkasıyla bir meydanda duruyorum ve bu cümleyi kuruyorum. Ki bu durumda herhangi bir sınır dahi çekmem ve sadece elimle bir gösterici işaret yaparım – sanki ona belirli bir noktayı gösteriyor muşum gibi. Ve işte tam olarak bu şekilde açıklanabilir bir “oyun”un ne olduğu. Örnekler verilir ve belirli bir anlamda anlaşılmaları istenir.

Bu demek Wittgenstein kavramların Fregevari sıkı/rijit bir sınırlandırılmaya tabi tutulmalarını ne zorunlu ve haddizatında ne de arzulanır bir şey olarak görür. Şu örnekle devam edelim isterseniz: 

1. ABCDE   2) BCDEF   3) CDEFG   4) DEFGH   5) EFGHİ   6) FGHİJ

Görüldüğü gibi 1) şıkkının 6) şıkkıyla hiçbir ortak noktası kalmamış işleyen süreç sonunda artık, fakat, Wittgenstein’a göre, bu ikisi yine de aynı aileye mensupturlar, haddizatında mensup olabilirler. Tamamıyla İslamcılarla ilgili söylediğim gibi aslında. Hiçbir benzer noktası olmayan iki farklı kişi dahi İslamcı label’i altında bir araya taşınabilir bazen, her konuda birbirine benzeyen iki kişinin toplanamayacağı gibi aynen. Burada önemli olan birinden diğerine giden bir, o anlamda, kesintisiz çizginin varlığı. Bunun tersi de, sondan bir önceki cümlede değindiğim gibi kısmen, mümkün tabii ki. Her noktada birbirine benzeyen iki şeyin dahil olduğu, fakat söz konusu benzerliğin söz konusu transitiviteyi göstermediği, aynı çizgi üzerinden ilerlemediği yani, ya da aynı çizgi üzerinde bulunmadığı durumlar. Peki bu şekilde, bu söylenenlerle birlikte yani, Wittgenstein’ın ne demek istediğini tam olarak anlamış, dolayısıyla vermiş olur muyuz acaba? Bu soru yerinde bir sorudur aslında, fakat söz konusu açıklamaların, buna rağmen, bizi, hiç olmazsa, içinde bulunduğumuz bağlamda oldukça ileriye taşıdığı su götürmez. Bu noktada bu noktayı Wittgenstein’ın çağdaşı ve vatandaşı Robert Musil’den bir örnekle biraz daha anlaşılır kılabiliriz belki. Nitekim o, Musil, Der Mann ohne Eigenschaften adlı romanında farklı çatallarla ilgili, ki bu farklılıklar konusunda ve Türkçeyle ilgili olarak TDK’ya bakılabilir, şöyle bir ifade kullanır:

Denn sie brauchen nicht einmal untereinander alle ähnlich zu sein, es genügt schon, wenn eins das andere gibt, wenn man von einem zu anderen kommt, wenn nur Nachbarglieder einander ähnlich sind; entferntere sind es dann durch ihre Vermittlung. 

Ki hepsi kendi aralarında birbirlerine benzemek zorunda bile değiller, ki birinden diğerine geçebiliyorsan, yan yana komşular birbirine benziyorlarsa yani, bu yeter: bu durumda birbirine uzak olanlar da bu zincir üzerinden birbirine benzerler.

Dolayısıyla; belirli bir göt’e kıl olmak isteyen bir göt’le, bu kıl olmak isteyen göt’ün kıl olmak istediği göt’ün sahibi bir göt’ü nasıl bir araya getirebilir, aynı göt altında iç içe, yan yana, üst üste, alt alta, dolayısıyla bir arada ve göt göt’e nasıl tutabiliriz; soru bu? Yormayın beni bak, daraldum da!!!

 

4

İslamcılık, XIX-XX. yüzyılda, İslam’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim … ) “yeniden” hayata hakim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslam dünyasını Batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden … kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir.

İsmail Kara

Türkiye’de İslamcılık, son dönemde peak yapan ucuz ve pespaye İslamcılık, girişte kemmiyetçilik, dolayısıyla Amerikancılık olarak belirlediğim şeyin Türkiye(r)li sürümü, İmam Hatip okullarını arka bahçesi olarak gören Kirli/Millî Görüş zihniyetiyle filizlenmeye başlar, ki aslında ellilere, bir Haziran gününe, 16. Hazirana, benim doğum günüme, evet İkizler burcuyum, dolayısıyla ezanın yeniden Arapça okunmasına kadar geri gitmemiz gerekir tohumun atıldığı noktayı merak ediyorsak şayet, ve en belirgin, dolayısıyla en dip ve en iğrenç halini son derece çirkin ve gayri insani/İslami dışavurumlar olan iki cümlede bulur; bize oy vermeyenler patates dinindendir ve 7.4 yetmedi mi. Gerisi hikâye. Değiştirilen ve değişmeyen gömlekler aynı şeyin laciverti sadece. Ne diyorsunuz siz Türkler: Katranı eritsen olur mu şeker? Olmaz. Dolayısıyla şu an farkına vardık ki, ki ben en başından beri farkındaydım zaten, Elhamdulillah, ki هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖيࣞ, geldiğimiz noktada seksen yıllık kabızlıktan sonra yaşanan rahatlama durumu bizimkisi. Çeyrek asırdır cırcır olduk ıslak ıslak sıçıyoruz; seksen altı milyon, genç, ihtiyar, kadın, kız, kızan (Faruk Nafiz Çamlıbel) hep birlikte, coşkuyla, bir arada, topluca, tutkuyla, iştiyakla, ihtişamla. Kibar Feyzo’nun dediği gibi; kıçımız borazan gibi ötii, duymayan kalmadı. Bu koku, o koku. Ama söz konusu fenomeni bu kokuyla sınırlı tutamayız haliyle. Bunun için bölümün girişinde sayın Kara’dan aktardığım ve oldukça kapsamlı olan tanıma, çok uzun olmasa da, yakından bakmam gerek, ki ben de bunu yapmak istiyorum. Haliyle, ve mesela, Şerif Mardin, Kemal Karpat, Şükrü Hanioğlu, Niyazi Berkes ve diğer yerli ve yabancı birçoklarının bu konuda yaptıkları çalışmalar son derece önemli ve zikredilmeye değer aynı zamanda, ama ben sayın Kara’da kalmayı tercih ediyorum yine de.

Sayın Kara söz konusu tanımı, tespit edebildiğim kadarıyla, ilk olarak birinci baskısı 1986 yılında gerçekleşmiş olan Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi adlı çalışmasının birinci cildinde yapar. Daha sonra 2013 yılında yine bizzat kendi editörlüğünde hayat bulan ve Zeytinburnu Belediyesi tarafından düzenlenen Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi adlı sempozyumun tebliğlerinden oluşan metnin girişinde tekrarlar aynısını; söz konusu birinci metne atıf yaparak. İslamiyat dergisinin Türkiye’de Din Söylemleri başlıklı sayısında meseleye, bir adım geri çekilerek, dolayısıyla yukarıdan, biraz daha somut bakar. Nitekim Mehmet Akif Ersoy’dan yaptığı aynısına ait en bilinen dörtlüklerinden biriyle birlikte, 

Ya açar Nazm-ı celilin bakarız yaprağına;

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına,

İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyle bilin,

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!

meseleye asli perspektifini kazandırır; ve sorar:

XX. asrın ahlak abidesi ve mücahit büyük şahsiyeti merhum Akif’in, 1912 yılında, “Süleymaniye Kürsüsü’nde”, Abdürreşid İbrahim’in dilinden nazmettiği temsil gücü yüksek bu fikriyatı (belki ‘hissiyatı’ demeliydim) nasıl anlamak doğru olur? Buradan kalkarak “İslamcı söylem” için bazı tutamak noktaları çıkarabilir miyiz?

