Der Ausdruck ontisch bezeichnet alles, was es gibt. Der Ausdruck ontologisch bezeichnet das neugierige, staunende, erschreckte Denken darüber, dass es mich gibt und dass es überhaupt etwas gibt.
Ontik ifadesi var olan her şeye işaret eder, ontolojik ifadesi ise ben’im/n, haddizatında herhangi bir şeyin var olması üzerin(d)e(n) gerçekleşen merak, hayret ve korku dolu düşünmeye.
Rüdiger Safranski
Penser la différence ontologique reste sans doute une tâche difficile…
Ontolojik farkı düşünebilmek şüphesiz ki zor bir mesele olarak ortada duruyor…
Jacques Derrida
1
Holzwege: Martin Heidegger’nın en bilinen kitaplarından birinin adı böyle; Odunyolları. Aslında Holz daha geniş manada Tahta anlamına gelir, fakat Heidegger’nın ne demek istediğinden yola çıkarak burada Odun kelimesini kullandım. Holzwege, öğrenebildiğim kadarıyla, Türkçeye Patikalar olarak aktarılmış. Şayet bu doğruysa ve Patika Vikipedi’de belirtildiği gibi engebeli bir kırsal arazide iki nokta arasındaki en kısa yolun insan ve hayvan geçişleri nedeniyle bitkiden arınması sonucu oluşan yol anlamına geliyorsa, bu aktarım yanlış olur, ki haddizatında yanlıştan çok daha fazla. Almancada gündelik dilde Auf dem Holzweg sein şeklinde bir deyim kullanılır. Bu genelde yanlış bir yolda olunduğunu ifade etmek içindir, en azından gündelik kullanıcılar öyle anlarlar sıklıkla; ama tam olarak öyle değil. Nitekim bir yolun yanlışlığı ulaştırdığı nokta bağlamında tespit edilir, dolayısıyla doğru yol belirli bir sonuca ulaştıran yoldur. Oysa Holzweg tam olarak bunu iptal eder. Çünkü aynısı iki nokta arasında katedilmesi gereken alanı kastetmez, dolayısıyla Holzweg bir sonuca, belirli bir hedefe zaten götürmez (…ist nicht zielführend). Bu durum aslında Heidegger için mecazi olarak Düşünmek’i de dışa vurur.
Kısaca ve anlaşılır bir dille söylemek gerekirse mesele onun açısından şu aslında; Heidegger Düşünmek ile Felsefe arasında bir ayrım gözetir, haddizatında Felsefenin bittiğini ve Düşünmekin başlaması gerektiğini, belki de başladığını söyler. Heidegger farklı bir kullanımla das rechnende Denken ifadesini ileri sürer, dolayısıyla hesap eden Düşünmekten söz eder. Burada iki farklı Düşünmekten bahsedebiliriz. Bir tarafta aktif, kendi başına hedef belirleyen, yani spontane ve belirlediği hedefleri gerçekleştirmek için yollar arayan, haddizatında açan, bu çerçevede karşı taraftan, bu demek şeylerden, gelen tepkileri hesaba katmadan, bir nevi şeylerin sesini keserek ya da o sese kulak kapatarak, dolayısıyla tepkilere rağmen kendi hedefleri doğrultusunda yılmadan ilerleyen, güç kullanan, empoze eden, baskı kuran, egemen olan ve bu egemenliği ayakta tutabilmek için ne gerekiyorsa yapan bir Düşünmek, hesap eden Düşünmek (biz buna ontolojik diyelim), diğer tarafta ein besinnliches Denken, pasif, şeylerin kendi iç hedeflerine açık olan ve bu hedefler doğrultusunda onlarla birlikte yürüyen, karşılıklı alış verişte bulunan, dolayısıyla şeyleri tanımlamaktan, belirlemekten, bir yere koymaktan ictinap ederek şeylerin konuşmalarına, kendilerini kendilerinin kendileri gibi ifade etmelerine, Fenomenoloji, müsade eden, fırsat veren zayıf bir Düşünmek; Gianni Vattimo’nun ifadesiyle, il pensiero debole (buna da ontik diyelim). Bu aynı zamanda Monolojik (Ontologie) bir tutuma karşı Diyalojik (Phänomenologische Hermeneutik) bir yöntemi benimsemek anlamına gelir.
Yeniden Holzweg kelimesine dönmek gerekirse, aynı kelime aslında ormanda çevresinde bulunan odunları toplamak için açılan alanı ifade eder, dolayısıyla ormanın kendiliğinden verdiği imkanları (nimetleri) kullanmak manasını içerir, yoksa eline baltayı alıp ve ormana dalıp ağaçları indirmek değil mesele. Heidegger için düşünmek de böyle bir şey aslında. Almanca Vernunft isminin içinden ses veren vernehmen fiili de aynı şeyi söyler hemen hemen, nitekim burada da bir kulak açmak, bir dinlemek, sunulanı, söyleneni söylendiği anda, söylendiği gibi ve kadar almak (nehmen/Fenomenoloji) ve anlamak, entegre etmek (Hermeneutik), dolayısıyla karşılamaktır söz konusu olan, ama biriktirmeden (akkumulieren/Akkumulation), bu demek bir önceki ve bir sonraki söylenene ve söylenecek olana bağlamadan; yani kelimenin tam anlamıyla akl-etmeden, bir başına ve sadece kendisi olarak. Buradan bakılırsa Vernunft’u Akıl ile karşılamak, en azından kelimelerin tam/ilk anlamları göz önünde bulundurulursa, biraz tuhaf gibi.
2
Bu ayeti, وَالَّذٖينَ جَاهَدُوا فٖينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاؕ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنٖينَ, ilk reflekte ettiğim zaman çocuk denecek yaştaydım henüz, muhtemelen 40 yıl olmuştur, belki de daha fazla. Fakat o an içinde bulunduğum haleti ruhiye bugün gibi hafızamda hâlâ. Güneşli bir cuma günüydü. Hartmut Bobzin Almancada şu şekilde meallendirmiş söz konusu ayeti: Doch die für uns streiten, die wollen wir auf unseren Wegen leiten. Denn siehe, Gott ist fürwahr mit denen, die Gutes tun. Bu demek: Bizim için çabalayanları, yollarımız(d)a ile(rle)tiriz. Bak, Allah gerçekten de iyi işler yapanlarla birliktedir. Aynı ayeti Tarif Khalidi İngilizcede şöyle vermiş: But those who exerted themselves in Our cause – these We shall guide to Our ways. God will assuredly stand with the righteous. Bu demek: Fakat, kendilerini bizim uğrumuzda harcayanları/bizim uğrumuzda çabalayanları, yollarımıza iletiriz. Allah muhakkak ki hakkaniyetli olanların yanındadır. Murtaza Mutahhari bahse konu ayeti şu şekilde anlar (mealen): Allah’a/Hedefe götüren yol, صراط مستقيم, bir tanedir (biz buna ontolojik diyelim), fakat her insan için onu söz konusu o tek yola ulaştıran yol(lar), سُبُلَنَاؕ, farklıdır (bu durum için de ontik kelimesini kullanalım), dolayısıyla bunlar insanlar sayısıncadır. Bu demek her insan kendine has bir yol aracılığı ile o tek yola ulaş(tırıl)ır ve ardından o tek yol üzerinden Allah’a var(dırıl)ır. Müslüman bunu ister Rabbinden haddizatında, kendisini o tek yola iletmesini ve o tek yolda sabit kılmasını diler. Bütün hayatını bu uğurda tüketir. Hayat kendisine bu iş için bahşedilmiştir nitekim. Müslüman böyle inanır.
Ben bu noktada Mutahhari’ye katılmıyorum fakat, en azından bütünüyle, bu demek ontik olanın ontolojik olana dönüştürülmesini, onda eritilmesini, dolayısıyla yok edilmesini onaylamıyorum. Aslında bunu yanlış buluyorum. Şöyle izah edebilirim bu düşüncemi: D‘accord, ﺁﻣﻨّﺎ, müslümanın tek gayesi Allah‘a ulaşmak, onun rızasını kazanmaktır. Allah’a yol bulmak ve o yolu bulduğunda o yolda kalmak için Allh’a sığınmaktır, رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا. Bu kalpte. Fakat bu iş, bana göre, Mutahhari’nin söylediği gibi hayat bulmaz, bu demek Müslüman kendine has bir yol üzerinden o tek yola ulaşıp ardından o tek yol üzerinden Allah’a varmaz. Müslümanı Allah’a götüren yol haddizatında sadece o kendisine has olan yoldur, ki onun o yoldan çıkması mümkün dahi değildir, dolayısıyla bu noktada صراط مستقيم’in ne olduğuna, yani nasıl anlaşılması gerektiğine yakından bakmak gerekir. Müslüman اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ diye dua ederken Rabbinden kendisini belirli bir yola, o herkesin onun üzerinden ilerleyerek Allah’a vardığı yola, dolayısıyla Allah’a varmak isteyen herkes için bir nevi zorunlu olan o tek yola (ontolojik), ki böyle bir yol yok aslında, iletmesini istemez. Müslüman Allah’tan kendi yolunun, yani herkes için kendisine has ve zorunlu olan ve halihazırda üzerinde bulunduğu o yolun (ontik), son noktada Allah’a çıkmasını ister, dolayısıyla مستقيم’i belirli bir yolun özel ismi olarak değil, her yolun sahip olabileceği, haddizatında sahip olması gereken bir sıfat olarak düşünür, ki dil bilgisi açısından farklı düşünmesi zaten mümkün değildir.
O halde her insanın yolu katedilen alan olarak farklı olmakla birlikte sonuç olarak aynı noktaya çıkar, yani her yol Roma’ya değil Allah’a varır, düzeltelim, varabilir. Müslüman bunun için Allah’a yalvarır. Nitekim ve şayet her insan kendisinden yola çıkmak zorunda ise, ki başkası düşünülemez, ki herkesin durduğu yer farklıdır, ki bunun da aksi düşünülemez, o halde katetmesi gereken yol da farklı olacaktır. Bu noktada bütün bu tek tek yolları, yani ontik olanı, tek bir yolda buluşturarak, yani ontolojikleştirerek, dolayısıyla araya ikinci bir yol, haddizatında bir anayol, sokarak, tekrar, dolayısıyla insanı kendisinden uzaklaştırarak, o tek yol üzerinden Allah’a taşımanın anlamı, gereği ve, Allah ve dini açısından, oluru yoktur. Ontolojikleşmek bu anlamda sürüleşmek demektir, dolayısıyla ontikleşmek de bireyselleşmek. Bu çerçevede السراط ve سبيل kelimeleri üzerinde/n yapılan çeşitli etimolojik analizlerin bu söylediklerimi geçersiz kılabileceğini düşünmüyorum.
3
Rene Descartes’ın düşünmesini, dolayısıyla metafiziki ve epistemolojik projesini, en içinde bir arada tutan şeyin, yani onun taşıyıcı sütununun, Tanrı olduğunu biliyoruz. Birinci Meditasyonun, bu demek radikal şüphenin, sonucunda Descartes‘ın elinde, bunu da bildiğimize inanıyoruz, kesin olan sadece iki şey kalır; cogito ve sum; hepsi bu, en azından şimdilik. Fakat buradan çıkmak lazım. Ve Descartes bunun için Tanrıyı devreye sokar. Bu bağlamda onun düşünmesi cogito’yla değil, Tanrıyla başlar, nitekim kendisi yola çıkarken nereye varması gerektiği bilinciyle hareket eder, yoksa geçerken tesadüfen, haddizatında zorunlu olarak dahi Tanrıya rastlamaz. Kendisini cogitoya kilitlemesi, oradan çıkma gereğini, oradan çıkma gereği ise onu oradan çıkaracak birini/bir şeyi zorunlu kılar. Aslında kendisi kendisini bilerek ve isteyerek kilitler cogitoya da diyebiliriz, ki Tanrıya ihtiyaç hasıl olsun. Bu noktada, ki aynılarını değerlendirmeden kısaca geçiyorum, Tanrının varlığına yönelik iki kanıt sunar. 1) İnsan Tanrıyı düşünemez, meğerki Tanrı insana Tanrıyı düşündürsün. İnsan Tanrıyı düşünüyor, o halde Tanrı vardır. 2) Mükemmellik var olmayı gerektirir; Tanrı mükemmeldir. O halde Tanrı vardır. Tanrının mükemmel oluşu, onun beni aldatmayacağı anlamına da gelir aynı zamanda, nitekim aldatmak mükemmelliğe aykırıdır. O halde Tanrıdan, dolayısıyla Tanrıyla başlayarak adım adım daha önce yok saydığı her şeyi temellendirir bu şekilde. Bu noktada ister istemez Aristoteles’in πρῶτον κινοῦν ἀκίνητον’u (primum movens) geliyor insanın aklına. Haliyle ontolojik (Yunani) bir zeminden epistemolojik (İbrahimi) bir zemine aktarılarak. Fakat bu bir bahs-i diğer.
Asıl mesele şu: Tanrı beni neden aldatmasın, bu demek aldatmak, haddizatında Tanrının aldatması, neden mükemmelliğe aykırı olsun, dolayısıyla aldatmak neden Tanrının Tanrılığına halel getirsin? Ya da; Tanrı söz verir mi, dolayısıyla verdiği sözde durmak zorunda mıdır? Durmazsa ne olur? Hesap vermek zorunda mı kalır? Kalırsa şayet bu hesabı kim ve nasıl sorar?
Michael Sandel’in metinlerinden birinin adı The Tyranny of Merit. Aynısının Almanca tanıtımında aynısı hakkında verilen bilgiler kısaca şöyle:
Wer hat in unserer Gesellschaft Erfolg – und warum? Unter dem gesellschaftlich unumstrittenen Mantra »Wer hart arbeitet, kann alles erreichen«, you can make it if you try, haben wir gelernt zu glauben, dass jeder genau das hat, was er verdient. Die Profiteure und Nutznießer dieses Systems, das Erfolg auf Leistung und Talent zurückführt, gehen darum davon aus, dass sie ihren Erfolg verdienen, dass er ihnen zusteht, eben weil sie sich angestrengt haben. Im Umkehrschluss bedeutet das, dass diejenigen, die am System scheitern, selbst Schuld sind.
Toplumumuzda başarılı olanlarlar kimler – ve niçin? Sorgusuz sualsiz ve üzerinde kafa yormadan doğru kabul edilen »dişini tırnağına takıp azimle çalışan herkes başarır« sözü doğrultusunda herkesin tam olarak hak ettiğine sahip olduğuna inanmayı öğrendik artık. Dolayısıyla, başarıyı azim, çaba ve yeteneğe bağlayan bu sistemin kazananları sahip oldukları her şeyi hak ettiklerine, nitekim bunun için çok çalıştıklarına inanırlar. Bu demek, meseleye tersinden bakarsak, sisteme ayak uyduramayıp kaybedenler bundan kendileri sorumludur.
Allah mushafta bu durumu kısaca şöyle özetliyor: اِنَّمَٓا اُو۫ت۪يتُهُ عَلٰى عِلْمٍ عِنْد۪يۜ. Mesela: Dışarıdan bakıldığında görüldüğü kadarıyla zeka seviyesi ve entelektüel birikimi Türkiyeli ortalama bir ilkokul mezununun ortalama zeka seviyesine ve entelektüel birikimine ulaşmakta bir hayli ve oldukça zorlanan babasının oğlu Bilal? Zehra Güneş, Alperen Şengün ya da Arda Güler? Bütün bu çocuklar, Bilal bağlamında, o müreffeh hayatı ve zenginliği, diğerleri o itibarı, boyu bosu, o üstün yeteneği nerede, ne zaman, nasıl ve ne yapmışlar da hak etmişler? Peki ya Brad Pitt, Kıvanç Tatlıtuğ? Hele ya Charlize Theron? Bu kadar güzel olmanın sırrı nedir acaba? Diğer taraftan hangi çocuk açlıktan ölmeyi, dolayısıyla hangi ana çaresizce kucağında çocuğunun ölümünü izlemeyi hak eder; veya neden hak etmez? Buradan sağa sola sapmadan dümdüz yürürsek son tahlilde felsefede kötülük problemi olarak bilinen suni ve aptal bir sorunun önünde buluruz kendimizi. Dolayısıyla mesele aslında hastalıklarla, zulümlerle, eziyetlerle, sömürüyle, işgal ve tacavüzle, depremlerle, yangınlarla ve diğer doğal afetlerle başlamıyor. Cennetle ve cehennemle de bitmeyecek. Kendisiyle yapılan bir röportajda moderatör Michael Sandel’a soruyor (mealen): Siz herhangi bir filozof değilsiniz, mesleğinizde son derece başarılı ve tanınan birisiniz. Ayrıca çok satan kitaplar yazıyorsunuz ve Harvard’da profesörsünüz. Bu başarınızı hak ettiniz mi? Michael Sandel (mealen): Bana göre bu hak etmekle ilgili bir mesele değil, sadece şanslıydım. Eğitim ve öğretimin teşvik edildiği bir ailede büyüdüm. Son derece kaliteli okullarda okudum. Kaliteli üniversitelerde eğitim aldım. Çok fazla müteşekkir olduğum iyi öğretmenlerle karşılaştım. Bütün bunlar bana göre bir şanstır. Ve bu şans beraberinde sorumluluk getirir, hak değil.
Ontolojik dünya bakışında (Weltanschauung) her şey yerli yerindedir. Ordine nihil pulchrius, nihil fructuosius esse nemo non videt […]. Ordo [universi/creationis] siquidemin amplisimo huius mundi theatro rebus omnibus conciliat dignitatem / Hiçbir şey düzenden daha güzel ve bereketli değildir ve olamaz. Nitekim düzendir [evrenin/yaratılışın] bu muhteşem dünya tiyatrosunda her şeyi yerli yerinde ve değerinde tutan. Uygun bir yükseklikten uygun bir hızla uygun bir zemine düşen uygun bir bardak her zaman kırılır. Her şeyin bir kuramı vardır, her şey belirli bir şekilde hayat bulur. Ontik dünya bakışında ise, ve benim gibi Müslümansanız, o bardak ancak Allah isterse kırılır. Hiçbir şeyin garantisi yoktur, hiçbir an diğer hiçbir an için bir çıkış ya da varış noktası teşkil etmez. Her ne kadar Hanefi fukahası, Hanefiyiz nitekim, fakat bu noktada kendilerinden ayrılıyorum, Allah’ın kudretiyle delil getirilemez prensibini devreye sokmuş olsa da, Allah hiçbir şart ve kayıt altına alınamaz. O isterse Hz. Muhammed’i cehenneme, Ebu Cehili cennete koyar ve bu yanlış da kötü de çirkin de olmaz. Gerçi Allah iman edip salih amel işleyenleri cennete koyacağına söz veriyor ve üstüne üstlük sözünden dönmeyeceğini söylüyor, da isterse sözünden döner, kime ne? Ontolojik dünya bakışı adalet (simetri) üzerine kuruludur, ontik dünya bakışı merhamet (a-simetri) üzerine. Allah istediğine istediği kadar zenginlik verir, dilediğini aç bırakır, süründürür, dilediğine toprak yedirir, dilediğine acı çektirir. Affeder birini, diğerini cezalandırır. Eziyet eder dilediğine, dilediğini mutlu kılar. Ve bunu öyle istediği için yapar, yoksa herhangi bir sebebe binaen ya da mukabele olsun diye değil. İkram eder ya da rızkı keser. Onu kimse hesaba çekemez, kimse ona soru soramaz, ondan cevap bekleyemez. O isterse konuşur, isterse cevap verir. O hiçbir şeye mecbur değildir. Hiçbir şeyin bir usulü, haddizatında usül yoktur, ancak Allah vardır. Hiçbir şey bir önceki şey değildir. O her şeyi her an sıfırdan ve yeniden yaratır ve ayakta tutar. Dileyen ona iman eder, diyen ondan yüz çevirir, so what. Allah için teklif var, ısrar yoktur.
Jürgen Habermas’a göre tam da bu durum, yani hiç bir insanın sahip olduğu, iyi ya da kötü, hiçbir şeyi hak etmiyor olması, dolayısıyla insanların oldukları gibi ona göre karanlıktan bana göre ise Allah’tan geliyor ve ona göre karanlığa bana göre ise Allah’a dönecek olmaları, aralarındaki eşitliğin garantörüdür. Dolayısıyla ve bu bağlamda yeni teknolojik imkanların sağladığı genetik müdahaleler sonucu ortaya çıkacak yeni bir insan türünün söz konusu olacağını ve bu çerçevede bu türün karanlıktan, dolayısıyla Allah’tan gelen türle eşit olamayacağını ileri sürer. Nitekim nasıllığı üzerinde oynanmış, dolayısıyla nasıllığı manipüle edilmiş bir tür, eşitlik için zorunlu olan otonomiyi sağlama imkanına sahip değildir artık.
4
Betrachte die Herde, die an dir vorüberweidet: sie weiß nicht, was Gestern, was Heute ist, springt umher, frißt, ruht, verdaut, springt wieder, und so vom Morgen bis zur Nacht und von Tage zu Tage, kurz angebunden mit ihrer Lust und Unlust, nämlich an den Pflock des Augenblicks, und deshalb weder schwermütig noch überdrüssig. Dies zu sehen geht dem Menschen hart ein, weil er seines Menschentums sich vor dem Tiere brüstet und doch nach seinem Glücke eifersüchtig hinblickt – denn das will er allein, gleich dem Tiere weder überdrüssig noch unter Schmerzen leben, und will es doch vergebens, weil er es nicht will wie das Tier. Der Mensch fragt wohl einmal das Tier: warum redest du mir nicht von deinem Glücke und siehst mich nur an? Das Tier will auch antworten und sagen: das kommt daher, daß ich immer gleich vergesse, was ich sagen wollte – da vergaß es aber auch schon diese Antwort und schwieg.
Otlayarak yanından geçen şu sürüye bak: o bilmez dün nedir bugün nedir, sıçrar durur o yana bu yana, yer, dinlenir, dışkılar, tekrar sıçrar ve bu şekilde sabahtan akşama, bir günden ötekine akar durur, dolayısıyla neşesi ve kederiyle an’ın kazığına bağlı olarak ne hüzünlenir ne de canı sıkılır. Bunu kabul etmek insana çok ağır gelir, nitekim hem insanlığıyla hayvana karşı övünür, hem de mutluluk peşinde onu kıskanır – çünkü insan sadece bunu, yani aynen hayvan gibi ne canı sıkılsın ne de acı çeksin ister, ama nafile, çünkü hayvan gibi olmak istemez. İnsan sorar hayvana: neden mutluluğundan bahsetmiyorsun da aval aval yüzüme bakıyorsun? Hayvan cevap vermek ve şunu demek ister aslında: çünkü, ne demek istediğimi hemen unutuyorum – ki o an bu cevabı da unutur ve susar.
Friedrich Nietzsche
Nennen wir das Tierische das Sinnliche und fassen wir die Vernunft als das Nicht- und Übersinnliche, dann erscheint der Mensch, das animal rationale, als das sinnlich-übersinnliche Wesen. Nennen wir das Sinnliche nach der Überlieferung das Physische, dann zeigt sich die Vernunft, das Übersinnliche als das, was über das Sinnliche, über das Physische hinausgeht; hinüber heißt griechisch meta ta physika, hinüber über das Physische, Sinnliche; Das Übersinnliche in seinem Hinüber über das Physische ist das Metaphysische […] der Mensch ist das Meta-Physische selbst.
Hayvani olana duyumsal olan diyelim ve aklı duyumsal olmayan, duyumsalın ötesinde olan olarak ele alalım, bu durumda insan, animal rationale, duyumsal-duyumsal ötesi olan olarak belirir. Duyumsal olanı gelenekten tevarüs edilen şekliyle fiziki olan olarak isimlendirelim, bu durumda akıl, duyumsal ötesi olan, kendisini duyumsal olanın, fiziki olanın ötesine geçen olarak gösterir; ötesi Yunanca meta ta physika, fiziki, duyumsal olanın ötesinde demek; (dolayısıyla) duyumsal-ötesi olan fiziki olanın ötesindeliğiyle metafiziki olandır […] insan meta-fiziki olanın ta kendisidir.
Martin Heidegger
Yanlış hatırlamıyorsam bir Schelling dersiydi ve ben hemen hemen her ders sonunda olduğu gibi o gün de öğretmenimin yanına inerek aklıma takılan bazı soruları sormak istedim: Ya dedim bir sabah uyandık ve kendimizi konuşuyor bulduysak? Böyle olmuş olma ihtimali yok mu? Öğretmenim gülümsedi, başka türlü olma ihtimali yok dedi. Evet, başka türlü olma ihtimali gerçekten yok. O halde bu noktada bir kırılmadan, bir öteye geçişten, Martin Heideggervari bir Metafizikten, ya da Ray Kurzweilvari bir Singulariteden söz edebiliriz. Da, kendimizi bir sabah konuşuyor bulmuş olmamız hali haliyle kendisinden önceki hale, o hal her neyse artık, ulaşımı imkansız kıldığı için, nitekim bu yol geri dönüşü olmayan bir yoldur, ein irreversibler Prozess, ki alle spontanen Prozesse sind irreversibel, kendimizi hep konuşuyor biliyoruz, farklı düşünemiyoruz. Dilsizliği anlamıyoruz yani, zamansızlığı kavrayamıyoruz. Diğer taraftan kendimizi bir sabah konuşuyor bulmuş olmamız, bir gece yatıp ertesi sabah dört başı mamur bir dille uyandık anlamına gelmiyor tabii ki. Bu bağlamda konuşmak ilk adımda haddizatında Ben diyebilmek, kendi farkına, aslında Fark’ın kendisine varmak, varabilmek, fark etmesini öğrenmek, nitekim Akl’etmek Fark’etmektir, en azından Immanuel Kant’a göre, sınırları, Sınır‘ı keşfetmek, dolayısıyla boyut, bu demek zamanı kazanmak, aslında düşünme, düşünebilme yetisini elde etmek, yani biriktirebilmek, bir an’ı iki farklı an’a bölüp, ardından birbiriyle ilişkilendirebilmek, öyleyse ontik (Fizik) olandan ontolojik (Metafizik) olana geçmek demektir sadece. Gerisi peu à peu.
Ich denke, dass der Zugang zum Gesischt von Anfang an ein ethischer ist. Wenn Sie Nase, Augen, Stirn, Kinn sehen und diese beschreiben können, dann wenden Sie sich dem Anderen als einem Objekt zu. Die beste Weise dem Anderen zu begegnen, würde darin bestehen, nicht einmal seine Augenfarbe zu bemerken!
Yüze yönelim, ben öyle düşünüyorum, en başından itibaren ahlaki bir müdaheledir. Eğer burnu, gözleri, alnı, çeneyi görüyor ve bunları tasvir edebiliyorsanız, ötekine bir nesne olarak yöneliyorsunuz demektir. Ötekiyle karşılaşmanın en iyi şekli öyle olmalıdır ki, onun gözlerinin renginin dahi farkına varılmamalı.
Emmanuel Levinas
Ich mache mir aus einem Philosophen gerade so viel, als er imstande ist ein Beispiel zu geben. Daß er durch das Beispiel ganze Völker nach sich ziehen kann, ist kein Zweifel […]. Aber das Beispiel muß durch das sichtbare Leben und nicht bloß durch Bücher gegeben werden, […] durch Miene, Haltung, Kleidung, Speise, Sitte mehr als durch Sprechen oder gar Schreiben.
Benim için bir filozof sadece örnek olabildiği ölçüde önemlidir. Örnekliğiyle kitleleri peşinden sürükleyebil(ece/di)ği su götürmez. Ama bu örneklik yaşanan canlı hayat üzerinden olmalı, yoksa sadece kitaplar üzerinden değil, [bu demek] konuşmak ve yazmaktan çok tavır, davranış, giyim, kuşam, yemek ve örf üzerinden.
Friedrich Nietzsche
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN