Edebiyat önemli bir kurumdur; farklı alt kurumları içinde barındıran önemli bir üst kurum. Bir üst kurum olarak Edebiyatı oluşturan alt kurumların en önde gelenlerini Roman Jakobson‘un iletişim modelinden yola çıkarak şöyle sıralayabiliriz:
- Yazar,
- Anlam,
- Metin ve
- Okur.
Söz konusu alt kurumların felsefi kavramsallaştırılmaları elimizdeki Edebiyatın ne tür bir Edebiyat olduğu konusunda belirleyicidir. Bu çerçevede Postmodern Edebiyatı görünür kılabilmek açısından ilk olarak Modern Edebiyatın, bu demek Modernitenin, söz konusu alt kurumlar bağlamında gerçekleştirdiği felsefi kavramsallaştırmaları ele almak gerekir. Daha sonra söz konusu kavramsallaştırmalarda gerçekleşen zorunlu kaymalar üzerinden Postmoderniteyi, dolayısıyla Postmodern Edebiyatı, anlayabiliriz; ki Postmodernite, Modernitenin kendine gelmesi, bu demek kendi kifayetsizliğinin, aslında, Jürgen Habermas‘ın ifadesiyle, bir proje olarak kendi imkansızlığının farkına varmasından başka bir şey değildir nihayetinde.
Modernite açısından anlamlı her sorunun anlamlı bir cevabı vardır ve bu cevaplar aklın uygun bir şekilde kullanımı sonucu bulunabilir ve bulunan bu cevaplar bir araya getirilerek anlamlı bir total yapı, bir Weltanschauung, oluşturulabilir. Son cümleyi Modernitenin paradigması olarak ileri sürersek, bu durumda aynısının taşıyıcısı ya da uygulayıcısı olarak da özneyi belirleyebiliriz. Bu öznenin ve aynısıyla birlikte Antropolojinin doğumu Modernite bağlamında genel kabule göre Descartes’ın Cogito’suyla birlikte gerçekleşmiştir ve aynısının, bu demek söz konusu öznenin, özellikleri, kısaca söylersek, şunlardır; her şeyden önce ne ve kim olduğunu ve ne dediğini bilen bir öznedir bu özne; bu demek kendisinin zihinsel ve bedensel, yani zaman üzerinden ve bir bütün olarak, bütünüyle farkındadır. Düşündükleriyle, bu demek söylemek istedikleriyle, söyledikleri birebir örtüşür her zaman. Örtüşmüyorsa eğer, bu kendisinde olan bir hatadan dolayıdır, yoksa ontolojik bir yetersizlikten dolayı değil. Düşündüğü içerikleri, bu demek ruhundaki titreşimleri, kullandığı dil ya da im sistemi aracılığıyla bir ilk adımda anlamlaştırarak, dolayısıyla anlamlandırarak, söz konusu anlamı bir ikinci adımda bir başka özneye iletebilir. Aynı şekilde, bir başka öznenin kendisine ilettiği anlamı anlar ve söz konusu öznenin ne demek istediğini bilir. Bu özne etrafında olup bitenin de farkındadır ayrıca. Dünyayı, tarihi ve insanı tanır, aynıları çeçevesinde geçerli olan yasaları anlar, buradan yola çıkarak aslen nasıl olmaları gerektiğini tespit eder, eğer bir eksiklik varsa o eksikliği görür ve bu eksikliği giderir; en azından nasıl giderilmesi gerektiğini bilir. Modernitenin ön koştuğu bu özne, görüldüğü gibi hem kendisi hem de kendisi dışındaki dünya ve tarih üzerinde hakim bir öznedir. Söylenilenlerden yola çıkarak ilk etapta söz konusu öznenin, başlarken Modern Edebiyat bağlamında belirtilen dört alt kurumdan üçünün teminatı olduğunu söyleyebiliriz böylece. Bir nevi monistik/monadistik, yani hermetik bir yapı içerisinde oluşan, dolayısıyla oluşturulan anlam, daha sonra ontolojik olarak birebir tekrarlanabilir, tekrarlanabilir olduğu için de anlaşılabilir bir veri, dolayısıyla iletilmeye müsait bir ileti haline getirilip bireysel zihin içerisinde muhafaza edilerek, postaya verilemeyi bekleyen Mektup misali, muhatabına aktırılmayı bekler artık. Bu noktada aynısının taşıyıcısı olarak üstte alt kurum olarak tanımladıklarımızın sonuncusu girer devreye: Metin.
Milattan önce 8 ve 5’inci yüzyıllar arasında adım adım tam sözellikten teknik olarak tamamlanmış bir yazınsallığa geçildiğini biliyoruz. Bu geçişin her tür aktarım üzerinde son derece etkili olduğunu da. Sözel aktarımlar pratik olarak her zaman doğrudurlar, çünkü içerik üzerindeki otorite ve aynısının doğruluğunun temini sözün sahibine aittir ve aynısının, bu demek içeriğin, doğruluğunun geriye dönük tam olarak takip edilmesi mümkün değildir. Yazınsallık arttıkça oysa, aktarımların takip edilmesi ve eleştirilmesi mümkün hale gelir. Bu noktada yazıyı bir düşüş olarak, bu demek ruhtaki titreşimlerin dışavurumu bağlamında aynılarını birebir temsil eden sözün aksine aynılarından, bu demek söz konusu titreşimlerden ve aynılarıyla birlikte aynılarının sahibinden, bir uzaklaşma olarak algılayarak aynısnı, bu demek yazıyı, insan için, özellikle unutkanlığı ve tembelliği arttıracağı endişesiyle, son derece kötü bir bidat olarak yorumlayan hocası Platon’un aksine Aristoteles, anlatıcıyı, dolayısıyla aktarıcıyı, artık kitle önünde cezbe halinde hakikat kusan bir sarhoş olmaktan çok, söyleyeceklerini, bu demek hakikati, bir metin halinde bilinçli bir şekilde kompoze eden bir yazar olarak tasavvur ederek yazıya farklı, yeni ve özellikle pozitif bir işlev izafe eder ve bu şekilde aynısının, bu demek yazının, kullanımının meşruiyetinin ve dolayısıyla da yaygınlaşmasının önünü açar. Platon’da Metin, babasından (Yazar) ayrı yetim bir fahişedir (Metin) ve kimin (Okur) koynuna girerse, onun çocuğunu (Anlam) doğurur. Bütünlük tasavvurudur bu noktada, bu demek daha önce Özne ve Descartes bağlamında ifade edildiği gibi, Aristoteles ve Metin bağlamında da Metin düşüncesini sevk ve idare eden tasavvur. Ve söz konusu Metin tasavvurunun sonraları Descartes’ın Özne tasavvuruyla buluşması, Modern Edebiyatın doğum ve neliğini oluşturacaktır aslında. Aristoteles‘te de, kendisinden önceyle ilişkili olarak, anlatıcının, bu demek aktarıcının, işlevi değişmez temel olarak. Onun başat görevi kitleyi aydınlatmaktır burda da. Fakat bunu artık birincil olarak sözle değil, yazıyla yapar. Moderniteye kadar kendisini sürdürmeyi başaran bu görev anlayışı son olarak Postmodern Edebiyatla birlikte mezara taşınacaktır nihayet. Bu çerçevede söz konusu mezara taşıma sürecinin başlangıcını teknik olarak Rus Formalistlerinin yaptığını söyleyebiliriz.
Metin tasavvurunun sonraları Descartes’ın Özne tasavvuruyla buluşması, Modern Edebiyatın doğum ve neliğini oluşturacaktır aslında.
Aristoteles’te iyi bir yazar her şeyden önce bir bütün oluşmasına önem vermelidir. Bu zorunludur haddizatında. Söylemek istediğini, bu demek iletmek istediği mesajı merkeze alarak, aynısının etrafında örmelidir metni. Ona göre bir bütün, bir başlangıcı, bir ortası ve bir sonu olan bir yapıdır. Bu gün büyük ölçüde hala daha geçerliliğini koruyan bu bütünlük anlayışı metnin sadece kronolojik ve mekansal bütünlüğünün değil, aynı zamanda mantiki ve nedensel bütünlüğünün de garantörüdür. Merkeze oturan mesaj ve aynısının etrafında örülen diğer unsurların oluşturduğu söz konusu bu bütünlük içerisinde, merkez dışındaki bütün unsurlar hiyerarşik olarak merkezin hizmetine sunulmuştur ve söz konusu işlev çerçevesinde öneme haizdirler. Kontrolü sürekli elinde bulunduran Yazar, biraz önce de ifade edildiği gibi, ne söylemek istediğini bilen ve bunu metne yükleyen, dolayısıyla söyleten bir otoritedir; bu bağlamda metin hiçbir şekilde özerk değildir, bir işlevi vardır ve varlığını söz konusu işleve borçludur. Her şey yerli yerindedir ve olması gerektiği yerde kalmalıdır. Okurun yapması gereken, yazarın bu şekilde metnin içerisine yerleştirdigi mesajı almak ve gereğini yapmaktır. Bütün çabasını bu istikamette yoğunlaştırmalıdır. Bu tarz bir metin anlayışının siyasi yansımalarının ne olabileceğini düşünmek zor olmasa gerekir. Modern Edebiyatın neliği konusunda bu noktada şunu söyleyebiliriz artık. Temelde bütünlük düşüncesi üzerinde yükselen Modern Edebiyat, söz konusu bütünlüğü üç bağlamda ön koşar, ki aslında temelde yatan bütünlük sadece öznenin bütünlüğüdür. Öznenin bütünlüğü, anlamın, bu demek mesajın bütünlüğü ve metnin bütünlüğü. Kendi bütünlüğünün farkında ve aynısından emin olan bir özne, söylemek istediğini bir bütün olarak, yine kendi içinde bir bütün olan metne yükler ve ardından okuyucuya sunar. Diğer tarafta okuyucu aynı şekilde kendi bütünlüğünün farkında olarak, yine aynı şekilde bütünlüğünü ön koştuğu bir metinden, aynısında mahfuz ve bütün olan mesajı anlayarak üstlenir. Modern Edebiyatı oluşturan teorik temel budur.
Modernitenin, dolayısıyla Modern Edebiyatın, ötesine geçmek, bu demek Postmodern Edebiyatı görünür kılmak bağlamında da aynı noktadan başlamak gerekecek; Descartes ve Cogito. Bugün şunu söyleyebiliyoruz ki, Descartes’ın girdiği yol geri dönüşü olmayan bir yoldu. Bu demek, her ne kadar Cogitoya varmak mümkün olsa da, yani bunu kabul etsek de bir yere kadar, aynısından çıkıldığı an, ki ben denildiği an, bu demek dile devredildiği an aynısı, aslında aynısının farkına varıldığı an, ki farkına varmak tekrarı ve tekrar dili gerektirir, aynısından çıkılmış olunur. Dil çünkü sadece bana ait olmayan bir medyadır, ki aslında medya oluşu yeterli dışarı çıkmak için zaten; ve sadece bana ait olmayan bir medyayla sadece bana ait olan, haddizatından ben olan bir fenomeni dillendirmek, dillendirmek sadece, mümkün değildir. Descartes’ın Cogito’dan talep ettiği clare et distincte zemini bu noktada kaybetmiş oluyoruz o halde. Bu demek Modern Edebiyatın şart koştuğu bütüncül özne, bütünlüğünü kaybederek kendi içinde aşılması mümkün olmayan bir uçurumla yüzleşiyor. Ve burası Modernitenin ve aynısıyla birlikte Modern Edebiyatın, teorik olarak en azından, son bulduğu noktadır. Tabii ki bu durumda bu nokta sadece öznenin bütünlüğünü kaybettiği nokta değildir. Özneyle birlikte her şeyden önce Yazar ve Okur, aynılarıyla birlikte ise Anlam ve Metin de bütünlüklerini, bu demek sınırlarını kaybederek dışa taşmaya başlarlar ve bu dışa taşıştır aslında, edebi açıdan, Postmodern Edebiyatı görünür kılan.
Faust’un (Johann Wolfgang von Goethe) ‘…Was die Welt im innersten zusammenhält‘ (dünyayı en içinde bir arada ne tutar) sorusunu, daha doğrusu söz konusu soruda kendisini dışavuran bilme iradesini Modernitenin ve Modern Edebiyatın en bariz dışavurumu olarak kabul edersek, ki etmememiz için bir sebeb yok, aynısına Paul Celan’la birlikte Postmodernite adına şu cevabı verebiliriz:
‘Die Welt ist fort, ich muss dich tragen.’ (Seni sırtıma yükledi ve çekti gitti dünya.) Bu demek; ‘Gott ist tot.’
Bu yazının devamı niteliğinde olan ‘Jacques Derrida ve Edebiyat‘ başlıklı yazıyı okumak için buraya tıklamanız yeterli.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU