τί ἐστιν ἀλήθεια.
Quid est veritas?
Nedir Hakikat?
Pontius Pilatus
Scheue Dich ja nicht davor, Unsinn zu reden! Nur mußt Du auf Deinen Unsinn lauschen.
Sakın ha saçmalamaktan utanma! Ama kulak ver saçmalıklarına.
Ludwig Wittgenstein
1
Haşlakoğlu ilginç bir adam, son derece ilginç. Hemşerim sanırım, Trabzonlu. On dakika dinledim kendisini, kocaman on tane altmış saniye ve bu on tane altmış saniye içerisinde hiç durmadan ve nefes almadan konuştu. Sadece sesi ve diliyle değil ama, parmakları, elleri, kolları, kafası, saçları, gövdesi ve her ne kadar baktığım yerden görünmüyorsa da, muhtemelen gözleri, kaşları ve kirpikleriyle konuştu. Hiçbir şey söylemedi, aslında hiçbir şeyden daha az söyledi, ama Platon dedi, Aristoteles dedi, Fenomenoloji dedi, Husserl dedi, aslında Hüsserl, Derrida dedi, Postmodern dedi, Postyapısalcılar dedi, çokluk dedi, birlik dedi, kendiliğinden dedi, mağara dedi, girdi çıktı, Yunanca kavramlar sıraladı, gırla, onu buna bunu şuna bağladı, çözdü, öyleymiş gibi yaptı belki de, birkaç kez Ayhan biliyor, ya da Ayhan sen biliyorsun dedi, birkaç kez, niçin anlamış değilim, kahkaha attı, anladınız mı? diye sordu sonra ve kocaman on kere altmış saniye hiçbir şey söylemeden ve nefes almadan konuştu ve yine hiçbir şey söylemeden ve nefes almadan başladığı gibi bitirdi. Kalabalık mı kalabalık. Hani ne dersiniz siz Türkler, üzerimden kamyon geçmiş gibi oldum? Ve yedi kıtadan, kesretten kinaye, yediyüzyetmişyedimilyonyediyüzyetmişyedibinyediyüzyetmişyedi, rakamla 777.777.777, kişiyi yediyüzyetmişyedimilyonyediyüzyetmişyedibinyediyüzyetmişyedi kere dinlemiş ve okumuş olan ben, hiç bir şey anlamadı. Sanırım Ayhan bey de pek bir şey anlamadı, öyle bakıyordu en azından. Ki o da ilginç bir arkadaşımız haddizatında, benim derslerimde uyumak serbest, nitekim doğal bir ihtiyaçtır uyumak, dolayısıyla uykunuz gelirse uyuyabilirsiniz cümlesiyle kalmış zihnimde. Umarım dinleyiciler doğal bir ihtiyaç diyerek türlü türlü davranışların içine girmezler, nitekim kendimizden biliyoruz ki insanın doğal ihtiyaçları uyumakla sınırlı değil, neyse. Ekrem ve Ömer beyler hayranlıkla, ya da ne anlatıyor bu adam? dercesine, gözlerini ayıramadılar Oğuz beyden. Muhtemelen onların durumu da benden farklı değildi. Belki de Oğuz bey çok şey söyledi ama ben anlamadım dedim kendime sonra. Olup biteni açıklamak zorundaydım bir şekilde çünkü. Temel, Dursun ve İdris geldi aklıma. Hani Temel ve Dursun bir gün kahvede oturuyorlarmış ve birbirlerine, birbiri peşi sıra, rakamlar söyleyerek gülmekten kırılıyorlarmış ya, o. Temel üç diyormuş, Dursun gülmekten yerlere yatıyormuş, sonra Dursun yerden kalkıp beş diyormuş, bu sefer Temel kırılıyor yerlere yatıyormuş. İdris de uzaktan izliyormuş onları. Dayanamamış ve yanlarına gitmiş bir süre sonra ve ne yapıyorsunuz? diye sormuş. Temel, fıkraları kodladık, fıkra anlatıyoruz birbirimize demiş. İdris yedi demiş bunun üzerine, fakat ne Temelden ne de Dursundan çıt çıkmayınca, neden gülmüyorsunuz? diye sormuş. Eee demiş Temel, anlatmaktan anlatmaya fark var. Biraz öyle galiba diye geçirdim içimden, İdris oldum yani, ama tersinden. Sonra hemen kitaplara koştum, birkaç kitap ve öğrenciliğimden kalan notlarımı aldım yanıma ve dödüm masaya.
