Tanrı hakkında iki temel mesele bulunmaktadır. 1. Varlık aleminde adı Tanrı olan bir mevcut olup olmadığı? Ve eğer bu sorunun cevabı evet ise 2. Bu nasıl bir mevcuttur? İlk soru Tanrının varlığıyla ilgiliyken ikinci soru onun nasıl bir mevcut olduğu yani genel anlamıyla mahiyetiyle ilgilidir ki buna Tanrı tasavvuru denmektedir. Burada herhangi bir var olan hakkında ontolojik açıdan konuşmak ile epistemolojik açıdan konuşmak arasındaki farka işaret etmek gerekir. Zira ontolojik süreçler ile epistemolojik süreçler her zaman olmasa da çoğunlukla birbirinin tersidir. Bu açıdan mesele ontolojik açıdan Tanrının varlığı onun tasavvurunu yani nasıl bir varlık olduğunu öncelerken, epistemolojik açıdan ise Tanrı tasavvuru onun varlığını öncelemektedir. Zira mantık ilminden biliyoruz ki bir şeyin tasavvuru o şeyin tasdikini önceler. Çünkü eğer nasıl bir varlık hakkında konuştuğumuzu bilmezsek ki buna o şeyin tasavvuru veya tanımı denir, o şeyin varlığına dair bir tasdik sahibi olabilmemiz de mümkün değildir. Dolayısıyla epistemolojik açıdan Tanrı var mı yok mu diye bir tasdik sahibi olabilmemiz için önce varlık aleminde neyi aradığımıza dair bir fikrimizin olması gerekir ki buna da Tanrı tasavvuru diyoruz. Şu hâlde Tanrı ile ilgili bir sorgulama önce Tanrı denen mevcudun kaç farklı şekilde tasavvur edilebileceğini ikinci olarak da bu tasavvurlardan hangisinin dış alemde misdakı yani karşılığı bulunduğunun ortaya koymaya matuf olmalıdır. 

Tanrının var olup olmaması ve varsa nasıl bir mevcut olduğu meselesi salt teorik bir mesele değildir. Hem ilk sorunun cevabının olumlu veya olumsuz olması hem de ikinci soruya nasıl bir cevap vereceğimiz etkilerini insanlık tarihinde açıkça görebildiğimiz somut karşılıklara sahiptir. İlk meseleden başlayalım. İnsan doğduğu andan itibaren kendisinin de bir parçası olduğu olgular aleminin sürekli değiştiğini fark edince ister istemez şu soruları sormaya başlar: Ben kimim, nasıl bir alemde yaşıyorum, nereden geliyorum ve nereye gidiyorum? İnsanın varoluşsal ihtiyaçlarının ortaya çıkardığı bu temel sorular onlara ne şekilde cevap verildiğine bağlı olarak farklı dünya görüşleri, inançlar, kültürler ve yaşam tarzlarına kaynaklık ederler. İnsan kendisi de dahil var olan her şeyin sürekli değiştiğini fark ettiğinde ister istemez; var olmayabilecekken bütün bunlar neden var, sorusunu sorar? Olgular alemindeki değişimin kaynaklık ettiği bu temel soru herkeste aynıdır. Zira zaten sorgulamaya sebep olan şey tam da bu değişimdir. Bu yüzden varlık alemindeki her şey olup bitmekte ve yine aynı sebepten bu alemdeki her şeyin zamansal ve mekânsal açıdan bir başı ve sonu bulunmaktadır. Bu da var olan her şeyin mukayyet olduğu anlamına gelir. Ve varlığı mukayyet olanın varlığının açıklanması gerekir. Zira başı ve sonu olan hiçbir şey kendi varlığının sebebi olamaz. Dolayısıyla varlığın ona dışarıdan yani bir illet tarafından verilmiş olması gerekir. İşte mukayyet olanın varlığının açıklanması hakikate yönelik sorgulamanın ilk durağı veya aşamasıdır. Ve bu sorunun cevabındadır ki hakikat erleri arasında ilk yarılma ortaya çıkmaktadır. 

Bu kısaca olgular aleminin illetini sorgulamadır ve ona ne şekilde cevap verildiğine bağlı olarak iki farklı dünya görüşüne kaynaklık eder. Bazıları bu alem neden var sorusuna; çünkü alem kadimdir cevabını vermişlerdir. Buna göre alemin ham maddesi olan heyula veya madde kadimdir ve diğer her şey maddenin harekete geçip farklı şekillerde ortaya çıkmasından ibarettir. Böylece her şeyin kaynağı ve ilkesi olan ilk cevap ortaya çıkmış olmaktadır. Madde! Temel gerçekliğin madde olduğunu ve diğer her şeyin ondan meydana geldiğini savunan felsefi anlayışa materyalizm ve bu tarz felsefe yapan kişiye de materyalist denir. Olgular aleminde zamansa ve mekânsal açıdan mukayyet olan her şeyin illeti olduğu için maddenin kendisi zamansal ve mekânsal değildir yani kadimdir. Temel gerçekliğin madde olduğunu iddia edenler maddenin salt potansiyel ve mekanik olduğunu da buna eklemektedirler. İşte bu ikinci kısım onların temel gerçeklik tasavvurlarına tekabül etmektedir. Maddenin salt potansiyel olması kendisinin hiçbir şey olmaması ve bu yüzden de her şeye dönüşebilmesi anlamına gelmektedir. Mekanik olması ise onun kendinde bilinç, şuur, ilim, irade, canlılık, kudret ve benzeri özelliklere sahip olmadığı anlamına gelmektedir. İşte tam da bu iki özellik başka kişilerin materyalist dünya görüşüne veya felsefe anlayışına karşı çıkmasına sebep olmuştur. 

İlk özelliğe bakacak olursak; maddenin salt potansiyel olması hareket sorununa sebep olmaktadır. Buna göre eğer madde salt potansiyel idiyse nasıl harekete geçip şeyleşme sürecini başlatabildi. Açıktır ki bunun sebebi maddenin kendisi olamaz zira onun her açıdan salt potansiyel olduğu varsayılmıştır. Günümüzde maddeyi harekete geçirenin bilimsel yasalar olduğu varsayılmakta ancak bu da sorunu çözememektedir. Zira bu bilimsel yasalar için de ancak iki durum tasavvur edilebilir. Ya onlar da maddidir ve bu durumda onların da ortaya çıkabilmesi için en başta maddenin harekete geçip salt potansiyellikten çıkması gerekir. Ya da bilimsel yasalar maddenin yanında ondan bağımsız ikinci bir gerçekliktirler. Ancak bu varsayıldığında bu sefer de maddenin temel gerçeklik olduğu kabulü artık savunulamaz. Kısaca maddenin birinci özelliği olan salt potansiyellik hareket sorununa sebep olmaktadır. İkinci özellik olan mekanik olma ise evrende bulunan bilinç, şuur, canlılık ve benzeri niteliklerin varlığını açıklamada zorluğa sebep olmaktadır. Hiçbir şeyin kendisinde olmayan bir özelliği başkasına veremeyeceğini varsayarsak maddenin kendisinde bulunmayan özelliklerin varlık alemindeki bazı mevcutlarda nasıl ortaya çıktığını açıklayabilmek oldukça güç hale gelmektedir. Zira varlık alemi kabaca canlı ve cansız şeylerden ve canlı şeyler de bitkiler, hayvanlar ve insanlardan oluşmaktadır. Maddenin mekanik olduğu varsayıldığında öncelikle canlılığın ikinci olarak da ilim ve iradenin nasıl ortaya çıktığını açıklayabilmek oldukça güç olmaktadır. 

İşte temel gerçekliğin madde olması durumunda ortaya çıkan bu tür meselelerden dolayı bazı hakikat erleri temel gerçekliğin ya madde olmadığı ya da tek başına madde olmayacağını iddia etmişlerdir. Bu açıdan baktığımızda Yunan ve Helenistik dünyanın olgular aleminin varlığını açıklayabilmek için iki kadim anlayışını benimsediklerini görmekteyiz. Buna göre temel gerçeklik birisi madde diğeri de suret olan iki ilkeden oluşmaktadır ve bu ikisi arasındaki ilişki harekete sebep olarak diğer her şeyin meydana gelmesini mümkün kılmaktadır. Sisteme dahil edilen bu ikinci ilke maddenin zıttı özelliklere sahiptir. Öncelikle o salt potansiyel değil salt aktüel ve bilfildir. İkinci olarak da onda bilinç, şuur, ilim, canlılık ve benzeri kemal sıfatları bulunmaktadır. Maddeden farklı olarak buna varlığın manevi ilkesi denmektedir ve bu dinlerin Tanrı dediği mevcuda karşılık gelmektedir. Bu aşamada filozoflar ona ya Eflatun’un dediği gibi Demiurgos yani idealara bakıp maddeye şekil veren Tanrı ya da Aristo’nun dediği gibi hareket etmeyen ilk hareket ettirici adını vermişlerdir. Adı üstünde bu Tanrı kendisi hareket etmediği halde zira salt varlıktır, maddeyi harekete geçirmekte ve böylece diğer mevcutların meydana gelmesine sebep olmaktadır. Kısaca bu, hareketin sebebi olan Tanrıdır ve bu yüzden de gai illetin gördüğü işlevi görmektedir.

Ancak İbrahimi dinler geleneği (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) bu anlayışı temel inançları olan tevhit yani Allah’ın birliği inancına aykırı gördüklerinden benimsememiş ve varlığın tek bir ilkesi olduğunu iddia etmişlerdir. Gai illetin işlevini gören Yunan ve Helenistik dünyanın Tanrısından farklı olarak bu Tanrı, bizzat varlığın ilkesi görevi görmekte ve bu şekilde madde de dahil diğer her şeyin illeti olmaktadır. Buna gai illet yerine fail illet işlevi gören Tanrı anlayışı da diyebiliriz. Filozoflar bu mevcuda farklı isimler takmaktadırlar. Onu ilk illet, illetlerin illeti, Mutlak varlık, Müstakil varlık, Vacibü’l vücut ve benzeri isimlerle anmaktadırlar. Dinler ise bu mevcuda Allah, Yahova, Brahman, Tanrı ve benzeri isimler vermişlerdir. Ancak ne şekilde adlandırıldığından farklı olarak ortak olan nokta; onun kendisi dışında var olan her şeyin sebebi olduğu ve bir şekilde onların meydana gelmesini sağladığıdır. 

İşte temel gerçekliğin ne olduğuna dair verilen bu ikinci cevap yani onun ya tek başına ya da madde ile birlikte diğer var olan her şeyin temel ilkesi olması gerektiği görüşü, ikinci dünya görüşüne kaynaklık etmiştir. Buna kısaca dini dünya görüşü denmektedir. Ve bu manevi ilkeden hareketle evrende ne olup bittiğini açıklamaya çalışan felsefi anlayışa realizm, bu tarz felsefe yapan filozoflara da realistler denmektedir. İslam Düşünce geleneğinde materyalistlere dehriyyun denirken realistlere ise ilahiyyun denmektedir. Böylece hakikat sorgulamasında temel gerçekliğin ne olduğu noktasında ilk yarılma ortaya çıkmış olmakta ve bu da iki farklı dünya görüşüne kaynaklık etmektedir. Durum hala da aynıdır. Yani temel gerçeklik ve onun kaynaklık ettiği dünya görüşleri hala kabaca ya materyalist dünya görüşüdür ya da dini dünya görüşüdür. Yeri burası olmadığı için bu konuda daha fazla ayrıntı vermeyi gerekli bulmuyorum. Şimdi asıl konumuz olan ikinci kısma geçelim.

Sıradaki sorumuz şu: Temel gerçeklik dinlerin Tanrı dediği mevcuttur diyenler daha sonra kendi aralarında neden ayrışıyor ve bu ayrışmaya sebep olan temel mesele hangisidir? Bu soruya cevap verebilmek için ilk soruya cevap veren ve temel gerçekliğin ne olduğunu tespit eden kişinin ikinci aşamada hangi soruyla karşı karşıya kaldığına bakmamız gerekiyor. Süreci özetleyecek olursak; kendimizin de bir parçası olduğumuz olgular aleminin değişim ilkesine tabi olması, değişen bir şeyin kendi varlığını açıklayamıyor olması ve bu yüzden de varlığının açıklanmaya muhtaç olması bizi temel gerçekliğin ne olduğu meselesiyle karşı karşıya bırakmıştı. Şimdi bir şekilde temel gerçekliğin ne olduğuna karar verdiğimize göre sıradaki adım doğal olarak temel gerçeklikle olgular alemi arasındaki ilişkinin mahiyetini ortaya koymak olacaktır. Diğer bir ifadeyle şimdi şunu anlamak istiyoruz; bu temel gerçeklik nasıl oldu da kendi doğal halinden çıkıp bu olgular alemini meydana getirebildi? Materyalizmi bir kenara bıraktığımıza göre bu mesele literatürde Tanrı-alem ilişkisi olarak adlandırılmaktadır. Evet cevap bekleyen sıradaki sorumuz tam olarak budur: Tanrı alemi nasıl meydana getirdi? 

İşte ilahiyunun kendi içinde ayrışmaya götürecek olan ikinci mesele budur. Bu meseleye verilecek cevap bunlardan bazılarına filozof bazılarına kelamcı ve bazılarına da ârif dememize sebep olacaktır ve bu adlandırma onların bu meseleyi nerden veya neyden hareketle çözdüklerine bağlı olarak gerçekleşecektir. Dolayısıyla temel gerçeklik olarak Tanrıyı kabul edenler arasında farklı Tanrı tasavvurlarının ortaya çıkmasının temel sebebi Tanrı-alem ilişkisinin ne şekilde düzenlenecek olmasıdır. Bu ilişkinin aklen mümkün olan birden fazla cevabının olması ortaya birden fazla Tanrı tasavvurunun çıkmasına sebep olmuştur. 

Düşünce tarihi özellikle de dinler tarihi açısından meseleye baktığımızda tartışma, ihtilaf ve hatta maalesef çatışmaların materyalistlerle ilahiyun arasında değil bizzat ilahiyyun arasında olduğunu görmekteyiz. Yani asıl çatışma Tanrı vardır diyenlerle Tanrı yoktur diyenler arasında değil Tanrı vardır diyenlerin kendi aralarında farklı Tanrı tasavvurlarını benimsemiş olmaları ve bu farklı tasavvurların taraftarlarının kendi tasavvurlarını doğru kabul ederken diğer Tanrı tasavvurlarını batıl kabul etmiş olmasıdır. Bu gerçek hem dinler arasındaki farklılıkların asıl kaynağıdır hem de belli bir din içinde meydana gelen ihtilaf ve tartışmaların asıl sebebidir. Mesela İslam dini ve ona müntesip olan Müslümanları esas alacak olursak bunlar arasındaki ihtilaf ve çatışmanın asıl sebebinin farklı Tanrı tasavvurları olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Elbette Müslümanlar bu açıdan onlara Müslüman denmesini mümkün kılan ortak bir çatıya sahiptirler. Buna İslam dininin temel inançları da diyebiliriz ki onların da en önemlisi Tevhit ilkesidir yani Tanrının birliği. Dolayısıyla Müslümanlar arasında Tanrının varlığı, Var olan bu Tanrının bir olduğu, zatının basit olduğu ve yaratıcı olduğu konusunda uzlaşı vardır ancak ikinci aşamada yani Tanrı alem ilişkisinde farklılıklar ortaya çıkmaktadır ki bu da hakikat sorgulamasında karşımıza çıkan ikinci meseleye verilen cevaplarla ilgilidir. İslam Düşünce geleneğinin bir tarafında ibn Arabi’yi diğer tarafında ise ibn Teymiye’yi görmekteyiz. İlki Tanrıdan başka mevcut yoktur derken ikincisi ise Tanrıdan başka Tanrı yoktur diyerek ilkinden keskin bir şekilde ayrılmakta ve bu ihtilaflar bazen tarafların birbirini İslam dairesi dışında görmelerine dahi sebep olabilmektedir. Bu durum diğer dinler özellikle de Yahudilik ve Hıristiyanlık için de geçerlidir. Orada da din içi ihtilafların temel sebebi farklı Tanrı tasavvurlarıdır ki bu durum diğer ihtilaflara da kaynaklık ettiğinden bu, din içi birincil mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla hem din dışı ihtilafları yani dinler arasında bulunan ihtilafları hem de din içi olan ihtilafları anlamanın en iyi yolu onlara kaynaklık eden Tanrı tasavvurlarının ne olduğunu bilmektir. 

Yine farklı Tanrı tasavvurlarından dolayı bazen ortada gerçek bir ittifak varken aslında ihtilaf varmış gibi görünmekte veya bazen ortada gerçek bir ihtilaf varken zahiren bir uzlaşı varmış gibi görünebilmektedir. Mesela bazen; Tanrı vardır diyen birisi ile Tanrı yoktur diyen birisi zahiren ihtilaf etmiş gibi görünseler de aslında farklı Tanrı tasavvurlarına sahip oldukları için ortada gerçek bir ihtilaf olmamış olabilir. Mesela eğer Tanrı yoktur diyen birisi bundan mutlak anlamda Tanrıyı yani varlığın manevi ilkesi olan mevcudu değil de onun tasavvurlarından birisini kast ediyorsa bu durumda haliyle kavramsal anlamda ateist olmuş olmaz. Yine aynı şekilde bazen her iki taraf da Tanrı vardır dediği halde aslında farklı bir şeyi kast ediyor olabilirler. Bunlar zahiren ittifak ediyor gibi görünseler de farklı Tanrı tasavvurlarını kast edebileceklerinden ortada gerçek bir ihtilaf olabilir. Yine İbn Arabi ve İbn Teymiye bunun için iyi birer örneklik oluşturmaktadır. Bunların her ikisi de Tanrı vardır demektedirler ancak Tanrı anlayışları arasında nerdeyse yerden göğe kadar fark bulunduğundan aynı şeyi kast ediyor olmazlar. Hatta dinler açısından meseleye bakacak olursa ihtilaf, tartışma ve çatışmaların çoğunlukla farklı Tanrı tasavvurlarına mensup olan insanlar arasında olduğunu görmekteyiz. Kısaca genel anlamıyla varlığın manevi ilkesi olarak Tanrının varlığını kabul edenler arasında görülen ihtilafları anlamanın en iyi yolu bunların ikinci soruya ne şekilde cevap verdiğini bilmekten yani nasıl bir Tanrı tasavvuruna sahip olduklarını anlamaktan geçiyor. 

Farklı Tanrı tasavvurlarının ortaya çıkmasına sebep olan asıl meseleye işaret ettikten sonra şimdi fazla ayrıntıya girmeden Tanrı denen mevcudun aklen kaç farklı şekilde tasavvur edilebileceğine bakalım. Tanrı tasavvurları iki kutuplu bir skala şeklinde tersim edilebilir. Bu tayfın bir tarafında tevhit yani tek bir Tanrı inancı bulunurken öteki tarafında ise birden fazla Tanrı olabileceğini varsayan inanç bulunmaktadır. Yani Tanrı tasavvurları tayfının bir tarafında tevhit diğer tarafında ise politeizm yani çok tanrıcılık bulunmaktadır. Bu açıdan meseleye ayrıntılı olarak bakacak olursa yirmi dokuzdan fazla Tanrı tasavvuru bulunduğunu söyleyebiliriz. Ancak dikkatli bir yaklaşım kategorik olarak üç farklı Tanrı tasavvuru bulunabileceğini bize gösterecektir. Diğer bütün tasavvurlar bu üç kategorinin vaka alemindeki karşılıkları yani misdaklarını oluştururlar. Biz burada kısaca bu üç farklı Tanrı tasavvurunu ele alacağız.

Tanrı denen mevcut aklen üç şekilde tasavvur edilebilir. Tanrı ya gayr-ı müteşahhıstır ya müteşahhıstır. Müteşahhıs olan Tanrı da ya insanın sahip olduğu özelliklere sahiptir ya da değildir. İlkine Personel Tanrı anlayışı denirken ikincisine Personel olmayan Tanrı anlayışı denmektedir. İşte Tanrı denen mevcut aklen bu üç farklı şekilde tasavvur edilebilir. Sahip olduğumuz Tanrı tasavvuru kategorik olarak mutlaka bu üç tasavvurun içinde yer almalıdır. Dolayısıyla bütün Tanrı tasavvurları ya gayr-ı müteşahhıs olan Tanrı tasavvurunun altında yer alır ya müteşahhıs ama personel olmayan Tanrı tasavvurunun altında yer alır ya da müteşahhıs ve personel olan Tanrı tasavvurunun altında yer alır. Aklen dördüncü bir Tanrı tasavvurunu varsaymak kategorik olarak mümkün görülmemektedir. Şimdi her bir kategorinin ne anlama geldiğini kısaca görelim.

1. Gayr-ı Müteşahhıs Tanrı Tasavvuru: Eğer varlık aleminde tek bir hakikat varsa ve onun adı da Tanrı ise bu durumda gayr-ı müteşahhıs olan bir Tanrı tasavvuruna sahibiz demektir. Bu durumda varlık alemini tek bir hakikatin doldurduğunu iddia etmiş oluruz. Diğer bir ifadeyle, eğer Tanrı varlık alemindeki mevcutlardan bir mevcut olmak yerine bizzat varlığın kendisi ise gayr-ı müteşahhıs bir Tanrı anlayışına sahibiz demektir. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: Gayr-ı müteşahhıs Tanrı tasavvurunda varlık alemi ile Tanrı aynı şeyin iki farklı ismidir. Bu Tanrı tasavvurunu Tanrının dışının olmaması şeklinde de ifade edebiliriz. Yani varlık aleminde mevcut olup Tanrı olmayan hiçbir şey yoktur. Tek bir mevcut vardır ve o da Tanrıdır. Literatürde buna Vahdet-i Vücutçu Tanrı anlayışı denmektedir ve İslam Düşünce geleneğinde Ariflerin kahir ekseriyeti tarafından savunulmaktadır. Hemen her kültürden ariflerin sahip olduğu Tanrı tasavvuru ekseriyetle budur. Buna göre Müslüman arifler; La ilahe illallah ilkesini la mevcude illallah şeklinde anlamış olmaktadırlar. Yani Allah’tan başka ilah yoktur ilkesini Allah’tan başka mevcut yoktur şeklinde tevil etmiş olmaktadırlar.

Elbette burada şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır ve işte tam da bu sorunun cevabında farklı vahdet-i vücut anlayışları ortaya çıkmaktadır. Soru şudur: Eğer varlık aleminde sadece tek bir hakikat varsa yani tek bir mevcut varsa ve onun da adı Tanrı ise şu hâlde biz ve çevremizi kuşatan bütün bu var olanlar ne olmaktadır? Kısaca bizim de bir parçası olduğumuz kesret alemiyle bu tek hakikat arasındaki ilişki nasıl bir ilişkidir? Buna vahdet-i vücutçu anlayışta alemin ontolojik statüsünün nasıl açıklanması gerektiği meselesi diyebiliriz. İşte bu meselenin çözümünde vahdet-i vücutçular kendi aralarında ayrışmakta ve farklı vahdet-i vücutçu anlayışlar ortaya çıkmaktadır. Kimisi bu tek hakikat ile tek tek var olanlar arasındaki ilişkiyi parça bütün ilişkisi analojisini kullanarak açıklamaya çalışmaktadır. Bunun en iyi örneği ağaç ile ağacı meydana getiren tek tek parçalar arasındaki ilişkidir. Ağacın varlık alemini oluşturduğunu varsayarsak onun dışında herhangi bir mevcut bulunmadığına göre haliyle ağaç tek hakikat olmaktadır. Ancak burada ağaç aslında bütünün adıdır. Zira birisine bana ağacı göster dediğinizde size işaret edeceği şey ya ağacın kökü ya bir dalı ya yaprağı ya tomurcuğu ya çiçeği ya da meyvesi olacaktır. Bir açıdan ağaç bunların hiçbirisi değildir. Ama bunlarda ayrı ve gayrı bir şey de değildir. Ağaca işaret etmek istediğimizde daima onun parçalarından birisine işaret ederiz. Ağaç ise bu bütüne yani varlık aleminin hepsine verdiğimiz isimdir. Dolayısıyla bazı vahdet-i vücutçu anlayışlara göre Tanrı tek tek parçaların değil bütünün adıdır. Spinozacı vahdeti vücut anlayışı tam olarak budur. O Tanrı ile doğanın özdeş olduğunu ve bu ikisinin aynı hakikatin iki farklı adı olduğunu iddia etmiştir. Yani bu hakikate bir açıdan ki bu yaratıcı veçhedir, baktığımızda ona Tanrı diyoruz başka bir açıdan baktığımızda ki bu da onun münfail veçhesidir, ona doğa diyoruz. 

Bazılarına göre ise Tanrı bütünün adı değildir. Bunlara göre var olan her şey bir açıdan Tanrı veya tanrısalken diğer bir açıdan değildir. Mesela bir taş bir açıdan ona bakılınca taş olarak görülürken başka bir açıdan bakılırsa tanrısal olarak görülür. Bir insana bir açıdan bakılınca mukayyet olan bir varlık yani insanken başka bir açıdan bakılırsa onun Tanrısal olduğu görülür. Bu mesele yüzeyler metafiziği olarak adlandırılmaktadır. Buna göre her bir var olan farklı varlık mertebelerinden oluşmakta ve her bir mertebe cihetinden farklı isimler alabilmektedir. Buna göre her mevcut bir açıdan mukayyet, sonlu, sınırlı ve fani iken başka bir açıdan Tanrı veya Tanrısal olduğundan bu sınırlı sıfatların hiçbirisine sahip değildir. Burada işlevsel olan analoji ise deniz dalga ilişkisidir. Buna göre fırtınalı bir havada yukarıdan denize bakan birisi farklı ebat ve boyutlarda dalgalar görürken aynı kişi aşağıya inip denizin içine girerse sudan başka bir şey olmadığını görecektir. Dolayısıyla bir açıdan var olan şey dalga iken başka bir açıdan ise sudur. Ve esasında sudan başka hiçbir şey yoktur zira dalga aslında suyun bir tecelli veya tezahüründen ibarettir ve onu bu hale getiren kayıtların hiçbirisinin ontolojik bir karşılığı yoktur. Bu da ikinci vahdet-i vücutçu anlayıştır. 

Üçüncü bir vahdet-i vücut anlayışı ise şudur: Buna göre Tanrı ne bütünün adıdır ne de var olan her bir şeyin bir cihetten aldığı bir isimdir. Aksine bunlara göre Tanrı var olan her şey arasında bulunan ortak unsurdur. Yani bütün var olanların kendisinde ortak olduğu şey. Kavramsal olarak buna mevcut değil vücut olan Tanrı anlayışı denir. Var olan her şey birer mevcut olduğuna ve her bir mevcut da vücut sahibi şey demek olduğuna göre Tanrı var olan her mevcuttaki vücuda tekabül etmektedir. Yani veçh-i müşterek-i mevcudat! Mesela düne kadar su, buz ve buharın üç farklı mevcut olduğu sanılıyordu. Oysa modern kimya ilmi bize bu üçünün aslında aynı şey olduğunu göstermiştir. Buna göre aslında var olan sadece hidrojen ve oksijen atomlarıdır. Bunun dışında var olan su, buhar ve buz ise bu ortak unsurun farklı hallerine tekabül etmektedirler. Yani hem su hidrojen ve oksijen atomlarından oluşur hem buhar hem de buz. Farklı olan ise her birisindeki atomların dizilimidir. Yani aslında birbirlerine olan uzaklık ve yakınlıklarıdır. Buna göre varlık alemini Tanrı denen mevcut tek başına doldurmaktadır. Bunun dışındaki her şey ise onun farklı şekillerde tecelli ve tezahür etmesinden meydana gelmektedir. 

Bu üç açıklama dışında başka vahdet-i vücutçu anlayışlar da bulunmaktadır. Hatta bunların hepsi toplanırsa yaklaşık on iki farklı vahdet-i vücutçu anlayış veya takrir olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak bu takrir veya anlayışların hepsindeki ortak unsur aynıdır. O da varlık aleminde Tanrıdan başka bir hakikatin bulunmuyor olmasıdır. Bunun dışındaki diğer bütün meseleler ise bu tek hakikatin kendisini neden ve nasıl mukayyet var olanlar şeklinde açığa çıkardığıdır ki farklı vahdet-i vücutçu anlayışlar tam da bu ikinci meseleye cevap hükmünde ortaya konmaktadırlar. Ana hatlarıyla Gayr-ı Müteşahhıs Tanrı Tasavvuru budur. Yani varlık aleminde Tanrıdan başka mevcut yoktur veya varlık aleminde mevcut olup Tanrı olmayan hiçbir şey yoktur. 

2. Müteşahhıs Tanrı Tasavvuru: Eğer Tanrının varlık aleminde bulunan mevcutlardan bir mevcut olduğunu iddia ediyorsak bu durumda Müteşahhıs olan bir Tanrı tasavvuruna sahibiz demektir. Buna göre varlık aleminde mevcut olup Tanrı olmayan pek çok şey daha bulunmaktadır. Tanrı mevcutlardan bir mevcuttur sadece. Buna Tanrının dışının olması da denmektedir ve bu da varlık aleminde Tanrının dışında da mevcut olan pek çok şey bulunduğu anlamına gelmektedir. Müteşahhıs Tanrı tasavvuruna ontolojik açıdan sınırlı olan Tanrı anlayışı da denebilir. Zira bu anlayışta varlık aleminde Tanrı dışında da mevcutlar bulunduğundan Tanrının varlığı diğer mevcutların varlığı tarafından sınırlandırılmış olmaktadır. Elbette bu anlayışta Tanrı mevcutlardan bir mevcut olsa bile onun mevcudiyeti ile diğer var olanları mevcudiyeti arasında yerden göğe kadar fark bulunmaktadır. Mesela Tanrı zorunlu varlıkken diğer her şey mümkün varlıktır. Tanrı illetlerin illeti iken diğer her şey onun malulüdür. Tanrı mutlak varlıkken diğer şeyler mukayyet varlıktır. Tanrı müstakil varlıkken diğer her şey bağımlı varlıktır. Tanrı sahip olduğu her sıfata mutlak ve mükemmel bir şekilde sahipken diğer her şey bunların çoğuna sahip değildir ve sahip olduklarına da ancak mukayyet bir şekilde sahiptir. Ancak bütün bu farklılıklara rağmen Müteşahhıs Tanrı tasavvurunda Tanrı varlık alemindeki mevcutlardan bir mevcuttur. Yani varlık alemi eşittir Tanrı artı diğer şeylerden oluşmaktadır. Oysa Gayr-ı Müteşahhıs Tanrı tasavvurunda varlık alemi ile Tanrı özdeş idi. Yani varlık aleminde Tanrıdan başka mevcut bulunmuyordu. Diğer bir ifadeyle orda Tanrının dışı yokken burada ise Tanrının dışı bulunmaktadır. 

Müteşahhıs olan bu Tanrı tasavvuru da kendi içinde ikiye ayrılmaktadır: mevcutlardan bir mevcut olan bu Tanrı ya insanın sahip olduğu özellik ve sıfatlara da sahiptir ya da değildir. İlkine Personel Tanrı anlayışı denirken ikincisine Personel olmayan Tanrı tasavvuru denmektedir. 

2.1. Personel olan Müteşahhıs Tanrı Tasavvuru: Mevcutlardan bir mevcut olan Müteşahhıs Tanrı tasavvurumuz eğer insanın sahip olduğu özelliklere de sahipse bu durumda Personel olan Müteşahhıs Tanrı anlayışına sahibiz demektir. Buna insanımsı Tanrı anlayışı da denmektedir. Bu, Tanrının bazı açılardan insanlara, insanların da bazı açılardan Tanrıya benzediği anlamına gelmektedir. Elbette bu zatta değil sıfatlarda olan bir benzerliktir. Mesela insanlar bir şeyleri sever ve başka şeylerden de nefret ederler. Eğer Tanrı da bir şeyleri sevip başka şeylerden nefret ediyorsa bu durumda Tanrı tasavvurumuz personel olmaktadır. İnsanlar sevinir ve acı çekerler. Eğer Tanrı da sevinip açı çekiyorsa personel demektir. İnsanlar bazı şeyleri isteyip bazı şeyleri istemezler. Eğer Tanrı da aynı şekilde bazı şeyleri isteyip bazı şeyleri istemiyorsa personel bir Tanrı demektir. İnsanlar bazı şeylere kızar bazı şeylerden de razı olurlar eğer Tanrı da kızıyor ve razı oluyorsa personel demektir. Kısaca insanların sahip olduğu sıfat ve özelliklere sahip olan Tanrı anlayışına personel olan Tanrı tasavvuru denmektedir. Personel Tanrı anlayışının temel özelliği onda tekvini olan ile teşrii olanın ayrışmış olmasıdır. Bu yüzden bu Tanrı insanlarla iradesi üzerinden iletişime geçip kelamını seçtiği peygamberler aracılığıyla onlara iletebilmektedir. Yine bu Tanrı her şeyi yoktan yaratmaktadır. Zira personel olan Tanrı varlığıyla değil iradi fiiliyle evrenin illetidir. Yine özgürlüğe kategorik olarak alan açan tek Tanrı personel olan Tanrıdır. Çünkü kendisi Muhtar bilzat olan bir Tanrıdır ve bu yüzden de yine özgür olan varlıklar yaratabilir. 

2.2. Personel Olmayan Müteşahhıs Tanrı Tasavvuru: Müteşahhıs olan Tanrı tasavvurumuz eğer insanın sahip olduğu sıfatlara sahip değilse bu durumda personel olmayan bir Tanrı anlayışına sahibiz demektir. Bu Tanrı hiçbir şeye benzemediği için hiçbir şey de ona benzememektedir. İnsan da bu şeylerden birisi olduğu için Tanrı insana da benzememektedir. Haliyle insan da Tanrıya benzememektedir. Bu Tanrı ile diğer var olanlar arasında felsefi bir ilişki bulunmaktadır. Yani bu Tanrı metafiziksel bir ilke olarak diğer var olanlara varlık vermekte ve onların meydana gelmesine sebep olmaktadır. Ancak bunun dışında onunla diğer mevcutlar arasında ne bir benzerlik ne de bir ilişki bulunmaktadır. Müteşahhıs Tanrı tasavvurunun temel özelliği onun varlık alemindeki mevcutlardan bir mevcut olmasıyken kendi içinde iki kısma ayrışmasının sebebi ise mevcutlardan birer mevcut olan bu Tanrının insansı sıfatlara sahip olup olmamasıdır. Sahipse personel Tanrı değilse personel olmayan Tanrıdır. Her ikisi de kendisi dışındaki mevcutların varlık ilkesi olsa da farklı cihetlerden bu rolü ifa ederler. Personel olan Tanrı iradi yaratma fiiliyle diğer mevcutları yoktan yaratırken, personel olmayan Tanrı ise zatı, doğası veya varlığı cihetinden illet görevi görmekte ve bu şekilde diğer mevcutlar açısından illet olma rolünü ifa etmektedir. 

Böylece kategorik olarak üç farklı Tanrı tasavvuru olabileceğini görmüş olduk. Her bir kategori altında farklı anlayışlar olsa da temel özellik ve anlayışta ortaktırlar. Her üç Tanrı tasavvurunun ortak özelliği ise bunların hepsinin de bir şekilde alem açısından illet görevi görmüş olması ve böylece akla kendisinden hareketle olgular aleminin nasıl meydana geldiğini açıklayabilme imkânı verebilmesidir. Temelde üç farklı Tanrı tasavvuru olabileceğini gördükten sonra tasdik aşamasında durumun nasıl olduğuna da kısaca bakabiliriz. Çünkü bizler bir şeyi tasavvur edebiliyoruz diye bu o şeyin dış alemde illa da var olacağı anlamına gelmez. Diğer bir ifadeyle bir şeyin tasavvur veya taakkul edilebilmesinin şartlarıyla, tasavvur edilmiş olan bu şeyin tasdik edilmesi yani dış alemde gerçekten de var olmasının şartları birbirinden farklıdır. Söz konusu dış alem olunca karşımıza iki seçenek çıkmaktadır: 1. Birisi dış alemde bu Tanrı tasavvurlarından hiçbirisinin misdakı bulunmadığını iddia edebilir. İşte kelimenin gerçek anlamında ateist olan kişi budur. Yani bir kişinin ateist olabilmesi için dış alemde hiçbir Tanrı tasavvurunun misdakı yani karşılığının bulunmadığını iddia etmiş olması gerekir. 2. Bu tasavvurlardan herhangi birisinin dış alemde misdakı olduğunu kabul eden birisi ise teisttir yani Tanrının varlığını kabul edendir. Ancak maalesef dinler tarihine bakıldığında genelde belli bir Tanrı tasavvuruna sahip olanların başka bir Tanrı tasavvuruna sahip olanları din dışı ve ateist olarak gördükleri görülmektedir. Ancak yaptığımız açıklamalardan anlaşılacağı üzere bir insanın gerçekten ateist yani Tanrı-tanımaz olabilmesi için hiçbir Tanrı tasavvurunun dış alemde misdakı olmadığını kabul etmiş olması gerekir. 

İslam Düşünce Geleneği açısından Tanrı tasavvurlarına baktığımızda her üç Tanrı tasavvurunun da dış alemde misdakı olduğunu kabul edenler olduğunu görmekteyiz. Yani hem Gayr-ı Müteşahhıs Tanrı tasavvurunu tasdik edenler vardır hem Personel olan Müteşahhıs Tanrı tasavvurunu tasdik edenler vardır hem de Personel olmayan Müteşahhıs Tanrı tasavvurunu tasdik edenler bulunmaktadır. Ve bunun sebebi de farklı grupların Tanrı-alem ilişkisinde farklı tavırlar benimsemiş olmasıdır. Filozoflar Personel Olmayan Müteşahhıs Tanrı anlayışının dış alemde mevcut olduğunu iddia ederken Kelamcılar ise Personel Olan Müteşahhıs Tanrı anlayışının misdakı olduğunu iddia etmektedirler. Ve ârifler de Gayr-ı Müteşahhıs olan Tanrı Tasavvurunun dış alemde mevcut olduğunu iddia etmektedirler. Hatta İbn Arabi her üç Tanrı tasavvurunun da dış alemde birlikte mevcut olduğunu iddia etmektedir. Hatta bu üçüne iki mertebe veya tasavvur daha eklemektedir. İbn Arabi’nin “hazarat-ı Hemse” yani “beş varlık mertebesi” görüşü bu anlayışına dayanmaktadır.

Abuzer DİŞKAYA