Varis’iz biz. [Fakat] bu şuna ya da buna sahibiz ya da sahip olacağız, [ya da] böyle bir mirasın bizi günün birinde şu ya da bununla zenginleştirecek olduğu demek değildir. [Bu şu demektir;] olduğumuz şeyin [nasıl] oluşu her şeyden önce bir mirastır; [bu] istesek ve bilsek de [öyle], öyle olmasa da [böyle].
Nous sommes des héritiers, cela ne veut pas dire que nous avons ou que nous recevons ceci ou cela, que tel héritage nous enrichit un jour de ceci ou de cela, mais que l’être de ce que nous sommes est d’abord héritage, que nous le voulions et sachions ou non.
Jacques Derrida
1
Tanrı Eski Ahit’te kendisini tanıtırken Kurt Gödelvari bir yaklaşım sergiliyor, açık bırakmıyor çuvalın ağızını, bağlıyor, dolayısıyla çelişkiye teslim oluyor. O nedenle her zaman sevmişimdir çelişkileri. Nitekim Musa’nın Seni sorarlarsa onlara ne söyleyeyim? sorusuna, Onlara Ben’im Ben olduğumu söyle diyor. Biraz muzırlık yaparak Tanrının cevabını Kimsem kim, onlara ne; söyle işlerine baksınlar diye de anlayabiliriz. De öyle yapmayalım, kızdırmayalım yani; sonra lazım olur, ki olacak da. Daha sonra Mushafta biraz daha açıklıyor cevabını. Immanuel Kant‘ın ifadesiyle erläutern yapıyor. Bu demek Eski Ahitte verdiği cevabı çözümlüyor (Analyse), aynı şeyi söylüyor yani. [Onlara] de ki [Sprich / قُلْ:] diyor (Friedrich Rückert aktarımıyla);
Gott ist Einer, | Tanrı birdir, |
ein ewig reiner, | bir ebedi arı’dır, |
hat nicht gezeugt und ihn gezeugt hat keiner | ondan ürememiştir ve o da ürememiştir |
und nicht ihm gleich ist einer. | ve kimse ona benzemezdir. |
Biraz önce de söylediğim gibi, yukarda verdiğim Mushaf alıntısının her cümlesi, görüldüğü gibi, Tanrının Ben Ben’im ifadesinin bir çözümlemesinden ibaret. Kant‘ın çözümleme tarifine bakalım: [D]as Prädikat B gehört zum Subjekt A als etwas, was in diesem Begriffe A (versteckter Weise) enthalten ist. Yüklem B Süje A’ya, söz konusu A kavramında (saklı şekilde) içsel olan bir şey olarak aittir. Dolayısıyla bir olmak, ondan ürememiş ve kendisi de ürememiş olmak ve kimse ve hiçbir şey’e benzememek Ben Ben’im kavramında içseldir. Bu aynı zamanda Mutlaklık‘ın en güzel tanımıdır da. Bu noktada Rückert’in arı (rein) olarak tercüme etmeyi tercih ettiği ve Rudi Paret‘in Mushafta tek bir kere ve yerde kullanılan bir kelime olduğunu hatırlattığı (Der Ausdruck kommt im Koran nur im Vers 2 der genannten Sure vor) samed kelimesi sorun çıkartabilir gibi dursa da, söz konusu kelime, uygun anlaşılması durumunda, söz konusu çözümlemenin kapsamına en alınmak zorunda olan kelimedir aslında. Tanrı olmak her şeyden önce samed olmayı gerektirir nitekim. Fakat daha da önemlisi, Ben Ben’im demek dışa kapalı olmak, yani samed olmak demektir haddizatında. Teknik olarak arı’lık, temizlik kelimesinin prima facie dışa vurduğu anlamdan çok, tek bir unsurdan, yani kendisine herhangi başka bir şeyin karışmamış olduğu bir, evet, maddeden meydana gelmiş olmayı ifade eder. Öyle ki Paret geçmişte Hristiyan ve Müslümanlar arasında gerçekleşen bazı tartışmalarda Hristiyanların bu sıfattan yola çıkarak Müslümanların Tanrılarını maddi bir şey olarak düşündükleri haksız eleştirisini ileri sürdüklerini söyler (Christliche Kontroverstheologen […] haben – eben unter Bezugnahme auf samad- den Muslimen zu Unrecht vorgeworfen, dass sie sich Gott als einen festen Körper vorstellen). Haksız bir eleştiridir bu, çünkü Tanrıyla ilgili olarak bu ifade ancak mecazen kullanılmış olabilir Paret’e göre (…kann […] in Verbindung mit Gott nur in übertragenem Sinn gemeint sein). Bu çerçevede aynı kelimeyi, dolayısıyla Ayeti, şöyle tercüme eder o: Gott, durch und durch (er selbst). En anlaşılır şekliyle vermek gerekirse, Tanrı, [hem de] dibine kadar (kendisi). Bana kalırsa söz konusu kelimenin en uygun aktarımı som olabilir. Ve ben aynı kelimeyi anlamaya çalışırken sürekli şu tasavvuru (Vorstellung) kullanıyorum: Sağ elimde bir kürdan, sol elimde bir çelik bilye. Ve ben söz konusu kürdanı söz konusu bilyeye batırmaya çalışıyorum. Yakınlaştırıcı bir anlayış elde edebiliyorum kendi adıma bu şekilde.
2
Biz insanlar öyle değiliz tabii ki. Ne indik zembille gökten ne de bittik rahmetle yerden. Ne de leylekler getirdi bizi günün birinde uzak diyarlardan ve ne de, hafazanallah, postacı bıraktı. Ki bu işin şakası. Biz, elimizde olmayan sebeplerden dolayı ve bizim kendi seçimimiz olmayan babamızın ve de annemizin, ki inşallah öyle olmuştur, birbirlerini heyecan ve iştiyakla istedikleri ve aldıkları bir gecede, ya da her ne zaman ve her neredeyse işte, ki bu tamamen onların fantezisine kalmış artık, atılmış ve tutulmuş yapışkan ve pis bir tohumdan meydana geldik. Bizim, kelimenin her anlamıyla ve daha henüz biz kendimiz dahi yokken, bir geçmişimiz vardı ve var halihazırda. Tanrı, yani samed olan dışında her şeyin bir geçmişi, geleceği de, yani bir tarihi vardır çünkü. Her şey derken ve bu şeyleri, tarihleri vardır cümlesinde içsel olduğu gibi, geçmiş ve de geleceklerinden, yani tarihlerinden farklı, kendi içlerinde ve kendi kendilerine duran (selbstständig) şeyler olarak düşünürken, söz konusu şeyleri samed‘leştiriyorum haddizatında. Öyle değil ama; şeylerin tarihleri yoktur, şeyler durmazlar yani. Şeylerin, dolayısıyla insanların, kendileri, en anlaşılır ifadeyle, birer tarihtir; akarlar sürekli. Necip Fazıl Kısakürek‘in dediği gibi aslında, her şey akar. De işte şeyleri, Martin Heidegger‘nın ifade ettiği gibi söylersek, durdurmadan ve gözümüzün önünde zapturapt altına almadan (vergegenständlichen), haddizatında oldukları tarihten arındırmadan (ent-historisieren), modern anlamda, düşünemiyoruz, dolayısıyla onlarla hesap edemiyor, onları hesaba katamıyoruz maalesef. Friedrich Hegel‘in Diyalektik‘le bize öğretmeye çalıştığı tam olarak buydu işte. Yapabiliriz aslında;
Die Knospe verschwindet in dem Hervorbrechen der Blüte, und man könnte sagen, daß Jene von dieser widerlegt wird; ebenso wird durch die Frucht die Blüte für ein falsches Dasein der Pflanze erklärt, und als ihre Wahrheit tritt jene an die Stelle von dieser. Diese Formen unterscheiden sich nicht nur, sondern verdrängen sich auch als unverträglich miteinander. Aber ihre flüssige Natur macht sie zugleich zu Momenten der organischen Einheit, worin sie sich nicht nur nicht widerstreiten, sondern eins so notwendig als das andere ist, und diese gleiche Notwendigkeit macht erst das Leben des Ganzen aus. […] Denn die Sache ist nicht in ihrem Zwecke erschöpft, sondern in ihrer Ausführung, noch ist das Resultat das wirkliche Ganze, sondern es zusammen mit seinem Werden; der Zweck für sich ist das unlebendige Allgemeine, wie die Tendenz das bloße Treiben, das seiner Wirklichkeit noch entbehrt, und das nackte Resultat ist der Leichnam, der die Tendenz hinter sich gelassen.
Tomurcuk çiçeğin onu yarıp öne çıkmasında kaybolur ve denilebilir ki birincisi ikincisi tarafından yalanlanır; aynı şekilde meyve tarafından çiçek de bitkinin yanlış bir var oluşu olarak açıklığa kavuşturulur ve onun hakikati olarak diğerinin yerine bu geçer. Bu biçimler sadece birbirlerinden farklı değiller, aynı zamanda birbirleriyle uyumsuz olarak birbirlerini dışlarlar da. Fakat onların akışkan doğası onları aynı zamanda organik bir’liğin birer an’ları kılar, ki orada onlar sadece birbirleriyle çelişmez değildirler, aksine biri bir diğeri kadar zorunludur ve ilk olarak bu aynı zorunluluk bütünün yaşamını teşkil eder. […] Nitekim şey maksadında değil uygulanmasında tamama erer ve aynı şekilde sonuç, hakiki bütünlüğü bir başına değil oluşuyla birlikte teşkil eder; hedef, kendisi olarak yaşamayan geneldir sadece, eğilimin/yönelimin henüz hakikatinden mahrum sadece bir yalın akmak olması gibi ve çıplak sonuç da bu eğilimi/yönelimi arkasında bırakmış olan kadavradır.
Tanrı Ben Ben’im derken, bugün neysem yarın da oyum, ki dünde oydum zaten, diyor ve biz, malheureusement, bugün ne isek yarın o kalamıyoruz, ki dünde bu değildik zaten. Varis‘iz çünkü, samed değiliz yani. Neyse, ne diyorsunuz siz Türkler, nerede hareket orada bereket.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU