Dün (18.06.2020) bir cenazedeydim, uzun süre sonra ilk kez yeniden. Bekleniyordu aslında, hasta yatağında ölümü bekleyen biriydi nitekim ölen. Onun için her şeyin inandığı gibi olmasını umuyorum. Yakınlarını gördüm, üzgün olduğumu söyledim ve sonra ayrıldım. Cenaze merasimine kalmadım. Kalabalıkları sevmiyorum çünkü, özellikle de herkesin ölümden, dünyanın bir oyun olduğundan, kötülükten kimseye fayda gelmeyeceğinden ve dolayısıyla iyi olunması gerektiğinden söz etttiği iki yüzlü kalabalıklardan nefret ediyorum, midemi bulandırıyorlar. İnsanlar iyi değiller çünkü. 

9 Nisan 1991’de Zürichte St.Peter Kilisesinde Max Frisch‘in cenaze merasimi gerçekleşti. Kendisi inançsız biri olmasına rağmen cenaze merasiminin Kilisede gerçekleşmesini vasiyet etmişti ve merasimin duasız ve aminsiz olmasını istediğini de ayrıca belirtmişti. Merasime katılan Jürgen Habermas, merasime katılan diğer katılımcıların çok fazlasının dinle uzaktan yakından alakası olmayan entelektüeller olduğunu söylüyor ve ekliyor; Max Frisch -her tür iman şehadetini rededen bir Agnostik-, öyle görünüyor ki, ladini defin sürecinin mahcubiyetini hissetmiş ve merasim için seçtiği mekanla birlikte aydınlanmış Modernitenin son, bir hayat hikayesini kapatan, geçiş töreniyle (rite de passage) başa çıkabilmek için henüz bir alternatif üretemediğini söylemek istemişti. Tabii ki mesele hararetli İslamcıların, İslam ve Türkiye bağlamında, ‘Bakın gördünüz mü? Yaşarken Allaha iman etmediniz, fakat ölünce gelip onun camii’inden kaldırılıyorsunuz… cümlesinde söylemeye çalıştıkları kadar basit değil. Nitekim, Türkiye için söylüyorum, Teşvikiye Camii‘inden kalkan cenazelerin yakınlarının kahir ekseriyeti ölen yakınlarının söz konusu merasime gittikleri yerde iyi karşılanmaları için ihtiyaç duyduklarına inanmıyorlar, dolayısıyla merasimin en açık dini ritüellerine de katılmıyorlar zaten. Ve bir yakını öldü ve yakını bir camiiden kaldırıldı diye de kimse, öncesinde değilse şayet, Müslüman olmuyor. Bunun iki yüzlülükle de bir alakası yok aynı ateşli İslamcıların iddia ettikleri gibi. Hatta bana kalırsa en çıplak samimiyetin, en büyük çaresizliğin ve kimsesizliğin ve karanlığın en derin çöktüğü anlardır o zamanlar inanmayanlar için ve buna rağmen inanmamaya devam edebiliyorlarsa şayet; chapeau. İnanmayan biri için anne veya babasını veya evladını kaybetmek inanan biri için olduğundan çok daha zordur ve taşınması çok daha ağır bir yüktür. Yetim çocukların diğer çocuklar anne ve babalarıyla eğlenirken onların yanlarına sokulmaya çalışmaları gibi bir şeydir inanmayanların bu zamanlarda Allah’ın çatısı altında yer aramaları. Jan Assmann Monoteizmin Tanrısının kıskanç bir Tanrı olduğunu söylüyor. Sanırım aynı kıskançlık moneteistlerde de oldukça yoğun. Kıskanç Tanrının kıskanç kulları. İki yüzlülük mü? Rachel Corrie, hani zulüm bizdense ben bizden değilim dediği söylenen genç kadın. İslamcıların yere göğe ve cennete sığdıramadıkları mazlum.

Max Frisch -her tür iman şehadetini rededen bir Agnostik-, öyle görünüyor ki, ladini defin sürecinin mahcubiyetini hissetmiş ve merasim için seçtiği mekanla birlikte aydınlanmış Modernitenin son, bir hayat hikayesini kapatan, geçiş töreniyle (rite de passage) başa çıkabilmek için henüz bir alternatif üretemediğini söylemek istemişti.

Sanırım 10 yaşındaydım ve kafamı karıştıran çok şey vardı. Henüz yeni başlamıştım Namaz kılmaya ve canhıraşça Rabbime nasıl daha fazla yakınlaşabilirimin hesabını yapıyordum. Şimdi geriye baktığımda anlayamıyorum bütün bunları tabii ki. Sabahtan akşama kadar sokakta top oynaması gereken bir çocuk neden sabahtan akşama kadar namaz kılar ki? Özellikle de annesi babası kılmıyorsa. Kayahan’ın dediği gibi sanırım; bizimkisi bir aşk hikayesi. Biraz daha büyüdükten sonra bir gün camiinin imamına sordum; Almanya’da. Hocam dedim, ben şimdi 80 yıl her gün namaz kılayım, oruç tutayım, günahtan kaçınayım ve cennete gideyim. Öbür taraftan bir Alman 78 yıl yesin, içsin, sıçsın, her tür günaha dalarak gününü gün etsin ve 78’inde Müslüman olup o da benim girdiğim cennete girsin, öyle mi? Adil mi bu şimdi? Artık tabii ki öyle düşünmüyorum. Ben cennete gireyim de, benden başka kim girerse girsin, beni hiç ilgilendirmiyor. Sanırım Müslüman olduğunu söyleyenlerin kendi gibi inanmayanları bir türlü cennete sokamamalarının sebebi, Rachel Corrie gibi zulme karşı direnmiş olsa da, bu durumda yaşantılarının hiçbir anlamı kalmayacağı içindir. Nitekim inanmadan da giriliyorsa bir yere, neden inanıyorum ki?

İnsanız ve kimimiz az kimimiz daha çok başka insanları seviyoruz. Neden seviyoruz bilmiyorum ve sevmeseydik keşke daha iyi olurdu diye düşündüğüm de oluyor bazen. Çok seven çok acı çekiyor, az seven az, sevmeyen hiç. Sanırım bunu seçmek bizim elimizde değil. Ve bu sevdiğimiz insanlar günün birinde aniden yok oluyorlar, öylesine. Sevmediklerimiz de. Bu sorun felsfenin ilk gününden itibaren Yunanın kafasını karıştırmıştı oldukça. Ve nitekim ruh (ψυχή) denilen şey bu soruna bir cevap olarak icad edildi. İnsanlar bu bağlamda sevdiklerinin ya da sevmediklerinn burada olmasa da farklı bir şekilde başka bir yerde olmaya devam ettiklerine inanmak istiyorlar. Nitekim artık yok demek anlaşılamıyor. Var, ama burda değil demek daha kolay. Ve artık toprak olduğunu bilse de, onu en son nerde gördüyse onunla orada buluşmak, konuşmak ve bir şekilde onu bilmek istiyorlar. Bunun için kabir ve merasim diye bir şey var işte. Bütün bunlar benim için çok fazla, kaldıramıyorum, anlamıyorum da. Ölmek güzel değil, belki yaşamak da güzel değil; bunu biliyoum. Bilmiyorum belki de. Ömer Faruk bir keresinde sormuştu; Baba, öldükten sonra dedemi göreceğiz değil mi? Sanmıyorum oğlum dedim. Kaldı ki zaten görmek de istemiyorum. Peki biz birbirimizi göreceğiz mi? Sanmıyorum oğlum dedim, keşke öyle olsa. Peki nasıl olacak öldükten sonra, ne olacak? Bilmiyorum oğlum dedim, hiçbir şey bilmiyorum. Sonra Samuel Beckett‘in burayla ilgili söylediği geldi aklıma; burada bir şeyler oluyor, ama ne oluyor? Orada bir şeyler olacak dedim bunun üzerine, kesinlikle, ama ne bilmiyorum.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU