Coğrafya denilen şeyin içini dolduran, onun öznesi olan insan, tarih boyunca yaşadığı yerleri kendine göre dizayn etmeyi başarmıştır. İnsansız bir coğrafya akıl almaz, sıradışı bir durum olup, yalnızca bitki kültürleri, hayvan habitatı kısacası doğadaki insan türü dışındaki her canlının bir yaşam alanı olagelmiştir.
İnsan dışındaki canlıların bir arada yaşadığı, bazen birbirini beslediği, çoğu zamanda besin zinciri kuralına göre hayatta kalabilmek için birbirlerini avladıkları bir yaban hayatı tarih boyunca şekillenmiştir. Lakin, doğa sessizdir ve örneğin bitkiler ya da hayvanlar kendi aralarında belli sesler ile konuşabilseler dahi, hiçbir zaman bunu anlamlı seslere, alfabaye, cümlelere kısacası insanların kendi aralarında anlaşabilmelerini sağlayan ”dil” gibi bir iletişim aracına dönüştürmeyi başaramamışlardır.
Doğal olarak da, iletişim kurmayı başarabilen insan, üremiş, aileler kurabilmiş ve dünya’ya yayılmış ve bu sayede ”kültür” denilen çok karmaşık bir fenomeni meydana getirmeyi başarmıştır. Konuyla dolaylı bağlantısı olduğundan kültürün medeniyetin içinde doğan bir unsur olduğunu, fakat özellikle ulus-devlet yapısıyla şekillendiğini söylesek yanlış olmaz.
Günümüz ülkelerinin elbette kültürel yaşantıları, binlerce hatta milyonlarca yıl önce biçimlenmiş olabilir. Kenya-Uganda-Tanzanya-Mozambik gibi ülkeler Svahili dilini konuşsalar da, farklı ülke isimleriyle anılırlar. Bu ülkelerin kültürleri birbirine çok benzese ve hatta bağımsızlık günleri dahi birbirine çok yakın olsa da çizilen politik sınırlar sebebiyle Bantu halkı birbirinden tecrit edilmiş, farklı bir marş ve bayrak altında aynı kabilenin insanları sözüm ona farklı ”ulusal” kültürlerde yaşamaya başlamışlardır. Geçmişte muazzam toprak parçasına yayılabilmiş devletler bugun 300.000 km2 gibi oldukça küçük toprak parçası üzerinde ulusal kültürlerini yaşamaya devam etmektedir.
Öyle ki Monaco 2 km2, Nauru 21 km2, Tuvalu 26 km2, San Marino 61 km2, Marshall adaları 181 km2 gibi oldukça küçük bir alan kaplamasına rağmen, coğrafyamızın ulusal sınırlara sahip ülkeleri olarak kabul edilmişlerdir. Bu ülkelerde dahi insan, bir diğerinden farklı dans figürleri, yeme adetleri, mimikler&vücüt dili, tümüyle farklı diller, festivaller ve yortular, batıl inanışlar gibi örüntüleri, farklı şekillerde kültürleştirmişlerdir ve bu hayli ilginçtir.
Kültürün yeme-içme, konuşma, dans, dini yortular gibi unsurları kulağa hoş gelen kısımları olduğu kadar, garip ve dışardan bakılınca ”delilik” olarak tanımlanabilecek bazı semptomlar yarattığı da bir gerçektir. Malezya’da, kişinin önce düşüncelere dalıp, daha sonra cinayet işleyecek kadar azgınlaştığı ‘amok’ denilen bir hal vardır. Yine aynı ülkede, insanlar, ani bir korkunun onları ve çevredekilerin sözlerini ve hareketlerini tekrar etmeye zorladığı ”Latah” adı verilen trans durumdan bahsederler. Japonya’da bazı insanlar ”Taijiin kyofusho”ya tutuluyor ve başkalarının utançlarından korkuyorlar. Hatta Japonlar, bu konuda biraz da garipleşip bu korkuyu kategorilere dahi ayırmıştır:
- Sekimen kyofu (yüzün kızarmasından korkma)
- Shubo kyofu (şekli bozulmuş bedenden korkma)
- Jikoshisen kyofu (göz göz gelmekten korkma)
Yalnızca bu kadar değil; Japonlar özellikle 20 yıldır, özellikle gençler arasında yaygın olan ”hikikomori” adlı kültürel hastalığa tutulmuş durumdalar. Bu salgın ya da hastalığa yakalandıysanız, evinizdeki odanızdan aylarca çıkmıyor ve zaman içinde derinizin çürüdüğünü düşünmeye başlıyorsunuz.
Nijerya’da 1940 yıllardan beri süregelen Ode Ori ya da Koro adı verilen bir kültürel delilik vakası vardır. Koro’ya yakalanan kişi, birlikte takıldığı ya da aynı ortamda bulunduğu kişinin, penislerini çaldığını iddia eder. Gerçekte böyle bir durum sözkonusu bile değil iken, Nijeryalı erkekler, irrasyonel bir akıl hastalığı nedeniyle testislerinin çalındığını ve penislerinin küçüldüğünü iddia ederler. Hatta denilir ki (bir efsaneye göre), Afro- Amerikan rapçiler bu sebepten dolayı şarkı sırasında pantolonlarının ön kısmını tutmaya başlamışlardır.
Kenyalıların anlattığı meşhur hikayeye göre, Kenya’nın Narok ilçesi ile Trans Mara adı verilen yer arasında kalan Kilgoris kasabasına, 1930’larda bir İngiliz papaz gelir. Bu kişinin ismi Goris’tir. Goris’in amacı misyonerlik yaparak bu kasabayı hristiyanlaştırmaktır. Ama işler ters gider. Gusii kabilesi, Goris’in içine şeytan kaçtığını, bu sayede renginin beyazladığını düşünerek Goris’i infaz ederler. Böylece köyün adı Kilgoris (Goris’i öldür) olur.
Kamboçya’da insanlar, ”khyal” denilen rüzgar saldırısına maruz kaldıklarını iddia ediyorlar. Hintli erkekler, kilo kaybettikleri, kendilerini yorgun hissetikleri ve AYURVEDA tıbbındaki yedi önemli vücut sıvısından biri olan spermin yok olmasına bağlı olarak cinsel güçsüzlüğe uğradıkları DHAT denilen bir sendroma yakalandıklarını beyan ederler. Benzer şekilde yine Hindistan’da, Rajastan’da, bir grup insan, GİLHARI denen bir kertenkelenin deri altlarında dolaştığını ve eğer boyunlarına ulaşırsa öleceklerini etmişlerdir. Endonezya’da bir kadın doğum yaparken ölürse, ruhlarının kötü hayaletlere dönüşeceğine inanırlar ve ruhlar da özellikle erkeklere zarar verirmiş. (Pontianak)
Ledong, Çin özerk bölgesinde 2 çocuklu bir kadının ruhu şeytan tarafından ele geçirliği düşüncesiyle öz oğulları tarafından yıllar yakılmıştır. Witchcraft da denilen ve Türkçe’ye ”afsun, cadılık, büyücülük” olarak çevrilen bu kültürel delilik fenomeni, tarihte ilk kez İncil’in M.Ö 931 ve 721 yılları arasında yazılmış versiyonunda dile getirimiştir. Buna göre, Kral Saul, Endor cadısını çağırdı ve ona ölü peygamber Samuel’in ruhunu geri cağırmasını ve bu sayede Filistin ordusuna karşı galip gelebileceğini söyledi.
Bulunduğumuz çağa en yakın büyücülük örnekleri, Ortaçağ’da Avrupa’da görülmüştür. 11. yy’da bugünkü Çek Cumhuriyeti ve Almanya’da sınırları içinde birçok kadın, ”şeytan” oldukları ve erkekleri ayarttıkları düşüncesiyle öldürülmüşlerdir. İki önemli Alman yazar tarafından kaleme alınan ”Malleus Maleficarum” kitabı, Avrupa’da büyücülük tarihi konusunda bize detaylı bilgi sunmaktadır. Öte yandan, büyücülük hikayeleri bir virüs gibi Avrupa’dan Anglosakson kültürünün insanları aracılığıyla ABD’ye de yayılmıştır. Bilinen ilk büyücülük örneği, ABD’nin Massachusetts eyaletindeki Salem’de meydana geldi. 1692 yılında, iki Amerikan kızın komşuları tarafından büyü yapılmak suretiyle hasta olduklarını beyan etmesi üzerine, mahkeme 18 kişiye ölüm cezası vermiştir.
Kültürele bağlı olarak oluşan psikolojik bozukluklar, depresyon ve histeri, 21. yy’da artık sadece gelişmemiş değil, gelişmiş ülkelerin de bir parçası haline gelmiştir. Japonya, ABD, İngiltere, Almanya’da her yıl yüzlerce kültürel delilik vakaları görülmektedir. Bu tehlikeli ve ölümcül vakaların yanında masum ”kültürel hurafeler” de mevcuttur. Türkiye’deki nazar boncuğu, kırık cam, tahtaya üç kez vurma, giden bir askerin ya da yolcunun ardından su dökme, sağ tarafı sol tarafa tercih etme, gelinin evlenirken damadın ayağına basması, ağaçlara çaput bağlama gibi inanışlar halen ülkemizde yerel halk tarafından tutulan ve hiç eskimeyecek olan bazı hurafelerdir (supersititon).
Masum bazı örneklere rağmen, halen coğrafyamız çok çılgın ve karmaşık. Kültür’den kaçabilmek ise şu an için hiç de olası değil.
Furkan ARISOY