Pencerenin dışına sarkan kollarım, bedenimden bağımsız yüzüyor sabah serinliğinin kollarında. Denizden esen rüzgarın, ara sıra vücudumdaki tüyleri diken diken yaptığını şimdilik umursamıyorum. Ne de olsa ben hayatımda ilk defa güneşten önce uyanmış, karşımda duran denizin coşkun dalgalarının karaya çarparkenki o büyülü sesini dinliyordum. Hayatımda ilk defa kendimi böylesine özgür, ilk defa kendimi ziyadesiyle huzurlu hissetmiştim.

Bir gün önce haritadan baktığımda kaldığımız otelin balkon tarafı Güney Afrikanın ucu olan Cape Town’a doğru bakıyordu. Kendimi bir anlığına poseidon’un gibi hissettim. Sanki o an denizlerin hakimi bendim ve yük gemilerinin hakimiyeti benim elimdeydi. Dış dünyadan ayrılarak bugün niçin, ne amaçla burada olduğumu hatırlatan otelin temizlik görevlisiydi. Yarım İngiliz aksanı ile amacının bi kaç dakikalığına odayı temizlemek olduğunu açıklasa da, aklım halen tan yeri ağarırken ki o dingin sessizlikteydi. Her ne kadar dalgalar kendini hatırlatıyor olsalar da.

Tropikal iklime yabancı olan ben, Tayvan ormanlarının ne denli zengin çeşitlilikte bitkiler, meyve ağaçları ve hayvanlarla dolu olduğunu, dünya pazarına yeterince açılamadığının sebebini düşünerek dar, kahverengi toprak yollarda yürüyorum. Omzuma çarpan kısa boylu insanların yüzündeki o anlam veremediğim mutluluk ifadesi bana, doğayla iç içe olmanın ve renklerin insan hayatına nasıl etki ettiği hakkında izlenimler uyandırıyor. Beni kimselerin tanımadığı bir ülkenin daha önce hiç yürümediğim yollarında yürümek aklıma düştükçe beni heyecanlandırıyor.

Ülkemden binlerce kilometre uzaktayım ve içim bir hayli rahat.

Güneşin batarken yansıttığı ışığın, etraftaki ağaçlarla, denizle ve doğaya ait bir çok nesneyle temasının oluşturduğu bu renk cümbüşünde gün batımını izlemek belki de hayatımda yaşadığım en güzel anlardan biriydi. Kumsalın rahatlığına bu kadar alışkın değilim. Her an çekik gözlü genç bir serseri gibi olduğum yerde uyuyabilirim sarhoşlar gibi.

Gözlerim bu renk cümbüşüne alışamadan takvimden yaprakların bir bir eksildiğini fark etmek bir an için kendime getiriyor. Saat gece yarısı olmuş doğayı dinlerken. Ülkemde saatin kaç olduğunu hesaplamak için giriştiğim uğraştan, Maria’nın sesiyle kendime geliyorum. “Yalnız mısın?” Diyerek yanıma oturmak için izin istiyor. Sabahki farkedemediğim bu güzellik karşısında ömrümden bir günün boşa gittiği hissi beni az da olsa üzüyor. Başımla “otur” işareti yaptıktan sonra gelip yanıma bağdaş kuruyor sabahki temizlikçi kız. Bilerek konuşmuyorum  çünkü gelip yanıma oturan kendisi ve aramızdaki oluşabilecek olan bu samimiyetin maria’nın açtığı konular üzerine konuşarak kurulmasını istiyorum.

Az sonra telefonu bırakıp saygısızlık etmemek için yüzüne bakıp gülümsüyorum. Elindeki alkol şişesine bakınca arkasına sakladığı diğer şişeyi bana uzatıyor gülerek. Bu an’a kadar konuşmadan bu şekilde anlaşabiliyoruz. Az sonra yarım İngilizcemin verdiği cesaretle atılıyorum. “Hava saat kaçta aydınlanmaya başlıyor?” Maria, bu beklenmedik soru karşısında aniden afallıyor. “Gündüzleri çalışmaktan yorulduğum için geceleri çok geç saatlere kadar uyanık kalmıyorum doğrusu.”

Verdiğim söze yenik düşerek bu içine kapanık kızı konuşturmaya çalışmak için ben konuşmaya başlıyorum.

Zamanın güzel anlarda çabucak geçtiği gibi, gözleri deniz mavisi, saçları yüzüne dökülmek için fırsat kollayan Maria ile beraberken de haince akıp gidiyor zaman. “Yarın öğlene kadar izinliyim, beraber güneşin doğuşunu izleyebiliriz istersen” demesiyle başımdan aşağı ılık bir nehrin aktığını hissediyorum. Yüzümde damla damla biriken terim, göğsümün altında çarparak inip kalkan kalbimi gizlemeye yetmiyor. Bu teklifini karşılıksız bırakmamak için gözlerimi de yüreğimin coşkusuna bırakarak gülümsüyorum. Zaman, geç kaldığı trenin ardından tüm gücüyle koşan gezgin gibi hızla ilerliyor…

Maria, ailesini küçükken bir trafik kazasında kaybettikten sonra, on yaşında yatılı yurda verilmiş. Orada öğretmeninden ve bakıcısından gördüğü aşağılanmaya yıllarca katlandıktan sonra yağmurlu bir tayvan akşamında yurdun pencersinden kaçmış. O günlerde fotoğrafı birçok haber kanallarına çıktığı için köpeksiz evlerin kömürlüklerinde yatıp kalkıyor. Bazense tanınmamak için yüzüne kömür sürerek devletten adına yatan parayla kendine yiyecek aldığını, sarhoşluğun etkisiyle katıla katıla kahkaha atarak anlatıyor. Bense, her zamanki gibi karşımdaki insanın anlattığından çok, onun hayat hikayesine şaşırmakla meşgulüm.

Karşılıklı derinlemesine yapılan onca sohbetten sonra havanın aniden aydınlandığını, Maria’nın soğuktan kollarındaki dikenleşen tüylerden farkediyorum. Battaniye almak için ayağa kalkmamla aniden düşmem bir oluyor. Sonra koca bir siyah bulut gözlerimde. Gülüşünün büyüsüne kapıldığım kızın kollarında saçlarım okşanırken buluyorum kendimi. Yüzünden aşağı doğru sarkan bir tutam saç yanağımı kaşındırıyor.Güller bitecek orada.

Kısık gözlerimi yavaşça açtıkca, Maria’nın gözlerinin alev gibi kızardığını fark ediyorum. “Bugün güneşten sonra uyandın şaşkın adam” diyor yüzünde alaycı bir ifadeyle. Gülerek, “Sana da günaydın” demekle yetiniyorum şimdilik.

Şafağın yüzümü kestiğini hissetmek için yüzümü soğuk suyla yıkadıktan sonra pencereye çıkmıştım dün. Sanırım bu şimdi de kendime gelmem için en iyi çözüm olabilirdi. Oysa bu duyguyu her ne kadar doya doya bugün hissedemesem de, hoşlandığım kızın kolları arasında uyanmak, o gün için beni dünyanın en mutlu insanı yapmıştı.

Maria’nın kahvaltılara karşı hassas olduğunu o çay koyduğu sırada elimde telefonla oynarken serzenişte bulununca anlıyorum. “Aslında bende öyleyim, mesela köyümdeyken ailemden biri masada eksik olunca o gün doymadan kalkarım kahvaltıdan.” diyorum. Çocukluğundan kalan bu alışkanlığının ailesinden kaldığını söylüyor gözlerini kaçırarak. Ailesini küçük yaşta kaybetmiş bir kızın yanında gülerek kendi ailemden bahsetmenin o an için yaptığım en aptal davranış olduğunu anlıyorum. Dişlerimi zamanı geri alırcasına sıkıyorum. Sonra anlatmaya başlıyor uzun uzun.

“Kazadan sonra yurtta kalmaya başlayınca bazen, bizi alır çocuklu ailelerin yanına verirlerdi uyum için. Bazen haftalarca kalırdık. Annelerin çocuklarıyla daha çok ilgilendiğini görünce o an ağlayamasamda gece herkes uyuyunca başımı yastığa gömer, annemi sayıklayarak ağlardım. Sabahında boğazımda koca bir yumruyla uyandığım için konuşamazdım. Daha doğrusu içimden de gelmezdi.” dedi yine gözlerini kaçırarak. “Yaşama ve insanlara yabancılaşmamak, ilk önce insanın kendiyle uyumu içinde başlar.” diyerek sözünü kestim Maria’nın. Bu kez sıra bendeydi. Yaptığım bu aptallıkta sonra az da olsa onun yanında olduğumu hissettirerek çocukluktan kalan o eksik yanını doldurmak istemiştim. Böyle olunca, anne sevgisinin nasıl bir hassas duygu olduğunu kavramayan zihnimde oluşturduğum o çocuklu anne modeline iyice sinirlenmiştim.

Kahvaltı bitiminden sonra konudan konuya atlanarak yapılan uzun bir sohbetten sonra, tropikal havanın yüzümüzü nasıl da parlaklaştırdığını farkediyoruz. Neredeyse öğle olmak üzereydi.

Tayvan sahillerinin yağmurlu havalarında kumsalda yürümek, kültürüne yabancı olduğum bu ülkenin sıcak insanlarının yaptığı zamanla bir ritüel haline gelmiş. Derken, yağmurla birlikte el ele yürüyen sevgililer kumsallara iniyor. Denizin naif dalgalarını dinleyerek Maria ile beraber kumsalı adımlarken, kendimi onun gözlerinden alamadığımı farkediyorum. Denizle birleşen mavinin bu en güzel tonu, yıllar önce köyümde babannemin koluma taktığı bilekliği anımsatıyor.

Köydeyken üniversiteye başlayana kadar pek şehir dışına çıkmamıştım. Okuldan sonra genelde babamla bahçeye gider orada yapraklarından hangi meyvenin ağacı olduğunu tahmin etmeye çalıştığım bahçelerin arasında güneş batana kadar çalışırdık. Okul, tarla, ev üçgeni arasında süren bu ritüel yıllarca devam etmişti. Her gün bir öncekinden neredeyse farksızdı. Her ne kadar yaz aylarında yurt dışında yaşayanların ara ara ziyaret ettiği bir yerleşim yeri olsa da, yüzler hep aynı yüz, konuşulan konular birbirinden farksızdı.

Lisans eğitimini tamamlamak için gittiğim kentte, felsefe dersleri ve geride kalan saatlerce boş zaman beni uzun uzun düşündürmeye yetmişti. Bunun üzerine uzun uzun konuştuk Maria’yla. “Geriye dönünce beni karşılayan şeylerin neler olduğunu düşündükçe, adımlarım beni buralara kadar itti. Kendimi bu yoğun geçen yaşamdan üç ay gibi kısa bir süre koparıp kapalı kutulara tıkıştırmak beni haliyle etkilerdi. Bu yüzden bir bahane bulup gitmem lazımdı” bu söz, Maria’nın gözünde beni alıp farklı boyutlara taşıdığına emindim. Her sözümden sonra yüzüne takındığı şaşkınlık ifadesiyle daha bir güzelleşiyordu dünyamda. Bu düşüncelerimi ona açıklamam biraz erken olabilirdi. Bu yüzden gözlerimi onun gibi kısarak gülmekle yetindim.

Dönüş yolunda ayağımızın altında un gibi ezilen kumsalda yürürken bu kez Maria kendi hayat hikayesinden kesitler sunuyordu beni büyüleyen mimikleriyle. “Meğer sen kapalı kutuymuşsun, baksana göründüğünden çok farklı bir yaşamın var.” diyorum gülerek. Sessiz kalmakla yetiniyor. İkimizde hayli bir yorulmuştuk, ama Anadolu’nun kıraç topraklarında büyüyen ben, bu ülkenin güzelliklerinden biraz daha faydalanabilmek için birkaç saatlik uykuyla yetinebilirdim. Öyle de oldu.

Maria’yla otele geldikten sonra odalarımız ayrıldı. Birbirimize iyi geceler dileklerini sunarak bizde ayrıldık. Kendimle baş başa kalmıştım nihayet, her ne kadar gün doğumunu benim gibi yaşamını kapalı kutular ardında yaşayan Maria’yla izleyemeyecek olsam da.

Ertesi sabah uyandığımda beraber kahvaltı yapmak için Maria’nın odasına gittim. Uzun tedirginlikle çalınan kapı tıkırdatmalarından ve açılmayan kapıdan sonra otelin lobisine gidip sormanın daha iyi olabileceğini düşündüm. Resepsiyonda  duran kısa boylu esmer gence sorduğumda, Maria’nın sabah erkenden işinden ayrıldığını söyledi. Ne olduğuna anlam verememiştim bir an.

Şimdi yollara düşüp aramak, geçimini ülkesinden kaçıp Tayvan’da budist tapınaklarını ve katolik kiliselerini temizleyerek sürdüren genci hayli zorlardı. Hayatına aniden girip aklını başından alan, ve habersizce çekip giden biri için de zaten değmezdi.

Hayat, çocuklar gibi kovalamaç oynamak için kısaydı belki de.