Bir insan kendi kendisini cesaretlendirebilir, azarlayabilir, cezanlandırabilir, kendi kendisine emir verebilir, itaat edebilir, bir soru sorup aynısına cevap verebilir. Yani sadece kendileriyle konuşan insanlar düşünebiliriz. Davranışlarına kendi kendilerine konuşarak eşlik eden [insanlar]. – Onları gözlemleyen ve konuşmalarına kulak kabartan bir araştırmacı, onların dilini bizimkine çevirmeye muktedir olabilir. (O bu durumda söz konusu insanların davranışlarını doğru öngörebilir olur, nitekim o onların niyet edip karar verdiklerini de duyar.)
Ama birinin kendi iç yaşantılarını – hislerini, ruh hallerini v.b. – kendi şahsi kullanımı için yazmasını ya da ifade etmesini sağlayan bir dil mümkün olabilir mi? Bunu normal dilimizde yapamaz mıyız? – Ama ben bunu kastetmiyorum. Bahsettiğim dilin kelimeleri sadece konuşanın bilebileceği şeyi/e işaret etmeli; onun dolayımsız, kendine özel, duyumsamalarını/a. Başka biri bu dili anlayamaz yani.
Ein Mensch kann sich selbst ermutigen, sich selbst befehlen, gehorchen, tadeln, bestrafen, eine Frage vorlegen und auf sie antworten. Man könnte sich also auch Menschen denken, die nur monologisch sprächen. Ihre Tätigkeiten mit Selbstgesprächen begleiteten. – Einem Forscher, der sie beobachtet und ihre Reden belauscht, könnte es gelingen, ihre Sprache in die unsre zu übersetzen. (Er wäre dadurch in den Stand gesetzt, Handlungen dieser Leute richtig vorherzusagen, denn er hört sie auch Vorsätze und Entschlüsse fassen.)
Wäre aber auch eine Sprache denkbar, in der Einer seine inneren Erlebnisse – seine Gefühle, Stimmungen, etc. – für den eigenen Gebrauch aufschreiben, oder aussprechen könnte? – Können wir denn das in unserer gewöhnlichen Sprache nicht tun? – Aber so meine ich’s nicht. Die Wörter dieser Sprache sollen sich auf das beziehen, wovon nur der Sprechende wissen kann; auf seine unmittelbaren, privaten, Empfindungen. Ein Anderer kann diese Sprache also nicht verstehen.
Kelimeler duyumsamaları/a nasıl işaret ederler? – Bu bir sorun gibi durmuyor; nitekim her gün duyumsamalardan konuşup onlara isim vermiyor muyuz? Ama isim ile müsemma arasındaki ilişki nasıl kuruluyor? Bu soru, bir insan duyumsamaların isimlerinin anlamlarını nasıl öğreniyor sorusuyla aynı sorudur. Mesela »acı/ağrı« kelimesinin. Şöyle olabilir: duyumsamanın ilk, doğal dışavurumuyla kelimeler ilişkilendirilir ve onun yerine konulur.
Wie beziehen sich Wörter auf Empfindungen? – Darin scheint kein Problem zu liegen; denn reden wir nicht täglich von Empfindungen, und benennen sie? Aber wie wird die Verbindung des Namens mit dem Benannten hergestellt? Die Frage ist die gleiche wie die: wie lernt ein Mensch die Bedeutung der Namen von Empfindungen? Z.B. des Wortes »Schmerz«. Dies ist eine Möglichkeit: Es werden Worte mit dem ursprünglichen, natürlichen, Ausdruck der Empfindung verbunden und an dessen Stelle gesetzt.
Philosophische Untersuchungen, § 243, § 244
1
Buradaki argüman klasik epistemolojilere karşı sahaya sürülmüş bir eleştiridir haddizatında. Klasik epistemolojiler genelde dışardan verilen (gegeben) bir maddeden (Materie) yola çıkarlar. Haliyle bu madde o an kime verildiyse onu ilgilendirir, bu demek ona özeldir. Nitekim ancak o bu maddeden haberdar olur. Wittgenstein’ın kelimesini kullanırsak, bu madde privat‘tır. Da konuşmak durumundayız öbür taraftan, özellikle epistemologlar olarak. Söylediklerimizin bir anlamı olmalı. Akşama kadar argüman geliştiriyoruz. Dolayısıyla bu maddeyi temel alan bir epistemoloji, mantıki olmayan ifadelerinin söz konusu bu özel maddeleri işaretledikleri bir dili önkoşmak zorundadır. O halde buradan çıkan sonuç, ara kademeleri atlayarak, bir ifadenin anlamının onun kullanımı (Gebrauch) olduğudur. Aslında sadece kullanımı da değil, belirli kurallara (Regeln) göre kullanımı. Burada bir sınır var, bu maddelerin kendileri olarak aşamadıkları, dolayısıyla belirli bir noktadan sonra zihin üzerinden dile aktarıldıkları bir sınır. Kimilerine göre bu maddelerin görevi sadece bu oyunu başlatmaktır. Dolayısıyla onlar dile aktarılmazlar, dili harekete geçirirler sadece. Aslında zihni. Oyun başladıktan sonra artık bir esprileri kalmaz. Konuşmak, belirli kurallara göre davranmaktır, dolayısıyla bu kurallara uymak ve onlara uymamak bağlamında öznelerarası (intersubjektiv) kriterlere ihtiyacımız vardır. Nitekim bir kişinin bir kurala uyduğunu söyleyebilmek için, söz konusu kişinin bir kurala uyduğuna inanmasını yeterli bir kriter olarak alırsak, bu saçma olur. Bu durumda doğru (wahr) yanlış (falsch) arasındaki fark, haddizatında doğru yanlış kendileri olarak kaybolur. Aslında bir kurala uymaz o bu durumda zaten. Ve tam olarak özel dil argümanı bağlamında ileri sürülen iddia budur. Klasik felsefi sınıflandırmadan yola çıkarsak son tahlilde, dışarısı (ontoloji) insan (özne/bilinç) üzerinden söze (dil) gelir. Benim dünyam kendisini bende, dolayısıyla dilimde görünür kılar. Aslında bu sistemler arasında bir geçiş dahi mümkün değildir ve aralarında herhangi bir ilişki dahi yoktur, yani bu sistemler birbirlerini sadece uyarırlar ancak, harekete geçirirler yani. Ve bu aha bak seni dürtüyorum şimdi şeklinde olmaz tabii ki. Ve bu harekete geçme sonucu kendilerini kendi kendilerine regüle ederler. Dolayısıyla sistemler diğer bir sistemde görünür olmazlar, sadece kendileridirler.
2
Bernard Williams‘a göre Descartes’ın araştırması hakikatin bulunmasına yönelik olmayan her şeyi dışarıda bıraktığı için bir saf araştırma projesidir (project of pure enquiry). Ve yöntemi şüphedir, hiperbolik şüphe (dubitatio hyperbolica). Son tahlilde şüphenin ortadan kaldırılması bağlamında bilginin bir temellendirilmesidir de (a foundation of knowledge) aynı zamanda. Derrida’ya göre ise bu hiperbolik çaba’nın (le projet hyperbolique) maksadı her tür saldırıya karşı sağlam bir nokta bulmak (point de certitude inentamable), dolayısıyla kendini felsefi açıdan yara almaz (invulnerable) kılmaktır. Burası bütünü bütün olarak düşünme (de penser la totalite) iştiyakının kendisini dışavurduğu ve metafiziğin temel bulduğu, bu demek bütünün ötesine geçerek bütünün o öteden temaşa edildiği noktadır. Descartes’a göre burası cogitodur. Archimedes‘in dünyayı yerinden oynatabilmek için arayıp da bulduğu sağlam ve sabit (firmum et immobile) nokta misali, aynı büyüklükte bir başlangıcın emin ve sarsılmaz (certum et inconcussum) çıkış noktasıdır. Cogito yanılmazdır, Williams’ın ifadesiyle, düzeltilmeye ihtiyaç duymayandır (incorrigible). Nitekim aslında düzeltilemez, dolayımsızdır. Dolayısıyla da, Wittgenstein’ın kelimesini kullanalım yine, privat‘tır. Derrida’ya göre ise bu bir bir anlık açıklıktır (l’instant de l’intuition), perdenin kalkması gibi bir şey belki de, ve perdenin kalktığı bu an hiperbolik projenin hedefine ulaştığı noktadır: Ayn’el Yaqin. Artık şüphenin ne haddine. De sanırım sorun tam olarak burada başlıyor işte. Wittgenstein bu noktada susuyor, Descartes susmuyor. Burası Derrida’ya göre de dilin ötesidir artık, burada düşünce kendisiyle yüzleşir, kendisine yönelir (la pensée attentive à elle-même). Michael Hampe Hamburg’ta duvara yazılan bir Graffitiden söz eder: Hier kommt keiner lebend raus, burdan kimse canlı çıkamaz. Ya da burdan canlı çıkan, biz öyle diyelim, yanına burdan bir şey alamaz. Öyleyse yanında bir şey getirdiğini, haddizatında başka bir yere gidip geldiğini söyleyen herkes, malheureusement, şakacıdır.
Mustafa Küçükhüseyin