Milei’nin seçim zaferinin getirdiği ilk şaşkınlık ve kuru gürültüden sonra, bu gerçekten sıradışı siyasetçi ve onun seçim başarısı hakkında daha soğukkanlı bir değerlendirme yapmak gerekiyor.
Yalnızca yaftalamalardan ibaret olmayan bir bakış açısına özellikle ihtiyacımız var. Kimileri için çarpıcı olacak ama Milei ne bir ‘aşırı sağcı’, ne ‘popülist’ ne de ‘Trump’ın Arjantin’deki sureti’ olan bir ‘deli’. Aynı anda bu kadar çok temelsiz suçlamaya muhatap olmasının ise sebepleri var. Bu sebepleri sizin için açıklamaya çalışacağız. Milei vakası, liberal düşünce hakkındaki genel bilgisizlik ve bu düşünceyi yargılamadan idam etme refleksinin güncel bir örneğini teşkil ediyor.
Arjantin bir zamanlar ekonomik refah bakımından önde gelen ülkelerden birisiydi. Son 60 yılda Keynesyen ve sosyalist politikaların sonucunda kronik olarak hasta ve batık bir ülkeye dönüştü. Seçim sonucundan bu yana geçen kısa sürede, Milei’ye öyle bir hışımla saldırıldı ki, sormamak elde değil, acaba Arjantin’i bu hale getiren kadrolara bu kadar yoğun hakaret, hor görü, dalga ve dezenformasyon reva görülmüş müydü? Ve şayet, gerçekten neo–liberal hegemonya diye bir şey var olsaydı, Milei böylesine yerden yere vurulur muydu?
Önemli, sıra dışı ve dikkate değer bir gelişme ile karşı karşıya olduğumuzu vurgulamamız gerek. Başta Avusturya İktisat Okulu olmak üzere, liberal iktisat okullarının derin tesiri altındaki bir siyasetçinin yalnızca seçim başarısı bile ciddi bir değerlendirmeyi hak ediyor. Devleti küçültme siyasi programı ile seçmenin karşısına çıkan, devletin toplumun şu ya da bu köşesine sürekli ve kesif müdahalelerine yüksek sesle itiraz eden bir figürün ancak bir tür ‘meczup’ olabileceği –bir meczup olması gerektiği– şeklindeki sol dayatma bize bu konuda doğru bir kavrayış sağlayamaz.
Devletçi/müdahaleci zihniyet kendi cenahından politikacıların seçim vaatlerini sosyal adalet ve hak arayışı; hakkaniyet, eşitlik, merhamet değerlerinin kaçınılmaz sonucu olarak kabul ediyor. Bu vaatleri ekonomik rasyonalite adına bir eleştiri süzgecinden geçirmeden, meşru oy verme sebebi görüyor. Fakat, sol olmayan herhangi bir isimin topluma ‘Benim politikalarım sonucunda refah seviyemiz artacak’ şeklindeki standart bir vaadi bile ‘iğrenç popülizmden’ başka bir çuvalın içine atılmıyor.
Savunması çok zor fikirlere sahip Milei. Onu bir ‘deli’, ‘aşırılıkçı’, ‘hayalci’ olarak suçlayan bu kadar çok insan varken, büyük bir risk aldı fikirleri uğruna. Entelektüel konfor alanının dışına çıkarak, bir siyasal kampanya yürüttü. Yine sormamız gerekir; böyle bir figür Türkiye’de bir seçim yarışına girmeye cesaret edebilir mi? Bizim ülkemizde, değerli Besim Tibuk istisnası bir kenara, ‘Ben devleti küçülteceğim’ diyen ve bunu bir parti programı haline getiren kaç tane lider olmuştur? Bu soruya cevap verdikten sonra, Milei’nin fikirlerine katılmasanız bile, en azından onu benzersiz medeni cesaretinden ötürü tebrik etmeniz gerekirdi. Ve eğer hakkaniyet duygunuz biraz gelişmiş ise, onu böylesine güçlü şekilde harekete geçiren fikirlerini samimiyetle anlama çabası içine girmeniz gerekirdi. Tebrik etmek ve anlama çabası göstermek bile liberallere çok görülüyor.
Milei ve onun politik vaatlerine verilen tepkilerin çok derin ve yaygın bir anlama zorluğunun sonucunda dolaşıma çıktığını görmek gerekiyor. Bu anlama zorluğu, biz liberteryenlere özgürlük fikrinin, özellikle ekonomik özgürlükler boyutunda, ne dereceye kadar yalnız kaldığını da gösteriyor. ‘Milei sosyal devlete karşıymış, bütün devlet teşvik, sübvansiyon, yardım ödemelerini kesecekmiş. Sendikalistlere de kötü sözler ediyormuş’ dendikten sonra, çaresizce şu sonuca ulaşıyor insanlar; ‘demek ki bu adam vicdansız, merhametsiz, ekonomik kalkınmaya karşı, hatta anti–sosyal bir canavar’. (Bütün bu ithamların hınçla söylenen ‘popülist’ suçlaması ile birliktelik kurmasındaki ilginçliği de not etmeliyiz). ‘Sendikaları da sevmediğine göre, ücretli–çalışan kesimlerin de bir düşmanı olsa gerek’. Böyle düşünüldüğünde, devletçilik ortak paydasında buluşan sol ve sağın dışındaki klasik liberal ve liberteryenleri kara vicdanlı olarak suçlamaktan başka bir sonuca ulaşılamaz elbette.
Halbuki liberaller amaçları tartışmaz. Onlar, amaca giden yolda hangi araçların kullanımı doğru veya yanlış sorusunu sorarlar. Frederic Bastiat’nın dediği gibi, “Her seferinde, biz hükümetçe yapılan şeye karşı çıkarız, sosyalistler ise yanlışlıkla bizim tümüyle bunların yapılışına karşı çıktığımız sonucuna varırlar.” Liberaller toplumun refahını yükseltme amacında kuralsız, keyfi yönetimin bir kısır döngü ile sonuçlandığını anlatır ve Arjantin bunun acı örneklerinden birisidir.
İnatla, üstüne basa basa anlatmaya devam edelim; kalkınma ve refah yolunda asıl görevi üstlenen şey ekonomik özgürlüklerdir. Dünya Ekonomik Özgürlük Endeksi bunun güçlü bir kanıtını bize sunuyor. Keyfi devlet yönetiminin sınırlandığı, ekonomik politikanın kurala dayalı olduğu yer ve zamanlarda, meydana çıkan genel refah artışı daha çok eğitim ve sağlık imkanlarını da kapsayan beşeri kalkınmayı mümkün kılıyor.
Enflasyonist devletlerin kitlelerin ekonomik kavrayış gücüne verdiği büyük bir zarar vardır. Artık kitleler, özellikle Türkiye ve Arjantin gibi ülkelerde, ücretli–çalışan kesimlerin refahının sadece ve sadece nominal maaş zamlarındaki artışa bağlı olduğunu düşünür olmuşlardır. Kitlelerin bu koşullanması nedeniyle, enflasyon popülizmi daha da besleyip büyütüyor. Üstüne basa basa anlatmaya devam edelim; ücretli kesimlerin reel satın alma gücündeki sürdürülebilir iyileşme, esasen emeğin ve diğer üretim faktörlerinin verimliliğindeki yükselme sonucunda doğar. Merkez bankalarının faiz oranları, para arzı, kur seviyeleri üzerindeki manipülasyonları ile ekonominin bu temel gerçekliğini değiştirmesi imkânsız. Halkına gerçeği söylemekle mükellef bir politikacının şunu ifade etmesi gerekiyor; “ekonomik refah son tahlilde sadece üretim faktörleri toplam verimliliğinde ilerleme kaydetmekle mümkün. Para politikasının yapabileceği en iyi şey bu ilerlemeye engel koymamaktır”.
Merkez bankalarının tarihi bir başarısızlık tarihidir. Bu tarih toplumsal refaha hizmet eden asıl dinamikleri ifsat eden ve fiyat sisteminin tekerine çomak sokan parasal dur-kalk döngüleri ile dolup taşıyor. Milei bu durumu çok iyi kavramış görünüyor ve bu konuda halkına gerçeği söylüyor. ‘Kendim enflasyona sebep olup, sonra da sizi o enflasyondan kurtarmaya çalışan kahraman rolünü oynamayacağım’ diyor. ‘En doğrusu, devletin piyasaya enflasyon hastalığını bulaştırmamasıdır. Bunun alternatifi devletin kaşıkla verip kepçeyle aldığı, yani özünde toplumu fena halde kazıkladığı bir kısır döngüden ibaret’ diyor. Milei, devletin bu kirli süreç sayesinde bütün toplumu –zengin veya fakir bütün kesimleri– geriye çektiğine dair bir farkındalık sergiliyor. Enflasyonun suçunu kendi politikasından başka her şeye ve herkese atan, sonra halkına dönüp ‘İşte bakın sizi enflasyona ezdirmedim’ diyen ikiyüzlüler ve gerçek popülistler gibi davranmıyor. Kamu kaynaklarını kullanarak oy satın almaya çalışmadığı gibi, bu kirli siyasi süreci bitirecek bir devlet temizliği öneriyor. Bu anlamda Milei ancak ve ancak bir anti–popülist adını hak ediyor.
Başka ülkelerde de dile getirilmesi gereken bir sorunun bayraktarlığını kendi ülkesinde yaptı Milei; paranın ulusal para birimi olmasının egemenlik hakkının nasıl da güzel bir işareti olduğundan dem vuruyorsunuz. Ama göz göre göre bu yerli ve milli paranın değerini sürekli yerlerde süründüren politikaları neden uyguluyorsunuz? Para biriminin yerli ve milli bir isime sahip olmasındansa, değerini koruması; yani halkın yasa ve ahlak dışı vergilendirilmesi için elverişli bir araca dönüşmemesi daha önemli değil mi? Ulusal bir paranın ulusun refahı aleyhine çalışmasını sağlayan şey nedir? Sürekli yerli ve milli olmaktan bahsedilen bir ülkede, kitlelerin kendi içinden enflasyon şahini bir politik lider ve siyasi program çıkaramamasının sebebi nedir? Bir ülkenin bütün mahallelerinin enflasyonist fikriyatı benimsemiş olmasından başka neyle açıklanabilir bu durum?
Milei yönetiminin çok zor bir meydan okuma ile karşı karşıya olduğu açık. Bu reformları gerçekleştirmek için ne kadar yetkin bir kadroya sahip ve bu kadro var ise de, vaat edilenlerin ne kadarı gerçekleştirilecek? Zaman gösterecek ve bizler de dikkatle izleyeceğiz.
Fikirler sahasındaki mücadele bakımından, Milei ve tabi liberaller için birincil risk, Arjantin’de parasal reformun liberal bir ekonomik sistemin diğer gerekleri ile tamamlanmaması ihtimali. Para arzının sert bir şekilde sınırlandırıldığı yerde, emek piyasası dahil, ekonominin her sahası olabildiğince özgür, yani esnek olmalı. Ücret ve fiyat katılıklarını yapay surette inatçı hale getiren bütün fiyat kontrolleri ve regülasyonlar ilga edilmeli ki fiyat sistemi verili para arzı ile bağlantısını kaybetmesin. Milei’nin bu riskin farkında olmaması pek mümkün değil açıkçası.
Son olarak Milei vesilesiyle Besim Tibuk’u tekrar anmış olalım. Besim Tibuk bir siyasal iletişim taktiği olarak asabı bozuk adam portresini çizmişti. Bu, sadece bir taktik değil, onun kişiliğinin de bir yansımasıydı. Milei de, belli ki kişilik özelliği olarak tutkuyla konuşan, iddialı ve hırslı, fikirlerine kuvvetle bağlı bir figür. Siyasi kampanyası boyunca, asabı bozuk adam portresini hayli agresif bir biçimde sergiledi. Bununla kalmadı, zor fikirleri halka ifade etme, halk ile doğrudan iletişim ve bağ kurma yeteneği olduğunu da kanıtladı. Elbette Arjantin’in müesses nizamından bıkkınlık duyan seçmenlerin tepki oyları Milei’nin başarısında bir rol oynamış olmalı. Ama bu başarı sadece tepki oyları ile açıklanamayacak kadar derin bir konu. Arjantinli seçmenler içinde Milei’nin özgür toplum vizyonunundan etkilenen insanlar da var tabi ki. Topluma devletin çocukları muamelesi yapılmasından yorgun düşmüş insanlar bunlar. ‘Başka bir yolu olmalı, başka bir Arjantin mümkün’ diye düşünecek kadar fikri açık olan insanlar. Sadece bu kapıyı araladığı ve aslında zorladığı için bile Milei’ye teşekkür etmeliyiz.
Arjantin’den doğan ışık, liberaller için bir ümit. ‘Liberaller seçimlerde başarılı olamaz’ ön yargısı yıkılmalı artık belki de. Sabır ve cesaretle mücadele verilirse, halkın sağduyu, adalet ve özgürlük ateşinden bütünüyle yoksun olmadığı açığa çıkabilirmiş demek ki.
Ve kim bilir, belki de Besim Tibuk siyaseti çok erken bıraktı. Şayet mücadeleye devam etmiş olsaydı, Türkiye’nin kaderi bir ‘Déjà vu’ olmaktan çıkabilirdi. Aslında ülkenin geçmişteki tek fırsatı buydu. Artık geçmişte kalmış, hatta geçmişe gömülmüş bir fırsat bu.
Gelecekteki özgür toplum fırsatlarını zorlayacak bireylerin yetişmesi dileğiyle…
Arif Menger