Diyalektik ustası, devlete diyalektikten muaf olma imtiyazı tanır çünkü diyalektiğin burjuva toplumunun aşılmasına yol açacağını kendisi de gayet iyi bilir.

Theodor Adorno

Hegel’in mutlak sistemi, karşıt belirlenimler arasında diyalektik zeminde içsel bir birlik ve özdeşlikti. Fakat ayrımsız özdeşlik değil, ayrımda özdeşlikti, çokluk ve çoklukta birlikti. Bu bağlamda Hegel modernite ile uyumlu, içkin, ideal bir bütünlük peşindeydi. Farklılık içinde özdeşlik olacak şekilde bir monizm. 

Hegel formel mantığın özdeşlik anlayışından farklı olarak bir diyalektik özdeşlik anlayışı geliştirdi. Bu diyalektik mantıkta özdeşlik, Varlık ve Varlık-Olmayanların birliğiydi, bu birlik ise özünde Oluş‘tu. Hegel’in sisteminde Varlık ve Hiçliğin birliği, yani bunların birbirine geçişiydi. Aufhebung kavramıyla ilintili diyalektik özdeşlik olumsuzlama, içererek koruma ve kapsayarak aşma anlamına geliyordu. Özdeşsizlik olmadan Oluş manasızdı, bu Oluş süreci bir aşma süreciydi ve aktif özneyi gerektiriyordu.

Hegel’in karşıtları için ise Hegel’de Varlık, kendisini yalnızca kendi karşıtına geçerek olumlamayı başarabilen ve karşıtı olan Hiçlik’ten farksız olduğu için de, kendisini yalnızca olumsuzda olumlayan bir Varlık’tı. Varlık ve Hiçlik’in bu şekilde tüm tarihte kurduğu Oluş, tam da bu nedenle bir nihilist-Oluş’tu. Hegel’in sistemi, yaşama olumsuzun yükünü yükleyerek onu hareketsiz hale getiren, “koruma” ve “kendine mal etme” amaçlarıyla onu din ve devletle barıştırarak yaşamı olumsuzun hâkimiyetine sokmayı deneyen, Nietzsche’nin geçmişe baktığında gördüğü yaratıklardan belki de en tehlikelisi, dünyayı yutarak onu yalnızca kendi karnında devinebilen bir mezarlık-oluşa dönüştürmeyi arzulayan Leviathan’dı.¹ 

Nietzsche kavramların işaret ettikleri süreci kapsamak için yeterli olmadıklarını ve gösterdikleri gerçekler karşısında yetersiz kalacaklarına işaret etti. Nietzsche, bireyi karşıtlıklar arasında bırakan veya onu yalnızca bir hakikatin içerisinde konumlanmaya zorlayan diyalektiğe karşı çıkarak, hakikatin, ancak diyalektiğin ötesinde çokluğun ve çoğulluğun benimsendiği bir anlayış ve anlamayla mümkün olacağını söyledi.

Hegel’in spekülatif düşünce sisteminde özdeşlikte ikiliğin karşıtlığının yerini bir olan alıyordu. Hegel’in hakikati bu birden çıkıyordu ve bu bağlamda Nietzsche’nin karşısında yer alıyordu. Nietzsche birden değil, çoktan yana tavır aldı; çokla evrensel, mutlak, idea gibi kavramlar değer kaybına uğradı. Bu bağlamda Nietzsche’nin düşüncesi bireyle sınırlı, çoklu anlamalar ararken, Hegel’in diyalektiği, farklılığı sentezde özdeşleştirerek kendi içinde oluşturduğu döngüselliğin dışına çık(a)mayan, bir öncekinken daha üstün bir totalite peşindeydi. Nietzsche’ye göre ise oluşun ardında bir dayanak aramak ve özgürlük ile akıl arasında bağıntı kurmak saçmaydı. Oluşun arkasında Varlık yoktu; filozoflar tarih duygusundan yoksundular (tarihsici felsefeler de dahil) ve değişimin ardında değişmeden kalan bir öz aradılar; çünkü Oluş’u kontrol edemedikleri gibi duyuları da suçladılar ve Oluş’u yargıladılar. Nietzsche bu sebeple Kant ile başlayan ve Hegel ile doruğuna ulaşan mantıksal tartışmalar yerine psikolojiyi ve biyolojiyi ikame etti ve sistem düşüncesinin karşısında yer aldı. Sistem arayışı, dinamik de olsa, statikti, kapalıydı. 

Nietzsche’nin felsefeyi eleştirisi, Platon ile başlayan metafiziğin ve Hıristiyanlığın olduğu kadar aynı zamanda modern devletin de eleştirisiydi ve modern devlet Platonik-Hıristiyan ahlakının devamıydı. Filozofun görevi yasa koymak değil, döneminin ideallerini reddeden ve yeni değerler yaratan kişiydi. Nietzsche’den etkilenen postyapısalcı düşünceye göre ise, Varlık bir öz sorunu değil, bir anlam sorunuydu. Varlık görünenin ötesinde bir özde ve karşıtlıklarda değil, bu dünyanın somut gerçekliğinde aranmalıydı. Platon’dan beri süren bu karşıtlıkların aşılmasının tezahürü ve meselenin sonu (metafiziğin) da Hegelci diyalektikti. Nietzsche’nin modernliğin krizine önerdiği çözüm trajik müzik yoluyla Helenik değerlere dayanan estetik bir çözümdü.²

18. yüzyıl siyasal düşüncesinde sivil toplum kavramı, kapitalizmin gelişmesiyle ilintili olarak, devlet karşısında kendine özgü ilişkileri olan ayrı bir alan olarak değerlendirildi. Hegel’in liberal burjuva düşüncesini ve sivil toplum anlayışını eleştirisi Marx’ı etkilemişti. Hegel’in Liberal düşüncenin ortak iyiden ve ötekinden yoksun ahlakına yönelik eleştirisi, Marx’ı, liberal toplumu iktisadi açıdan eleştiren özgün bir kurama götürdü. Marx, kapitalizmi çözümlerken, feodal toplumdaki bağımlılıklara ve özgürlüksüzlük durumuna son verdiğini kabul etmekle birlikte, modern kapitalist rejimlerde alt sınıflar açısından yeni eşitsizlikler ve bağımlılıklar üretildiğine işaret etti. Hegel’in sistemindeki aile, sivil toplum ve devlet uğrakları arasındaki ilişkiyi yeniden yorumlayan Marx, Hegelci sivil toplum-devlet ikililiğini tersine çevirdi. Hegel’de devlet, sivil toplum alanındaki özçıkarlardan ve sınıf çatışmalarından bağımsız olarak evrensel statüdeydi. Hegel sermaye birikim sürecinin eşitsizlikler doğurduğunun farkındaydı ama Marx’a göre Hegel devlete dinin tanrıya verdiği gibi mistik bir varlık statüsü veriyordu. Marx siyasetin ekonomi, devletin sivil toplum karşısında varsayılan etik üstünlüğünü eleştirerek, hakikati göklere çıkarılan devlette değil, sivil toplumda aradı. Sivil toplum bireylerin taleplerinin belirlendiği ekonomik hayatın alanıydı ancak devlet evrensel çıkarlar temelinde hareket etmiyordu. Bu nedenle Marx’a göre Hegelci devlet baş aşağı duruyordu; Hegel’in sisteminde ileri sürdüğü gibi sivil toplumda yaşanan tikelliklerin devlet uğrağında aşılabileceği görüşü yanlıştı ve ancak sivil toplumda yaşanacak sınıf çatışmalarıyla aşılabileceğini iddia etti. Sivil toplum yalnızca siyasal devletin ortaya çıkmasını sağlayan çelişkilerin keskinleştiği bir çatışma alanı değil, aynı zamanda çelişkilerin diyalektik bir döngüyle aşılacağı öznelerin de açığa çıktığı toplumsal ilişkiler örüntüsüydü. Sivil toplum, artı-değer sömürüsünün gerçekleştiği, sınıfsal farklılıklara göre biçimlenen bir çelişkiler alanıydı.³ Devlet, belirli siyasal kliklerin tekil çıkarlarının gerçekleştirilmesi amacıyla sivil toplum üzerinde sömürü ve baskı unsuruydu. 

Adorno, ortodoks Marksizmden farklı olarak, faşizmi kapitalist ekonomi politiğin doğal bir sonucu olarak okumayı yeterli görmemiş ve faşizmin ideolojik, psikolojik ve kültürel boyutlarını incelemeye yönelmişti. Bunun nedeni de tekelci kapitalizmle birlikte, toplumsal çelişkilerin emek-sermaye ikilemiyle açıklanamayacak kadar karmaşık oluşuyla ilgiliydi.  

Adorno’ya göre kültür endüstrisi birlikte bilinçli yargılarda bulunan, kendi kararlarını veren özerklik duygusuna sahip özne şeyleşmiş, ideolojiyle birlikte özerklik yerini kollektif uyuma bırakmıştı. Adorno’nun kültür endüstrisi üzerine düşünceleri, klasik Marksizm’in tarihsel gelişmeye dair evrimci şemasının sorgulandığı bağlam içinde yer alıyordu. Adorno’ya göre, kapitalist üretim ilişkilerinden kurtulmuş kapitalist üretim güçlerinin özgür bir topluma götüreceği yolundaki Marksist inanç yanılmasaydı. Ona göre sermaye böylesine dolaysız özgürleştirici kuvvetlere ya da unsurlara sahip değildi; kapitalist gelişmenin, altta yatan ya da örtük eğilimi bile özgürlüğe değil daha fazla bütünleşmeye ve tahakküme yönelikti. Marksist tarih, kapitalizmi, naif bir ‘özgürlüğün ilerleyişi’ anlatısı şekline düşünmüştü, akıl da tarihi birleştirme ve bütünleştirme arzusuyla bunun taşıyıcısı olmuştu. 

Adorno, birliğin tekillere dayatıldığı ve soyut evrenselin kendi kavramıyla bir çelişkiye girdiği, kendisinin de keyfi ve tikel bir varlığa dönüştüğü konusunda Hegel ile hemfikirdi; ama Hegel’in içkin ve kendi kendini gerçekleştiren evrensel düşüncesine karşıydı.⁴ Hegelci diyalektikte sorun, diyalektiğin çelişkiler çoğulluğunu tek bir çelişki yönünde sentezde birleştirmesiydi. Bu diyalektik ötekine karşı bir şiddetti; öteki olanı, Ben’in dolayımının bir unsuru ve aracı kılarak, özerkliğini işlevsizleştirmekteydi. 

Adorno, Hegel’in sonlu ve yetersiz parçalar karşısında bütünün önceliğini kavradığını; formal mantığın statik yapısını aştığını ve ortaya koyduğu diyalektik mantık ve toplum teorisi ile felsefe tarihinin en önemli işlerinden birini başardığını teslim etti; ama Adorno’ya göre, Hegel, bütünü daima temele alarak tekile ve tikele yaklaşıyordu; yapıtının hiçbir noktasında bütünün önceliğinden kuşku duymuyor ve tikelin tasfiyesi lehine, bireyselliği ancak kendi karşıtlarıyla bir bütünlük içinde kavrıyordu, bu ise bireyin topluma boyun eğmesi demekti, bu sebeple Adorno’ya göre bütün yanlıştı

Düşünce ve varlık arasında, düşünceyle şey arasında bir özdeşlik aramak, bilgi, ahlak ve siyaset açısından anlamlı bir yapı kurmak, özdeşliğe zorlamak totaliterdi Adorno’ya göre. Özdeşlik anlayışı, kavram ve gerçekliğin özdeşliğini temel alarak, verili dünyayı haklı çıkarıyordu; bu nedenle varlık ve düşünce arasındaki farkı ortaya koyan bir düşünceyi savundu. Adorno’nun amacı sistem felsefelerinin, norm koyucu, bir özdeşlikçi-kimlikçi bütünlüğe, bu bütünlüğü sağlayan bir kökene, temele yaslanarak istikrarlı bir kimlik inşasına karşı olarak özdeşsizlik vurgusuyla bütünlük ve sistemi reddetmekti. Adorno’ya göre, niteliksel olarak farklı ve özdeş-olmayan varlıklar, zorla, nicel bir özdeşliğe hapsedilmişti. Bu olgunun kurbanlarının en önemlisi ise, burjuvazinin yükselmesindeki heroic dönemde oluşmuş biricikliğe sahip bireydi.⁵ 

Bu sebeple Adorno’ya göre ideolojinin/özdeşliğin karşıtı hakikat ya da kuram değil, farklılık ya da heterojenlikti. İdeoloji farklı fenomenleri eşitleyerek dünyayı homojenize ediyorsa onu çözmek için kendisine karşı heterojen olan düşünceyi belki de umutsuzca içine almaya çalışan bir negatif diyalektik gerekliydi. Adorno’ya göre, bu tür bir negatif aklın en yüce paradigması ise sanattı; çünkü sanat yekpare bütünlüğün hükümranlığına karşı duyumsal tikelin taleplerini öne çıkararak, farklı olan ve özdeş-olmayan adına konuşabilirdi.⁶ Tabii anlamlı bir yapı kurmayı tek yol gören muhataplarının Adorno’yu nihilist ya da septik olarak yorumlaması da kaçınılmazdı.

Sözün özü; şeyler birbirlerinden yalıtık olmadığına göre, Dünya’nın bir bütünü temsil ettiği açıktır; bu bağlamda anlamlı bir yapı-sistem-düzen (özdeşlik) kurmanın kendi içinde bir meşruluğu da olabilir; ama bütünsel bilgi ya da anlama tüm insanların erişmesi mümkün olmadığına göre, aradaki boşlukta ideoloji yapmak kaçınılmazdır. Bu kimi zaman olumlu, ama çoğu zaman ise olumsuzdur; çünkü ideolojinin yarattığı benlik/kimlik, bireylerin kendi asli benliği/kimliği değil toplumsal olarak üretilmiş/inşa edilmiş benliktir. Fakat ortalama bireyler bunu çoğu zaman fark edemezler, ideolojik benliği/kimliği kendi asli benliği/kimliği olarak kabul ederler. Bu sebeple eğer siyasal/ideolojik olarak tutarlı bir özdeşlikten/kimlikten söz ediyorsak, baya ‘istikrarlı’ bir düzenden/tahakkümden, hegemonik yapıdan söz ediyoruz demektir.

Onur FENCİOĞLU


¹FELSEFENİN DELİLİĞİNE YAKIN DURMAK: DELEUZE, NİETZSCHE VE KHAOSMOS, Barışcan DEMİR

²Erol Göka, Varoluşun Psikiyatrisi

³Minerva’nın Baykuşu Batı Siyasi Düşünce Tarihi, Jeffrey Abramson

⁴İdeolojiyi Haritalandırmak, Slavoj Zizek, Peter Dews, Adorno, Post-yapısalcılık Ve Özdeşlik Eleştirisi. 

⁵Martin Jay, Adorno

⁶Terry Eagleton, İDEOLOJİ