Geist karşıda duran [Nesne] halini alır, evet, çünkü o bu kendisinin ötekisi olma, kendisinin karşısına geçme ve bu öteki olmayı ortadan kaldırma hareketidir. Ve tecrübe bu harekete denilir işte ki onun içinde aralıksız ve henüz tecrübe edilmemiş olan, soyut olan yani, ister duyumsal olana, ya da düşünülen basit/sade olana ait olsun, kendisine yabancılaşır ve sonra bu yabancı oluştan kendisine geri döner ve ilk olarak bu şekilde ve bu noktada kendi gerçekliği ve hakikatinde ortaya çıkmış ve bilince mal olmuş olur.
Der Geist wird aber Gegenstand, denn er ist diese Bewegung, sich ein Anderes, d. h. Gegenstand seines Selbsts zu werden und dieses Anderssein aufzuheben. Und die Erfahrung wird eben diese Bewegung genannt, worin das Unmittelbare, das Unerfahrene, d. h. das Abstrakte, es sei des sinnlichen Seins oder des nur gedachten Einfachen, sich entfremdet und dann aus dieser Entfremdung zu sich zurückgeht und hiermit jetzt erst in seiner Wirklichkeit und Wahrheit dargestellt wie auch Eigentum des Bewußtseins ist.
Friedrich Hegel, Phänomenologie des Geistes, Vorrede
Erich Fromm, Beyond the Chains of Illusion – My Encounter with Marx and Freud, S.43-45.
Fakat yabancılaşmayı patolojik bir fenomen olarak görmek, Hegel ve Marx’ın [yabancılaşmayı] insanın gelişiminde içsel olan zorunlu bir fenomen olarak düşündükleri gerçeğinin üstünü örtmeyi gerektirmez.
Seeing alienation as a pathological phenomenon must, however, not obscure the fact that Hegel and Marx considered it a necessary phenomenon, one which is inherent in human evolution.
Bu aklın yabancılaşması için olduğu gibi sevgi[nin yabancılaşması] için de geçerlidir. Kendim ve dışardaki dünya arasında bir fark görebilirsem ancak, yani dışardaki dünya bir karşıda duran halini alabilirse, onu ele geçirerek benim dünyam kılıp onunla bir olabilirim yeniden.
This is true with regard to the alienation of reason as well as of love. Only when I can distinguish between the world outside and myself, that is, only if the world outside becomes an object, can I grasp it and make it my world, become one with it again.
Dünyanın kendisi için henüz bir ”karşıda duran” olarak düşünülmediği küçük çocuk onu aklıyla da ele geçiremez ve onunla yeniden bir olamaz. İnsanın aklın uyugulanışında bu parçalanmışlığı aşabilmesi için yabancılaşması gerekir. Aynısı sevgi için de geçerlidir. Küçük çocuk kendisini dışardaki dünyadan ayrı kılmadığı sürece onun bir parçasıdır ve dolayısıyla da sevemez.
The infant, for whom the world is not yet conceived as “object,” can also not grasp it with his reason and reunite himself with it. Man has to become alienated in order to overcome this split in the activity of his reason. The same holds true for love. As long as the infant has not separated himself from the world outside he is still part of it, and hence cannot love.
Sevebilmek için ”öteki”nin yabancı olması gerekir ve sevginin uygulanışında yabancı olan artık yabancı olmaktan çıkar ve ben olur. Sevgi yabancılaşmayı ön koşar – ve aynı zamanda da onu aşar.
In order to love, the “other” must become a stranger, and in the act of love, the stranger ceases to be a stranger and becomes me. Love presupposes alienation – and at the same time overcomes it.
Aynı düşünceye peygamberî Mesîhî zaman kavramında ve Marx’ın Sosyalizm kavramında rastlarız. Cennette insan doğayla bir bütündür halihazırda, fakat doğadan ve diğerlerinden ayrı olarak kendisinin farkında değildir henüz.
The same idea is to found in the prophetic concept of the Messianic Time and in Marx’s concept of socialism. In Paradise man still is one with nature, but not yet aware of himself as separate from nature and his fellowman.
İsyan edişiyle birlikte kendi farkına varır insan ve dünya yabancılaşır kendisine. [Söz konusu] peygamberî düşünceye göre tarihi süreç içerisinde insan insânî güçlerini o denli tekamüle erdirir ki, son tahlilde diğerleriyle ve doğayla yeni/den bir harmoni yaklalar. Marx’ın anladığı şekliyle Sosyalizm, insan ancak bütün birincil bağlarını kopartırsa ve bütünüyle yabancılaşırsa gelebilir, ki insan ancak bu durumda bütünlüğünü ve bireyselliğini kurban etmeden yeniden insanlarla ve doğayla bir olma imkanına kavuşur.
By his act of disobedience man acquires self-awareness, the world becomes estranged from him. In the process of history, according to the prophetic concept, man develops his human powers so fully that eventually he will acquire a new harmony with men and nature. Socialism, in Marx’s sense, can only come once man has cut off all primary bonds, when he has become completely alienated and thus is able to reunite himself with men and nature without sacrificing his integrity and individuality.
Yabancılaşma düşüncesinin kökleri batı geleneğinin halihazırda erken bir dönemindedir, Eski Ahit peygamberlerinin düşüncelerinde, daha da özellikle onların şirk kavramında. Monoteizm peygamberleri çok tanrılı dinleri bir yerine birden fazla Tanrıya ibadet ettikleri için şirk olarak yargılamıyorlardı öncelikle. Tek Tanrılılık ile çok Tanrılılık arasında öze tekabül eden fark Tanrıların sayılarıyla alakalı değildir, yabancılaşma gerçeğinde saklıdır. İnsan enerjisini, sanatsal yeteneklerini put yapımında tüketir ve ardından haddizatında kendi insani çabasının sonuçlarından başka hiçbir şey olmayan bu putlara ibadet eder.
The concept of alienation has its roots in a still earlier phase of the Western tradition, in the thought of the Old Testament prophets, more specifically in their concept of idolatry. The prophets of monotheism did not denounce heathen religions as idolatrous primarily because they worshiped several gods instead of one. The essential difference between monotheism and polytheism is not one of the numbers of gods, but lies in the fact of alienation. Man spends his energy, his artistic capacities on building an idol, and then he worships this idol, which is nothing but the result of his own human effort.
Onun yaşam güçleri bir ”şey”in içine akmıştır ve bu şey, put halini aldıktan sonra, artık kendi üretici çabasının bir sonucu olarak değil, aksine onun karşısında ve üzerinde olan, onun önünde eğildiği ve kulluğunu ona arz ettiği kendisinden ayrı bir şey olarak tecrübe edilir.
His life forces have flowed into a “thing,” and this thing, having become an idol, is not experienced as a result of his own productive effort, but as something apart from himself, over and against himself, which he worships and to which he submits.
Peygamber Hosea’nın söylediği gibi:
As the prophet Hosea says (XIV, 4):
Assur’dan beklemiyoruz kurtuluşu;
atlar üzerinde koşmak istemiyoruz;
ne de artık ellerimizin yaptıklarına siz bizim ilahımızsınız demek istiyoruz;
Ki yetim ancak senin yanında sevgi bulur.
Assur shall not save us;
we will not ride upon horses;
neither will we say any more to the work of our hands, you are our gods;
for in thee the fatherless finds love.
Müşrik kendi ellerinin eseri önünde büker dizlerini. Put onun yaşam güçlerinin yabancılaşmış bir şeklini temsil eder.
Idolatrous man bows down to the work of his own hands. The idol represents his own life-forces in an alienated form.
Buna karşın Monoteizmin temeli insanı sonsuz kabul eder ve onda bütünün içerisine/de şeyleştirilebilecek parçasal bir özelliğin olmadığını söyler. Monoteistik çerçevede Tanrı idrak edilemez ve belirlenemezdir; Tanrı bir ”şey” değildir. Tanrı suretinde yaratılmış olması hasebiyle insan sonsuz sıfatların taşıyıcısı olarak yaratılmıştır.
The principle of monotheism, in contrast, is that man is infinite, that there is no partial quality in him which can be hypostatized into the whole. God, in the monotheistic concept, is unrecognizable and indefinable; God is not a “thing.” Man being created in the likeness of God is created as the bearer of infinite qualities.
Şirkte insan kendi içindeki bir özelliğin tasarımı önünde diz çöker ve ona teslim olur. O kendisini kendisinden sevmenin ve akletmenin yansıdığı bir merkez olarak tecrübe etmez. O bir şey haline gelir, komşusu bir şey olur, aynen Tanrılarının şey oldukları gibi.
In idolatry man bows down and submits to the projection of one partial quality in himself. He does not experience himself as the center from which living acts of love and reason radiate. He becomes a thing, his neighbor becomes a thing, just as his gods are things.
”Müşriklerin putları gümüş ve altın, insanın kendi elleriyle yaptıklarıdır. Ağızları vardır ama konuşmazlar (بُكْمٌ); vardır gözleri, ama görmezler (عُمْيٌ); kulakları vardır ama duymazlar (صُمٌّ); ne de bir nefes vardır ağızlarında. Onları yapanlar onlar gibidir/olsun; aynı şekilde onlara güvenen ve dayanan herkes de.”
“The idols of the heathen are silver and gold, the work of men’s hands. They have mouths but they speak not; eyes have they, but they see not; they have ears but they hear not; neither is there any breath in their mouths. They that make them are like them; so is everyone that trusts in them.” (Psalm 135).
Sanayi toplumunda yaşayan modern insan şirkin şekil ve yoğunluğunu değiştirdi. Onun hayatını belirleyen kör iktisâdî güçlerin nesnesi haline geldi. Kendi elleriyle yaptıklarına kulluk ediyor; kendisini bir şeye dönüştürüyor. Sadece işçi sınıfı değildir yabancılaşmış olan, herkes (ki aslında zanaatkar işçi, insanları ve sembolleri manipüle edenlere nazaran daha az yabancılaşmış gibi geliyor).
Modern man, in industrial society, has changed the form and intensity of idolatry. He has become the object of blind economic forces which rule his life. He worships the work of his hands; he transforms himself into a thing. Not the working class alone is alienated (in fact, if anything, the skilled worker seems to be less alienated than those who manipulate men and symbols) but everybody is.
Batının sanayileşmiş toplumlarında var olan bu yabancılaşma süreci, söz konusu toplumların siyasi yapılarına bakmaksızın, yeni başkaldırı hareketlerine yol açtı. Sosyalist hümanizmin yeniden doğuşu bu başkaldırının belirtilerinden biridir.
This process of alienation which exists in the European-American industrialized countries, regardless of their political structure, has given rise to new protest movements. The renaissance of socialist humanism is one symptom of this protest.
Yabancılaşma sürecinin sanayileşmiş toplumlumun tümünde çılgınlığın sınırına dayandığı bir noktaya ulaştığı ve söz konusu toplumun dinsel, manevi ve siyasi geleneğinin altını oyarak onu nükleer silahlar aracılığı ile yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktığı için tam da, çokları Marx’ın modern insanın hastalığının merkezi sorununu tespit ettiğini ve onun Feuerbach ve Kierkegaard gibi sadece ”hastalığı” görmekle kalmayıp çağdaş şirkin çağdaş üretim tarzından kaynaklandığını ve bunun değiştirilmesinin de ancak ekonomik-sosyal yapının tamamen değiştirilmesiyle birlikte insanın manevi açıdan özgürleştirilmesiyle mümkün olacağını gösterdiğini görebiliyorlar artık.
Precisely because alienation has reached a point where it borders on insanity in the whole industrialized world, undermining and destroying its religious, spiritual, and political traditions and threatening general destruction through nuclear war, many are better able to see that Marx had recognized the central issue of modern man’s sickness; that he had not only seen, as Feuerbach and Kierkegaard had, this “sickness” but that he had shown that contemporary idolatry is rooted in the contemporary mode of production and can be changed only by the complete change of the economic-social constellation together with the spiritual liberation of man.
(Çeviriler: Mustafa Küçükhüseyin)