Tekrardan baştaki alıntıya dönmek gerekirse, ki gerektiğini biliyorsunuz, aynısında ilk dikkat çeken noktayı sayın Kara’nın “yeniden” kelimesini, görüldüğü gibi, tırnak içerisine alması olarak belirleyebiliriz. Ve bunu iki şekilde anlayabiliriz. İlk olarak haliyle bir önem, önemli bir önem atfetme şekli olarak, ya da, ki sayın Kara’nın bunu kastetmediğini düşünüyorum, ki bana göre bu konuda biraz daha düşünmesi gerekirdi aslında, aynı kelimenin içerdiği tüm anlamlarıyla birlikte bir “acaba”yla yan yana getirilme isteği. Dediğim gibi, bana kalırsa sayın Kara, yanlış olarak, daha çok birinci şıkkı favorize ediyor. Evet “yeniden”, bu demek önceleri öyleydi, nasıldı?, sonraları bir şeyler oldu ama, birileri geldi, ya da biz kendimiz unuttuk, yanıldık, hata yaptık, şaşırdık, şeytana uyduk ve yolumuzu kaybettik. Dolayısıyla “yeniden” eski günlerimize dönmek istiyorsak şayet, ki istiyoruz, ne yapmalıyız, dolayısıyla nasıl davranmalıyız? Bu soruya cevap verebilmek için ise, sondan bir önceki cümlede işaret ettiğim gibi yine, ne oldu da, ne yaptık da buraya geldik tartışmasını başlatmalıyız. Haddizatında Bernard Lewis’le birlikte What went wrong?  (Yolunda ne gitmedi?) ve Who did this to us? (O şeyi yolundan kim çıkarttı?) sorularını sormalıyız. Lewis’in aynı ismi taşıyan kitabının, What went wrong?, Conclusion (Sonuç) bölümü bu konuya kısa bir giriş olabilir. Neyse, biz işimize bakalım. Sayın Kara’nın tanımının bu bağlamda oldukça kapsayıcı olduğunu daha önce söylemiştim. Nitekim ne oldu ve kim yaptı sorularına cevap olarak oldukça geniş bir seçenekler tablosu sunar bize. Bütün bu söylenenleri, fakat, gerçekten de bir araya getirebilir, dolayısıyla sayın Kara’nın yapmaya çalıştığı gibi bir arada düşünebilir miyiz sorusunu dışarıda tutuyorum bu noktada. Sıralamak gerekirse sayın Kara’nın düşündüklerini, dolayısıyla düşündürdüklerini, tek tek şu kelimeleri, bütün anlam dünyalarıyla birlikte, peşpeşeleyebiliriz: Akıl, Metot (Yöntem), Batı, Sömürü, Zulüm, İstibdat, Esaret, Taklit, Hurafe, Modernizm, Birlik, Kalkınma, Aktivizm, Eklektisizm, Siyaset, Fikriyat, Bilim, Teklif, Çözüm ve Hareket. Umarım bir şey unutmadım. MaaşAllah, sayın Kara ne var ne yok toplamış bir araya, öyle ki ne kadar çok söylersem o kadar çok anlaşılır ve o kadar çok ortaya çıkar derken, ne kadar çok söylersen o kadar çok kaybolur ve o kadar az anlaşılır’a dönüşmüş mesele. Ama biz anladık anlayacağımızı yine de, ziyanı yok. Haliyle, söz konusu kelimeler, her biri, kavram kelimesini sevmiyorum bu arada, dolayısıyla mecbur olmadan kullanmıyorum, çünkü İslamcılar çok kullanıyor, ikrah ediyorum, Allah için, öyle kolayca üzerinden geçip ad acta yatırılacak kelimeler değiller. Bu demek yazı dizisi boyunca öyle ya da böyle sürekli, kendileri ya da gölgeleri, bizimle birlikte olacaklar. Ben bu noktada birincil önem atfettiğim birkaç meseleyi kısaca zikretmek istiyorum sadece. Fazla uzatmak istemiyorum yani. 

 

5

Wir Lutheraner – ich bin es und will es bleiben …

Biz Luterciler – ben öyleyim ve öyle kalmak istiyorum …

 

Das Gerede von den Schranken des menschlichen Denkens ist seicht; Gott zu erkennen, ist der einzige Zweck der Religion.

İnsan düşünmesinin sınırlarıyla ilgili süregiden söylenti sığ bir söylentidir; [Nitekim] Tanrıyı idrak etmek dinin tek amacıdır. 

Friedrich Hegel

Tabii ki Hegel’e katılmıyorum, işim olmaz. Bu bağlamda İslamcıları, en azından büyük bir kısmını, her ne kadar onlar bunun farkında olmasa da, Hegelci -yok daha neler dediğinizi duyar gibiyim, ben de öylesine söylüyorum zaten, yoksa biliyorum, Hegel kim onlar kim- ve aynısının üzerinden Lutherci, dolayısıyla Protestan olarak kabul edebilir miyiz? Farkındayım, haberim var yani, yani haklısınız, yeni bir şey söylemiş olmuyorum son cümlemle birlikte; eskiden beri söylenir, tekrarlanır durur bu mesele. Ne kadar doğru, ya da ne kadarı doğru, tartışmak gerekir. Gerekirse o da. Bu benim işim değil ama. Dolayısıyla bu noktada bu tartışmaya girmek istemiyorum. Fakat sayın Kara’nın tanımında -özellikle taklit ve hurafe kelimelerine dikkat çekmek istiyorum bu noktada ve ayrıca Ersoy’dan yaptığı alıntıya, ki Kara’nın kullandığı ve benim yukarıda peşpeşelediğim diğer bütün kelimeleri söz konusu iki kelime altına sığdırmak rahatça ve kolayca mümkün olur- Hegelci, bu demek Luterci havayı sezmek, seziyorum demek, abartı olmaz herhalde. Hani var ya, esnaf dilinde ifade edildiği şekliyle, indirilmiş ve uydurulmuş din teranesi, ha işte aslında mesele temelde, farklı sürümleriyle birlikte, o. (Bu noktada indirilmiş kelimesini bahse konu ettiğim bağlamda ele alıyorum, yoksa tabii ki dinin indirildiğine iman ediyorum, dolayısıyla söz konusu kelimenin İslam dini açısından önemine vakıfım ve aynısının anlam dünyasını İmanımın bir parçası olarak tabii ki kabul ediyorum.) Belki kısaca Hegel’e dönmek iyi olur ne demek istediğimi daha yakın kılabilmek için. Kısaca geçeceğim dediğim gibi. Hegel aynıları, dolayısıyla esnaf dilinin sığlığında indirilmiş ve uydurulmuş halini alan kelimeler yerine felsefi zeminde pozitif ve doğal kelimelerini kullanır, dolayısıyla din’i, haddizatında söz konusu iki dini, aynılarıyla sıfatlandırır. Adamın bütün düşüncesi, işi, gücü, derdi, davası, Roger Garaudy’nin dediği gibi, bu zaten. Yoksa Tanrı ne diye insan olsun?

Roger Garaudy argues that the Incarnation serves Hegel as the paradigm for the overcoming of all dualism – between human and God, the historical and contingent, and the absolute and necessary – which is the goal of his work as a whole.

Roger Garaudy’e göre bedenselleşme Hegel için bütün ikiliklerin aşılması açısından kullanışlı bir paradigmadır – insan ve Tanrı arasında, tarihsel ve mümkün olanla mutlak ve zorunlu olan arasında – ki onun eserinin bir bütün olarak hedefi budur.

Susan Neiman

Dolayısıyla Tanrıya ulaşamamak, onu idrak edememek söz konusu bile olamaz. Ama bu tartışmaya da girmek istemiyorum. Hegel’e göre pozitif din (positive Religion), içerikleri ve inanç maddeleri insan aklına anlaşılır olarak sunulamayan, dolayısıyla insan aklının onlar önünde kapitüle ederek teslim olmak zorunda olduğu bir dindir. Buna karşın doğal dinin (natürliche Religion) öğretileri insan doğasına, dolayısıyla anlayışına uygundurlar. Kısaca bu. Boşuna dememişler dimi, Nietzsche’den çok önce Hegel tanrıyı öldürmüştü zaten; Nietzsche’ye onu mezara taşımak kaldı sadece. Biliyorum, fazla açıldım, dönüyorum hemen.

Annem öldüğünde çok üzülmüştüm, adeta dünya durmuş, haddizatında zaman durmuş, o ana kilitlenmiş kalmıştım. Ben annemsiz yaşayamazdım ki, onsuz bir şey yapamaz, ne yiyeceğimi, ne giyeceğimi, saat kaçta yatıp sabah saat kaçta kalkacağımı bilemezdim ki. Hala daha bilmiyorum, bilemiyorum, aslında onsuz gerçekten de yaşayamıyorum, nefes alıp veriyorum sadece. O gittikten sonra her şey dağıldı zaten, paramparça oldu. Toplayamadım, toparlayamadım; ne kendimi, ne de başka bir şeyi. Dolayısıyla dağınık bıraktım ben de. Toplarsa Rabbim toplar. Ben, kardeşim, dayım ve annemin dayısı; dördümüz indirdik annemi kabre. Ben ve kardeşim aşağıda, dayım ve büyük dayım yukarıda. Daha sonra kardeşimi çıkarttım kabirden ve yalnız kaldım annemle. Önce kıbleye çevirdim annemin bedenini, ardından sırtını destekledim, daha sonra kefeninin bağlarını çözdüm ve ardından tahtaları dizdim tek tek, titiz ve itinalı bir şekilde. Yukarıdan ne ve nasıl denildiyse öyle yaptım. En ufak şeyde sorgulayan, kaynak soran ben o noktada hiçbir şey sormadım, sadece, dediğim gibi, bana söyleneni yaptım. Ardından kabirden çıktım ve annemin üzerinin toprakla örtülmesini izledim. Sonra imam geldi, dua etti, Kuran okudu, telkin verdi ve ben tek an bile ara vermeden âmin deyip durdum. Ve bunu yaparken âmin kelimesinin etimolojisi, dolayısıyla amondan mı amundan mı gelip gelmediği hiç ilgilendirmedi beni. Daha sonra yavaş yavaş dünya herkesi tekrar içine çekmeye başladı ve kısa bir süre sonra ben annemle baş başa kaldım. Haliyle; Adele’den Hello’yu okuyacak halim yoktu, ki zaten o zaman (2002) yazılmamıştı aynısı (2015) henüz. Fakat Yasin-i Şerif’i okuyacağım da gelmezdi aklıma açıkçası. Nitekim ölülere Kuran okunmazdı. Gerçekten de, kendimi annemin kabri başında, aynısı ezberimde nitekim, Yasin-i Şerif’i okurken yakaladım. Yasin-i Şerif diyorum ama, önceleri onu bile söylemezdim. Nitekim sanki Kuran’ın bir kısmını diğer kısımlarından daha fazla öne çıkarıyormuşum gibi hissederdim. Neyse. Önce irkildim, eyvah Mustafa dedim, sen kafir oldun (haşa). Bak mezarlıkta, son tahlilde annen de olsa, bir ölüye Kuran okuyorsun. Yandın oğlum, bütün çaban, gayretin, koşuşturman, okuman, yazman; kıldığın namazlar, tuttuğun oruçlar, ya haccın?, eyvah o da, boşa gitti. Ateşe hazırlarsın kendini artık. Biliyorum, meseleyi karikatürize ediyorum, fakat yine de, mesele aslında bundan ibaret. Dolayısıyla Lewis’ın What went wrong? ve Who did this to us? sorularına verilecek cevap hazır. Mezarlıkta Kuran okuduk, dolayısıyla kendimiz ettik kendimiz bulduk. Çalışmadık, yan gelip yattık, kaynak sormadık, sorgulamadık, kitap okumadık, yazı yazmadık ve ila ahir… Çok ilginç. Bu noktada Hayri Kırbaşoğlu ve Hayrettin Karaman’ın, her ne kadar ilki bunu kabul etmeyecek olsa da, aynı şemsiye, İslamcılık, altında yağmurdan korunduklarını görüyoruz. Yok birbirinizden farkınız; hepiniz, ama hepiniz, İslamcısınız. Kiminiz bu taraftan, kiminiz diğer uçtan.

Müteveffa Jacques Derrida bir yerde, nerede şimdi hatırlayamadım, biliyorsunuz, kütüphanem yanımda değil, monogaminin Müslümanlar ve Yahudiler için yabancı bir kurum ve aynısının Hristiyanlar tarafından Müslüman ve Yahudilere atılan bir kazık olduğunu söyler. Ona göre erkeğin doğasına, ki muhtemelen Derrida doğa kelimesini kullanmamıştır, da ben tam olarak ne dediğini hatırlayamadım şimdi, aykırıdır monogami. Katılıyorum. Türkiye ilginç bir memleket. Nitekim Hristiyanların bize attıkları kazık sadece bu kadarla kalmıyor. Liselerimizde ve öncesinde yabancı dil olarak ağırlıklı olarak İngilizce öğretiliyor; gülmeyin, olduğu kadar demek istiyorum. Ve bunun bir sonucu olarak öğrenciler ve daha sonra akademisyenler de literatürü, edebildikleri kadar, ağırlıklı olarak bu dil üzerinden takip ediyorlar. Ve hoop, bir de bakmışsınız Analitik Din Felsefesi adı altında, özellikle İlahiyat Fakültelerindeki çocuklar, Hristiyanların, aslında Anglosaksonların, dinini ve Tanrısını din ve Tanrı olarak sahiplenmeye ve savunmaya başlamışlar. Nitekim artık biliyoruz ki, dil denilen şey o kadar masum değil. Neyse, yoruldum, sonra devam ederiz.

>>> DÖRDÜNCÜ YAZI İÇİN TIKLAYINIZ <<<

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN