Prof. Dr. Zeki Arslantürk’e göre din sosyolojisi, insanla birlikte var olmuş ve var olmaya devam eden din olgusunun, insanla girdiği etkileşimden doğan görüntüyü anlamaya ve açıklamaya çalışan bir bilim dalıdır. Din sosyolojisinin yazılı kaynakları, dini metinler ve din bilimleri, felsefe ve din felsefesi, tarih ve dinler tarihi, psikoloji ve din psikolojisi, antropoloji ve din antropolojisi, sosyoloji, diğer sosyal bilimler ve bağımsız din sosyolojisi çalışmalarıdır.

Arslantürk, din sosyolojisi ile sosyolojiyi ayırmamakta, bunların arasına kesin çizgiler çizmemektedir. Hatta ona göre din sosyolojisi, sosyolojinin dini etkileşimi anlama çabasından başka bir şey değildir denebilir. Bundan dolayı Zeki Arslantürk’ün hareketinin başlangıç noktası sosyoloji ve din ilişkisidir. Bu ilişkiye de insanın evren içindeki özel yerinden başlamaktadır.

İnsan, bir ağaç gibi tek başına gelişen ve ölen bir varlık değildir, sadece ‘içgüdüsel’ davranmaz; düşünce üretir ve fikir yaratır. İnsanın doğa ile arasında hegemonik ilişkisi, kendi türünün diğer fertlerine gelince (diğer insanlara) gelince daha çok ‘ortaklık’ şeklinde cereyan eder. Sosyoloji işbu ortaklığı gözler. Sosyologlar da küçük veya büyük insan gruplarının sosyo-kültürel sınırları içerisinde işleyen olgu ve olayların gözlemini yaparak ifade eder.

İnsanlar sosyal olan içerisinde gelişigüzel değil, belirli bir statü ve pozisyonuna göre yer alır. Bu da katmanları ve ana toplumsal yapıyı oluşturur. Toplum, ömrü insan ömründen uzun olan, sosyal topluluk ve kurumlardan oluşan sınırları sosyo-kültürel yapıyla çizili olan somut bir varlıktır. Sosyal olay ve olgular belirli bir süreç içerisinde, belirli bir toplumun kültür, grup ve kurumları tarafından yaratılır; yapısallaşır. Sosyalleşmek insanda tabiî olarak bulunmaktadır ve insanların birbirleri arasındaki münasebetlerin doğmasında en temel rolü oynar.

İnsan davranışı sosyal grupların ve yapıların temelidir ve daima somut bir kültür içinde gerçekleşir. Belli davranış kalıpları, sosyal kurum ve yapıların içerisinde cereyan eder; bu davranışların kalıplaşması da sosyal süreç vasıtası ile meydana gelir.

İnsanın diğer insanlarla münâsebet kurması etkileşim kelimesiyle ifade edilir ve hayatın neredeyse bütün safhalarını kapsar. Sosyal gruplar, kurumlar, yapılar tamamen bu etkileşim sayesinde ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte ‘grup’ dediğimiz şeyin tam olarak ortaya çıkması için geniş kapsamlı etkileşimlerin anlamlı bir davranış tipine dönüşmesi gerekmektedir.

Sosyal süreçler muhtelif şekillerde tipleşirler. Bu süreçleri, farklılaşma, iş birliği, zıtlaşma (rekabet ve çatışma), adaptasyon ve bütünleşme başlıkları altında tipleştirmek mümkündür. Din sosyolojisi de bu süreçleri din ve farklılaşma, din ve işbirliği, din ve zıtlaşma (rekabet ve çatışma), din ve adaptasyon, din ve bütünleşme şeklinde ele almaktadır. 

Toplumsal yapının, insan toplumsal hayatı yaşamak zorundadır ve değişim insanlığın kaderidir gibi iki temel yasası vardır. Sosyal değişme somut bir hareketlilik içermektedir ve buna bağlı olarak insanlar arasında rol, statü ve yetki değişimleri meydana gelir. Bu değişme ve dinamizm ibtidai insan topluluklarından beri görülür. Bununla birlikte büyük veya küçük her sosyal yapı için değişimin hızı, yönü ve mahiyeti aynı değildir. Bunlar kültürden kültüre, zaman ve zemine göre farklılık gösterir. Örneğin modernleşme ile başlayan toplumsal değişme, önceki bütün dönemlere kıyaslanırsa daha hızlı gelişmiştir.

Kendine toplumsal değişmeyi konu edinen sosyolojinin bu hususiyetinden dolayı kökleri daha eskiye gitse de bir disiplin olarak ortaya çıkması Fransız İhtilali ve Batıda ortaya çıkan bunalımlar sonrasında meydana gelen toplumsal hareketliliği açıklama çabasıyla mümkün olmuştur. Sosyolojisi, sadece toplumsal değişmeyi ele alan bir bilim dalı olarak değerlendiren anlayış kuşkusuz eksik bir tanımlama olarak değerlendirilmektedir. 

Günümüz sosyolojisinin de önemli bir inceleme konusu olan sosyal değişme esasında bir hareketliliktir ve bu hareketi meydana getiren saikler (motivler) her toplum için farklı olabileceği gibi benzer sebepler ve benzer sonuçların doğduğu toplumlar da mümkündür. Bu da çağlar içerisinde tipleşmiş sosyal değişme biçimleri tespit edilebildiği anlamına gelebilir.

Toplum, alt sistemler (veya parçalardan) meydana gelen ana yapıdır. Her toplum, kendisini meydana getiren kurumlarla yoğun etkileşim halinde bulunur. Aile, din, eğitim, ekonomi ve hukuk bu kurumlardan en önemlileridir. Bir sosyal ilişkiler örüntülerinden meydana gelen alt kurumlar da birbirine bağımlı parçalardan oluşur ve bu parçalar arasında devamlı ve anlamlı bir ilişkiler ağı mevcuttur.

Sosyal sistemi meydana getiren önemli alt sistemlerden biri olan din de, hem iç davranış olgularına, hem de dış davranış olgularına sahiptir. Din olgusu, bazı süreçler vasıtasıyla yapısallaşır ve toplumda gruplaşmalara neden olur. Dini gruplar böylece oluşmuş olur ve tıpkı bireyler gibi kimliklenir. Eyledikleri rol ve sahip oldukları statüyle isimlendirilirler. İnsanlar da ‘Müslüman, Hristiyan, Budist’ gibi üyesi oldukları dini gruplar çerçevesinde isimlendirilirler.

Dinler tarihi disiplininin kayıtlarına göre toplumlar farklı farklı dinlere mensup olmuşlardır. Mensuplarının nüfus oranınına göre hesaplandığında 15-20 dinin varlığından söz edilebilir ve bunlar arasında Budizm, Hristiyanlık ve İslam gibi evrensellik iddiasında bulunan, genişleme ve yayılma potansiyeli dinler bulunmaktadır. 

Toplumlar ve din arasındaki ilişkiler, modernizm sonrası büyük bir kırılmaya uğramış, eksen kayması yaşanmıştır. Geleneksel toplum modelinde din merkezî bir konum işgal ederken, modernizm sonrasında din, eksen kurum olmaktan çıkarak, düşünmenin merkezinde Tanrı yerine akıl yerleşmiş, ana kaygı unsuru olarak din yerine ekonomi yerleşmiştir. Yarattığı ekonomik güçle birlikte bilim, dine karşı tavır almıştır. En azından toplumun sınırları artık din tarafından değil bilim tarafından çizilir olmuştur.

Bununla birlikte mutlak hakikatin ölçüsünün akıl olduğu varsayımı da zamanla postmodernizm denilen olguyla sarsılmıştır. Postmodernizmin karakterini, izafiyet ve görelilik oluşturur. Bu nedenle tek-mutlak hakikat anlayışı yerini çoğulcu hakikat anlayışına bırakır. Herkesin hakikatinin kendine göre doğru olması durumudur. Bu anlayış dinin yeniden canlanmasına, bir anlamda güçlü bir şekilde geri dönmesine zemin hazırlamıştır. 

Abdullah YARGI