Die Welt ist fort, ich muss dich tragen.

Seni sırtıma yükledi ve çekti gitti dünya.

Paul Celan

 

İnsanlar ne yapacaklarını bilmedikleri zaman düşünmeye başlarlar. Dolayısıyla insanların ne yapacaklarını bilmedikleri zaman yaptıkları şeye düşünmek denir. Bir nevi çevreleriyle kendi aralarındaki denge bozulduğu ve yeniden kurulması gerektiği durumlarda düşünür insanlar. Ve düşünmek yorar insanı, çok yorar. Yaşamayı zorlaştırır. İnsan sorun çözen bir varlıktır. Martin Heideegger’nın Sorge dediği mesele. O sürekli sorun çözer. Sabah yatağında gözlerini açtığı ilk andan itibaren gece aynı ya da başka bir yatakta gözlerini kapattığı son ana kadar sorun çözer. Haddizatında o uyurken dahi sorun çözer, her ne kadar bunun farkında olmasa da. Mesela yemek yemek zorundadır o, bu bir sorundur, dinlenmek zorundadır, bu başka bir sorundur. Ve insan sorun çözerek hem dünyasını yaratır hem de kendisini. Dünyasıyla iç içe girer. Artık bir bütün olurlar. O dünyasını, dünyası onu taşır. 

Isaac Newton’ın hareket yasalarının ilki, eylemsizlik yasası, şunu der kısaca: Bir şey kendisine dışarıdan bir güç uygulanmadığı sürece duruyorsa durduğu yerde durmaya, hareket halindeyse istikametini ve süratini koruyarak hareket etmeye devam eder. Doğal bir durum düşünelim ve bazı insanları bir yere oturtalım ve bekleyelim. Burası bizim çıkış, dolayısıyla sıfır noktamız olsun. Newton’ın yasasına göre bu insanlar kendilerine dışarıdan bir güç uygulanmadığı sürece sonsuza kadar oturdukları yerde oturur kalırlar. Acıkırlar belirli bir süre sonra ya da üşürler. Ya da açıklayamadıkları sesler duyar ve korkarlar. Ya da sadece canları sıkılır: Bu da mümkün. Her halükarda belirli bir süre sonra oturdukları yerden kalkarlar ve muhatap oldukları bu sorunlara çözüm aramaya başlarlar. Kültür burada başlar (Doğaya amaçsal müdahale). Duydukları seslerden kendilerini koruyabilmek için ellerine taş alabilirler mesela ya da kalın bir sopa (Savunma Kültürü). Soğuktan korunmak için bir mağaraya girebilirler belki (Barınma Kültürü), ya da buldukları her hangi bir şeyi üzerlerine örtebilirler (Giyim Kültürü). Belki de biri eline bir taş alır, diğeri ise bir sopa. Ne olursa olsun, bu konuda içinde bulundukları dünyayla sınırlıdır seçenekleri. Dünyalarıyla iç içe girme süreci burada başlar. Dünyaları onlara belirli imkanlar sunar ve onlar sorunlarını çözerken bu imkanları kullanırlar. Ve bu imkanları kullandıkça dünyalarıyla haşır neşir olurlar, dünyaları onların üzerinde, onlar dünyalarında iz bırakırlar. Birlikte büyürler aslında. Bu düşünceyi devam ettirmek için bu sorunlardan özellikle birine, açlık sorununa bakmak istiyorum (Beslenme Kültürü/Mutfak). 

Açlık sorunu önemli bir sorundur. Bu konuda da içinde bulundukları çevrenin imkanlarını kullanmak zorundadır insanlar. Aramaya başlarlar. Bazıları ağaçlardaki meyveleri alır yerler, mesela bir elma ağacına rastlarlar. Diğer bazıları yerdeki mantarları. Mantarları yiyenler maalesef zehirlenir ve ölürler. Dolayısıyla diğerleri bu konuda tecrübe sahibi olurlar. Söz konusu mantarların açlık sorununu giderme bağlamında zararlı olduklarını öğrenirler. Bu şekilde belirli bir alanda birlikte, fakat farklı farklı hareket sergileyen insanlar belirli bir süre sonra ortak bir davranış sergilemeye başlarlar. “Biz” kavramı gösterir kendisini bu noktada, dolayısıyla belirli bir sorunun çözümüne “Ben”le başlayan insanlar bu sürecin sonucunda “Biz”de buluşurlar. Biz, dolayısıyla bu dünyada yaşayan insanlar bu sorunu böyle çözeriz, dolayısıyla bizim kültürümüzde bu işin üstesinden böyle gelinir düşüncesi çıkar ortaya. Birbirlerine yakınlaşırlar, aynı şeylere aynı anlamı verirler, birbirlerinin davranışlarını öğrenirler, belirli hareketlerin ve davranışların ne anlama geldiğini bilirler. Tanışırlar yani. Dolayısıyla bir güven ortamı oluşur. Bu noktada kısaca kültürün farklı seviyelerini de hatırlatmak istiyorum. Nitekim kültür inceldikçe aynı kültür içinde alt kültürler oluşur ve bu alt kültürler daha yoğun bir birliktelik ve güven ortamı sunarlar. 

Kültürün birinci seviyesi tamamen sorun çözme odaklıdır, dolayısıyla mesele bu noktada dışlayıcı olarak açlığı, yani enerji ihtiyacını gidermektir. Kişi daldan kopardığı elmayı öylece yer ve doyar. Ama kültür burada kalmaz tabii ki. Robinson Crusoe’yu aklımıza getirebiliriz. Belirli bir süre sonra elmayı dalından kopararak yemek yetmez. Yıkanır elma yenmeden önce, sonra kesilir, doğranır, suyu çıkartılır, maması ya da pastası yapılır ve bütün bunların yapılabilmesi için koca bir endüstri inşa edilir. Nitekim elmayı kesmek için bıçağa, kesilen elmaların konulması için tabağa, bıçağın yapılması için demire, demirin uygun hale getirilmesi için fabrikaya, fabrikanın inşâsı için mühendise, mühendisi eğitmek için üniversite ve öğretmene ihtiyaç vardır ve bu böyle gittikçe gider. Farklı alt kültürler oluşur demiştim ayrıca. Kimileri elmayı öyle keser, kimileri böyle. Kimileri ısıtarak yer kimileri ısıtmadan. Kimileri akşam olunca yer elmayı, kimileri uyanınca. Bu şekilde dünyalar farklılaşır. Ve her dünya kendi mensubunu taşır.

Küreselleşme denilen fenomeni bu farklılaşan dünyaları teke indirme çabası ya da süreci olarak düşünebiliriz. İlk bakışta oldukça pozitif bir gelişme olarak değerlendirmek mümkündür aynısını. Nitekim bizim “a” şeklinde çözdüğümüz sorun başka bir yerde “b” şeklinde daha efektif ve daha kolay çözülüyorsa neden kendi çözümümüzde ısrar edelim ki. Fakat bunun bizi dünyamızdan kopardığını unutuyoruz. Dünya kocaman bir “lâ-mekân” haline geliyor. Bu kavramı Fransızca “non-lieu” kavramının çevirisi olarak kullandım. Havalimanları, tren ve otobüs garları, otoban dinlenme tesisleri gibi mekanlar lâ-mekânlardır. Kimseye ait olmayan, herkese ait olan, kimseye ait olmadıkları, dolayısıyla herkese ait oldukları için de mekan olmayan mekanlar. Yalnızlığın, dünyasızlığın, tarihsizliğin, yabancılığın en yoğun yaşandığı mekanlar. 

Farklı farklı sistemler oluşur daha sonra ve bu sistemler hayatı kolaylaştırırlar. Her sistem kendi içerisinde nasıl davranılacağını, hangi davranışın hangi anlama geldiğini ve hangi tepkiyi talep ettiğini belirler. Dolayısıyla bireyler bu sistemler içinde hareket ederken belirli bir otomasyon sergilerler. Düşünmezler, ne yapacaklarını hesap etmek zorunda kalmazlar, nitekim içinde bulundukları sistem onlara her durumda her zaman nasıl davranmaları gerektiğini söyler. Düşünmeyi çok matah bir şey sanıyoruz, haddizatında düşünmeyenlere karşı aşırı derecede tepki gösteriyoruz. Oysa düşünmek, dolayısıyla içinde yaşadığımız akıntıdan çıkarak meseleye bir adım geriden bakmak istisnai durumlar için geçerlidir. Düşünmek zor iştir. Düşünebiliyor musunuz, herhangi bir davranışı sergilemeden önce sürekli ne yapacağınızı düşünmek zorunda kalsanız? Yaşam oldukça zor bir hal alır. Hayat bir nevi otopilota bağlanarak yaşanır aslında. Ve bu böyle iyidir. Günlük yaşantımızda hepimiz bu kolaylıklardan faydalanıyoruz. Dünyası insanı bu şekilde taşır işte, onun elinden tutar, bir çok konuda ona yardımcı olur. 

İnsanların içinde yaşadıkları dünyayı, dolayısıyla çevrelerini bir anı defteri olarak düşünebiliriz ayrıca. Bu anı defterine yaşamımız boyunca anılarımızı yazarız. Aslında kendimizi yazarız. Yazdıkça yaratırız kendimizi, yazdıkça ortaya çıkarız. İnsan doğup büyüdüğü, hayatını geçirdiği şehrin sokaklarında gezerken sanki kendisini okur gibi olur. Bunu bir nevi bir outsourcing olarak da düşünebiliriz. Bizi taşıma işini büyük ölçüde dünyaya devrederiz. Aslında kendimizi yükleriz dünyamızın sırtına. Dünya taşır bizi. Daha sonra dünya çekip gidince artık kendimizi kendimiz taşımak zorunda kalırız. Kaldığı kadarını tabii ki. Azalırız, yalnızlaşırız, dünyasız kalırız. Ne kadar çok anı biriktirirsek, içinde yaşadığımız çevreye kendimizi ne kadar çok yazarsak, o kadar sağlam ve zengin bir benliğimiz ve kimliğimiz olur. Ve bu yazdıklarımızı tekrar tekrar okudukça, dolayısıyla söz konusu mekanlarda bulundukça, kimliğimiz ve benliğimiz o denli güçlenir. 

Bana kalırsa yalnızlık ben kimim sorusunun cevapsız kalmasıdır. Ya da söz konusu soruya ne kadar fazla cevap verebilirse insan o kadar az yalnızdır. Ne kadar az cevap verebilirse o kadar da çok yalnızdır. Haddizatında insanın kendisiyle bir arada olamamasıdır yalnızlık, kendisinde olamaması. O halde yalnızlık insanın kendisinden ayrı düşmesidir. Sanırım bunu her tür yalnızlık için söyleyebiliriz. İster bakım ya da kendi evinde bir başına yaşamak zorunda kalan yaşlı insan olsun, ister kendisini odasına ve bilgisayarın başına kilitlemiş genç ya da çocuk olsun. Yalnızlık insanın kendisinden uzak olmasıdır. Bu bağlamda yalnızlık insanın kendisiyle olan ilişkisinin kopuk olmasıdır. Yoksa insan kalabalıklar içinde neden yalnız olsun? Çünkü o kalabalıklar kendisinden hiç bir iz taşımıyor da ondan, onu ona hatırlatmıyor da ondan. Yoksa yaşlı bir dede torununu görünce neden yalnızlığını kaybetsin? Çünkü o ona kim olduğunu hatırlatıyor da ondan. Neden fotoğraflara bakınca mutlu olur insanlar? Kim olduklarını hatırlarlar. Bu bağlamda içinde yaşayıp yaşlandığımız dünya bize bizi en çok hatırlatan şeydir. 

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN