1

Martin Heidegger için ‘birlikteolmak’ (Mitsein) Dasein (İnsan) için temelseldir ve bu ileri sürüsünü şu şekilde dile getiriyor:

Auf dem Grunde dieses mithaften In-der-Welt-seins ist die Welt je schon immer die, die ich mit den Anderen teile. Die Welt des Daseins ist Mitwelt. Das In-Sein ist Mitsein mit Anderen. Das innerweltliche Ansichsein dieser ist Mitdasein. (SuZ, S.118)

Bu birlikteliksel ‘dünya-içinde-oluş’ temelli olarak dünya zaten her zaman ötekilerle paylaştığım dünyadır. Dasein’ın dünyası ‘birliktedünyadır’. ‘İçinde-olmak’ ötekilerle ‘birlikteolmak’tır. [Onların] dünyaiçsel kendindelikleri ‘birlikteburdaolmaktır’.

Buna rağmen ötekilerle birlikte günlük gevezelikler (Gerde) dünyasına dalmayı (Uneigentlichkeit), belirsizleşmeyi ve eriyerek kalabalıklarda yüzünü kaybetmeyi (das Man) sert bir dille eleştiriyor Heidegger. Onun için Dasein’ın en kendinde olduğu, kendiyle en karşılaştığı, kendisini en bulduğu anlar, aynısının kendi biricikliği (Einzigartigkeit) üzerinden kendi farkına vardığı ve bu farkındalıkla birlikte de sonluluğunu (Endlichkeit) kavrayarak her adım(l/d)a ölüme doğru yaşadığını, dolayısıyla olduğunu (Sein zum Tode) kabul edip, aynısını, bu demek bu durumu sorumluluk bürünerek (Entschlossenheit) ve cesaret (Mut) göstererek üstlendiği anlardır (Eigentlichkeit). Büründüğü bu sorumlulukla ve yansıttığı bu kararlılıkla birlikte Dasein kendisini kendisinden öteye, yarına atar (in das künftige Geschehen eingerückt) son tahlilde. Fakat bu en başında ve başından bir vicdan talebidir (Gewissen-haben-wollen) aslında, ki vicdan, dolayısıyla vicdanın sesidir ilk olarak Dasein’ı söz konusu günlük kalabalıklardan ve gevezeliklerden, bu demek dışarıdan çekip çıkartan ve ona içeride sahip olduğu imkanları (Möglichkeiten) tanıtıp açık eden. Bu imkanlar üzerinden  kendini yeniden ve kendince tasarlamalıdır (Entwurf), haddizatında yarına atmalıdır, ki aynıları üzerinden ata- ve tasarlayabilir Dasein kendisini yeniden ve kendince ancak. Tabii ki öncelikle ve öncesinde buna karar vermeli (Entschiedenheit) -ki bu kararlılıktır onu kendisine bağlayan ve bağlı tutan- bu sorumluluğun (Vernatwortung) altına girmeyi kabul etmeli, bu demek kendine doğru yola çıkmalı (Losgehen) ve bu zorlu yolda sebat etmelidir (Durchhalten). 

Bu hedefi olmayan bir yoldur fakat, ki ‘kendi’ (Selbst) tecrübesi Heidegger için final bir tecrübe değil, yolda bir şekilde aniden açılan bir açıktan, bir çatlaktan sızan (Lichtung) bir kendinle yüz yüze gelme (Selbstbegegnung), geçici bir kendini görme, kendine bir göz atmadır haddizatında. Pasif, bir o kadar da dikkatli ve titiz bir bekleme, yani aslında beklerken bir yürüme ve yürürken bir şekilde aniden karşına çıkan kendinle buluşma. Parmenidesin duyumsadığı şekliyle, Sein’ın bir bütün ve tam olarak, bu durumda insanın da tabii ki, kendini bütün çıplaklığıyla bir anlık açık ettiği bir metafiziki tecrübe aslında. Aslında bu nokta aramanın beklemeye dönüştüğü, haddizatında aramanın en başından itibaren zaten bir bekleme olduğunun açıkça açığa çıktığı noktadır da; ki Fundamental Ontolojiyle aramaya başlayan Heidegger, Seins felsefesiyle birlikte aramaktan tamamen vazgeçerek Sein’ın komşuluğunda kurduğu dilden kulübede kulağını Sein’ın duvarına yaslayarak (hinhören) ordan gelecek müjdeli haberi sabırla (geduldig) beklemeye koyulacaktır. Pablo Neruda gibi ve fakat ondan farklı olarak kuyunun başına, kenarına oturacaktır, evet, fakat dibe düşen tek tük ay ışıkçıklarına olta sallamaktan ictinap ederek ve ziyade ışığın bizzat kendisini bulmasını isteyecek, ardından bekleyecek ve en nihayetinde ”nur noch ein Gott kann uns retten” [Bizi artık/ancak sadece bir Tanrı kurtarabilir artık/ancak] diyerek tamamen geri çekilip karanlık bir sessizlikle yetinecektir. 

2

‘Wir haben jetzt das Land des reinen Verstandes nicht allein durchreiset, und jeden Teil davon sorgfältig in Augenschein genommen, sondern es auch durchmessen, und jedem Dinge auf demselben seine Stelle bestimmt. Dieses Land aber ist eine Insel, und durch die Natur selbst in unveränderliche Grenzen eingeschlossen. Es ist das Land der Wahrheit […], umgeben von einem weiten und stürmischen Oceane, dem eigentlichen Sitze des Scheins, wo manche Nebelbank und manches bald wegschmelzende Eis neue Länder lügt und, indem es den auf Entdeckungen herumschwärmenden Seefahrer unaufhörlich mit leeren Hoffnungen täuscht, ihn in Abentheuer verflicht, von denen er niemals ablassen und sie doch auch niemals zu Ende bringen kann. Ehe wir uns aber auf dieses Meer wagen, um es nach allen Breiten zu durchsuchen und gewiß zu werden, ob etwas in ihnen zu hoffen sei, so wird es nützlich sein, zuvor noch einen Blick auf die Karte des Landes zu werfen, das wir eben verlassen wollen, und erstlich zu fragen, ob wir mit dem, was es in sich enthält, nicht allenfalls zufrieden sein könnten, oder auch aus Noth zufrieden sein müssen, wenn es sonst überall keinen Boden giebt, auf dem wir uns anbauen könnten […]. (KdrV, AA, IV, S.155)

‘Şu ana kadar saf aklın ülkesini gezip dolaşmadık ve her parçasını dikkatli ve titiz bir şekilde göz önüne almadık sadece; aynısını ölçüp biçtik ve aynısının üzerinde rastladığımız her şeyin yerini de belirledik ayrıca. Bu ülke bir adadır fakat ve doğanın kendisi tarafından değişmez sınırlar içerisine hapsedilmiştir. O hakikatin ülkesidir […] [ve] bazı sis kümelerinin ve bazı yavaş yavaş eriyerek yok olan buzulların yeni ülkeler yalanını söylediği ve yeni keşifler peşinde hayal kurup koşan denizciyi durmaksızın boş umutlarla aldatarak onu hiçbir zaman sonlandıramayacağı ve fakat kendisini de onlardan hiçbir zaman kurtaramayacağı maceralara sürükleyen ve yansımanın asıl mekanı [olan] geniş ve fırtınalı bir okyanusla çevrilidir. Bu denize açılmayı göze almadan önce, onu bütün genişliği ile taramak ve emin olmak için onda işe yarayacak bir şey ümit edip edemiyeceğimizden, faydalı olacaktır öncesinde terketmekte olduğumuz ülkenin haritasına bir göz atıp ve ciddi bir şekilde sormak: acaba gerekirse içinde barındırdıklarıyla [bu demek şu an üzerinde durduğumuz ülkenin bize sunduklarıyla,] yetinebilir miyiz ya da yetinmek zorunda mıyız hatta, eğer başka hiç bir yerde kendimizi üzerinde genişletebileceğimiz bir toprak parçası yoksa […].

Immanuel Kant ilginç bir adam. Tabii ki Türkçeye tercüme edi(li)nce, her ne kadar son derece titiz davrandıysam da, ki bundan iyisi Türkçe’de mümkün değil, ortalık ısınıyor, yayılıyor, kenarlardan akıyor ve hatta taşıyor ve maalesef Kant’ın o buz gibi, adeta gerilmiş çelik telini ve cımbızla seçilerek mikroskop altında yine cımbızla ve itinayla yerli yerine yerleştirilmiş parçalardan, dolayısıyla kelimelerden oluşan bir sanat eserini andıran dilinden iz ve eser kalmıyor. Dikkatli, korkak değil ama ve riski sevmeyen bir adam Kant. Nitekim aynı dikkat ve titizlik son derece kırılgan ve zayıf bir bedeni neredeyse 80 yıl hayatta tutmasını sağlamıştır. Bu anlamda felsefesini bizzat hayata dönüştürmüş bir adam da diyebilirsiniz. Bir Alman deyimiyle ve yukardaki alıntıyı dikkate alarak söylemek gerekirse, ”lieber den Spatz in der Hand als die Taube auf dem Dach” [eldeki serçe, damdaki güvercinden iyidir] diyerek yaşamış ve düşünmüş bir adam. Bu tarafın kendisinden sorulduğu en büyük usta muhtemelen, fakat eğer öte tarafa göz dikmişseniz pek de işinize yarayacak bir tarafı yok gibi. Aramamak, istememek ve yetinmek vasıflarının kemale ermiş ve beden bulmuş hali. Olanı görünür kılmak sadece, olana sahip çıkmak ve olanı gözetip temiz tutmak bütün çabası.

3

”Auf die Schiffe! – Erwägt man, wie auf jeden einzelnen eine philosophische Gesamt-Rechtfertigung seiner Art, zu leben und zu denken, wirkt – nämlich gleich einer wärmenden, sengenden, befruchtenden, eigens ihm leuchtenden Sonne, wie sie unabhängig von Lob und Tadel, selbstgenugsam, reich, freigebig an Glück und Wohlwollen macht, wie sie unaufhörlich das Böse zum Guten umschafft, alle Kräfte zum Blühen und Reifwerden bringt und das kleine und große Unkraut des Grams und der Verdrießlichkeit gar nicht aufkommen läßt – so ruft man zuletzt verlangend aus: Oh daß doch viele solche neue Sonnen noch geschaffen würden! Auch der Böse, auch der Unglückliche, auch der Ausnahme-Mensch soll seine Philosophie, sein gutes Recht, seinen Sonnenschein haben! Nicht Mitleiden mit ihnen tut not! – diesen Einfall des Hochmuts müssen wir verlernen, solange auch bisher die Menschheit gerade an ihm gelernt und geübt hat – keine Beichtiger, Seelenbeschwörer und Sündenvergeber haben wir für sie aufzustellen! Sondern eine neue Gerechtigkeit tut not! Und eine neue Losung! Und neue Philosophen! Auch die moralische Erde ist rund! Auch die moralische Erde hat ihre Antipoden! Auch die Antipoden haben ihr Recht des Daseins! Es gibt noch eine andere Welt zu entdecken – und mehr als eine! Auf die Schiffe, ihr Philosophen!” (Friedrich Nietzsche, Die fröhliche Wissenschaft, Viertes Buch. Sanctus Januarius, 289. Auf die Schiffe!)

Gemilere! – tek tek herkes üzerinde kendisine ait yaşam ve düşünme tarzı bağlamında felsefi bir genel meşrulaştırıcının nasıl bir etki oluşturduğunu düşünürsek – sadece ona ait ısıtan, kutsayan, mayalayan; övgü ve sövgüden bağımsız, kendine yeterli, dopdolu, mutluluk ve iyi niyet bağlamında cömert kılan, durmaksızın kötüyü iyiye çeviren, tüm güçleri filizlenerek açmaya ve olgunlaşmaya iten ve hüznün ve sinirin küçük ve büyük yaban otlarının büyümesine fırsat dahi vermeyen bir güneş gibi yani – en sonunda iştiyakla şu çağrıyı yaparız: ne olurdu keşke daha çok böyle güneşler yaratılabilse. Kötü olan da, mutsuz olan da, istisnai olan insan da kendi felsefesine, kendi meşru hakkına, kendi güneş ışınlarına sahip olabilmeli! Onlarla birlikte acı çekmek değil gerekli olan! – kibrin bu düşüncesini unutmalıyız, her ne kadar insanlık şimdiye dek tam da onda öğrenip talim etmiş olsa da – onlar için günah çıkarıcı, ruh çağırıcı ve günahları affediciler görevlendirmemiz gerekmez. Aksine bir adalet gerekli. Yeni bir ayet. Ve yeni filozoflar. Ahlaki dünya da yuvarlaktır. Ahlaki dünyanın da zıt kutupları vardır. Zıt kutupların da var olma hakları vardır. Keşfedilmek isteyen yeni bir dünya daha vardır – ve birden çok. Gemilere, filozoflar!

Kaybolmak.