Michel Foucault, 15 Ekim 1926, Fransa’da doğmuştur. Tam ismi Paul-Michel Foucault’dur. Fransa’nın Poitiers kentinde üst orta sınıf bir ailede doğan Foucault, öğretmenleri Jean Hyppolite ve Louis Althusser’in etkisi altına girerek Felsefeye ilgi duymaya başlamıştır. Daha sonra Fransa’nın ünlü üniversitesi olan Sorbonne’da eğitimine devam etmiş psikoloji ve felsefe disiplinlerinde dereceler kazanmıştır.

>> Söylem
>> Delilik
>> İktidar

Söylem

Foucault, felsefesinde söylem kavramına oldukça yoğun vurgu yapmıştır.

Foucault’da söylem en temel çözümleme biçimidir ve bu söylem kavramının anlaşılması, Foucault’nun felsefesinin anlaşılması anlamına gelmektedir.

Söylem esasen dilbilimde kullanılan bir terimdir. Basit anlamda yazı veya konuşma pasajı ya da kalıplaşmış, klişeleşmiş sözler anlamına gelir. Foucault ona farklı bir anlam vermiştir.

Mantıksal tutarlılığa dayalı bir düşünme şeklinin yazılı ya da sözlü olarak dile getirilişi, bir sistemin, bilimsel konuşmaların ve yazıların tümüdür.

Söylem, ifadelerin doğru ya da yanlış olduğunun tespitine imkân veren kurallardır. Kurallar belirgin bir şekilde ortaya çıktığında ise artık söylem ya da söylemsel oluşumlarla karşı karşıya olunur. Bu oluşumlar, kurumlardan, mimari biçimlerden, düzenleyici kararlardan, yasalardan, bilimsel felsefi ve ahlaki önermelerden, yani söylenenlerden oluşan heterojen bir toplamdan ibarettir.

Foucault, söylemsel birlikten bahsetmektedir. Toplum ve aile ilişkileri, hukuki kurallar, yasalar ve bilim gibi birbirinden ayrı şeylerde görünen bir birlik.

Bununla birlikte, söylemler iktidarın toplumsal düzen içinde oluşan odakları tarafından üretilirler ve iktidarın bu gücü, söylemsel düzenlerde, bilgi ve doğruluğu meşrulaştırma ölçütlerini de tanımlayan belirli kuralları ve kategorileri de zorunlu kılar.

Bu kurallar ve kategoriler önsel (a priori) olarak kabul edilir; yani söylemden önce gelirler.[1]

Foucault’ya göre, söylemin oluşması, nesnenin oluşumuna bağlıdır.

Söylem, insanlar ve kurumlar üzerinde gizlice baskı üreterek kendisine belirginlik ve haklılık kazandırmıştır. Söylem sürekli tekrarlanır.

İnsan sürekli söylemin etkisi altına girmektedir. Bu durum ise kaçınılmaz bir şekilde, insanlığın her bir dönemi için “sonsuz süreklilik” fikrinin doğmasına neden olmuştur. Bunu söylemin hilesi ya da doğası olarak yorumlamak mümkündür. Foucault bunun için bu sürekliliği sağlayan ya da bir devamlılık hissi uyandıran kavramlar oyunundan kurtulmak gerektiğini söylemektedir.

Foucault, söylem kavramını sık sık kullanmaktadır. Söylem, meydana getirdiği ‘birlik’ neticesinde bazı şeyleri dışarıda bırakmakta ve dışlamaktadır. Söylem, bir metni, belirli bir anlama sabitler ve diğer anlamları ve yorumları metnin dışında bırakır.

Foucault, söylemi; söylemin benimsedikleri ve dışarıda bıraktıkları olduğuna dair teorisini geliştirdikten sonra bunu somut şeyler üzerine uygulamaktadır. Bunu da ‘sorunsallaştırma’ adıyla yapmaktadır.

Foucault’nun, söylem kavramıyla birlikte kullandığı kavramlarından biri de sorunsallaştırmadır. Sorunsallaştırma, söylemsel birlikle zihinlerde alışkanlığa dönüşen bir takım düşünme tarzlarını yerle bir edip genel kabulleri kuşkulu hale getirerek onları sorunsallaştırmak ve değerlendirmek olmalıdır.

Foucault için bu çalışmanın adı söylem analizidir. Bunun amacı, toplumda yerleşik anlamları yerlerinden oynatarak onları düzeltmenin peşinde olmalı ve baskın söylemlerin, iktidarın nasıl ve ne şekilde kullanılabileceği sorusuna, en azından eşit derecede geçerli iddiaları oluşturan gerçekleri, dışlama, marjinalleştirme ve baskı altına alma yollarını açığa çıkarıp gözler önüne sermelidir.

Delilik

Foucault’nun sorunsallaştırdığı olgulardan biri deliliktir. Foucault, her toplumun benimsedikleri ve dışladıkları olduğunu, bu dışlananlar için de her toplumun farklı dışlama oyunu oynadığını söylemektedir.

Ona göre Batı toplumu Aydınlanma neticesinde kendini akılla özdeşleştirmiş, hatta aklın cisimleşmiş hali olmuştur. Ancak bunu nasıl yapmıştır? Akla yönelik pozitif bir tanımlama geliştirmektense, kendisini aklın zıddı olan ‘delilik’ üzerinden tanımlamıştır. Bundan dolayı delilik, bir Batılının kimlik inşasında ‘zorunlu’ bir yerdedir.

Ortaçağda deliler, evlilik ve çalışma hayatının dışında kaldıkları, sözlerinin görece geçersiz olduğu ve oyun sistemine dahil olmadıkları marjinal konumlarına rağmen, yine de toplumsal yaşamda karınlarının doyurulduğu, belli bir noktaya kadar desteklendikleri bir hoşgörüye sahip olmuşlardır.

Oysa 17. yüzyılda meydana gelen ani bir değişim ile deli, ortaçağda sahip olduğu bu ayrıcalıkları kaybederek marjinalleştiği ve giderek dışlandığı bir sürece girmiştir.

Her yere genel hastaneler kurulmuş; ıslah etmek amacı taşımayan ve toplumun kendisinden sayılmayan, dışlanan kesimlerini barındıran yerler olmuştur.

‘Genel Hastane’ binalarından dışarı çıkanlar sadece, çalışmayanlar olmuştur.

Çalışma yeteneği olmayanlar (…) kurumlarda bırakıldılar ve hastalıkları karakterle ilgili veya psikolojik nedenler taşıyan hastalar olarak kabul edildiler. Böylece o zamana kadar bir kapatma kurumu olan şey, bir akıl hastanesi, tedavi organizması haline geldi.

Psikiyatri tarihinde delilerin akıl hastaları olarak tanımlanmasına ve akıl hastanelerinin ortaya çıkışına işaret eden ve çok önemli sayılan bu gelişme Foucault için, modern toplumun insanları denetleme tekniklerinden birisi olmanın pek ötesine geçememiş görünmekte ve ‘akıl hastası’ tanımını net olarak ortaya koymaktadır: “Akıl hastası, kendini çalışamaz hisseden ya da başkalarının böyle hissettiği kimsedir ya da çalışmadan dışlanmış olandır.

Bununla birlikte deli, Foucault için bir direnişçidir. Foucault, direnişe özel bir anlam yüklemiştir. Söylemin, söylemsel birliğin ve iktidar ilişkilerinin dışında kalan deli, her zaman muhaliftir ve başka bir kamptadır. Dolayısıyla iktidarı, söylemi tehdit eden ‘farklı bir ses’ olarak deli, direnişçidir.

İktidar

Foucault’nun araştırmalarının genel teması iktidar değil, öznedir. Ayrıca iktidarı değil, iktidar ilişkilerini tartışmaktadır.

İktidarın rıza göstermeyle hiçbir ilişkisinin olmadığını söylemektedir. Çünkü iktidar ilişkisi doğrudan, aracısız bir şekilde başkaları üzerinde değil, başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunan bir eylem kipidir. İktidar, eyleyen öznelerin davranışlarında kışkırtma, teşvik, sınırlama, kolaylaştırma, zorlaştırma gibi etkilere sahiptir, yani iktidar başka eylemler üzerindeki bir eylemler kümesi olarak vardır.

Foucault iktidarın sadece “özgür özneler” üzerinde ve yalnızca onlar “özgür” oldukları sürece uygulanabileceğini dile getirmektedir. Foucault iktidar ilişkisinde özgürlüğü, iktidar ile karşıtlığı açısından değil, birbirlerini gerektirici ve birbirlerinden ayrılamaz oluşları açısından ele almaktadır. Özgürlük, iktidarın ön koşuludur.

Foucault, hapishanelerin suçu azaltmaktan daha çok ‘denetlenebilen suçu’ artırdığını iddia etmektedir. Böylece suçluluk, iktidar elinde gözetim aracına dönüşmüş ve suçlular aracılığıyla toplumsal alanın tümünün denetlenmesi sağlanmıştır.

Aynı şey psikiyatrik klinikler için de geçerlidir. Akıl hastanesindeki deliler, söylemin dışında olduğu için mevcut söylem tarafından nesneleştirilmiş ve disipline edilmiştir.

Foucault için bilgi de özgürleşmeyi engelleyerek, gözetlemeye, düzene sokmaya ve disipline etmeye dayalı bir iktidar şeklidir.

Abdullah YARGI


[1]https://dusunbil.com/michel-foucault-soylem-nedir/