2
Okumak nedir? Almancada iki kelime, haddizatında iki fiil var, hineinlesen, herauslesen. Aslında birleştirilmiş fiillerdir bunlar. Hinein -içeriye- ve heraus -dışarıya- mekân zarflarının (Lokaladverb), lesen, yani okumak fiiliyle birleştirilerek oluşturulmuş birleştirilmiş fiiller. Dolayısıyla insan önünde duran metne, ki her şey bir metindir, Ludwig Wittgenstein‘ın Tatsache dediği şey yani, içeriye doğru bir şey de okuyabilir, aynı metinden dışarıya doğru bir şey de okuyabilir. İçeriye doğru okuyabilmek için içeride yer olması gerekir tabii ki, boşluk olması yani, dışarıya doğru okuyabilmesi için ise insanın, içeride bir şeylerin olması gerekir. Buna da aliterasyon diyorlar: … (i)çin (i)se (i)nsanın, (i)çeriye… Neyse. Hani soruyorlar ya, bir fil’i mutfaktaki buzdolabına nasıl sokarsın diye, fil buzdolabına sığar mı hiç diye bir tepki alıyorlar önce. Tabii ki diyor soranlar, kapıyı açar fil’i içeriye sokarsın olur biter işte. Peki diye ikinci bir soru geliyor ardından, bir gergedanı mutfaktaki buzdolabına nasıl sokarsın? Gülüyorlar bu sefer soruyu alanlar, tabii ki kapıyı açar gergedanı içeriye sokarsın olur biter işte. Yanlış, önce fil’i çıkartmak zorundasın gergedana yer açabilmek için diyor soranlar. E peki buzdolabına bir filin girmiş olduğunu nereden anlarsın? Pastanın üzerindeki ayak izlerinden. Biraz böyle. Dolayısıyla iyi bir metin okuyucuya çok yer açan metindir. Aslında bana sorarsanız okumak budur zaten, dolayısıyla eğer bir metnin içerisini dolduruyorsanız, okuyorsunuz demektir, yok metni boşaltıyorsanız, yorumluyorsunuzdur sadece. Tam bu noktada okumanın önemi çıkıyor ortaya. Friedrich Hegel’den mülhem burada bir hileden bahsedebiliriz: Die List des Textes, metnin hilesi. Dedim ya, okumak önde duran, dolayısıyla önünde durulan metni doldurmaktır. Yine Hegel’den mülhem Geist gibi düşünebiliriz. Yani okur metne kendisini boşaltır, aynen Geist’ın kendisini doğaya boşalttığı gibi. Geist kendisini doğaya neden boşaltır? Kendisine gelebilmek için, kendisini bulabilmek, kendisini görebilmek, haddizatında kendisi olabilmek için. Fakat Geist’ın aksine okur bu işi farkında olmadan yapar, dolayısıyla söz konusu hile tam olarak bu noktada gösterir kendisini. Metnin tuzağına düşer insan. İnsanlar genelde kendileriyle yüzleşmekten korkarlar ya da çekinirler diyelim. Hatta, Martin Heidegger‘dan mülhem, kendilerini unuturlar dersek belki daha doğru söylemiş oluruz. Unutmak isterler. İtiraf edemezler birçok şeyi kendilerine. Uzaklaşırlar kendilerinden sonra, yabancılaşırlar. Kaybolurlar. Bu noktada metin girer devreye. İnsanı çeker çıkarır içine düştüğü karanlıktan. İnsan bir metni okurken, psikolojik olarak, gördüklerini, duyduklarını, anladıklarını, yani orada bulduklarını, gerçekten oradaymış sanır, öyle yapar, yapabilir aslında. Hani kendisinden bahsederken, benim bir arkadaşım var diye başlar ya bazıları anlatmaya, öyle. Yani aslında içini boşaltır oraya, kendisini doldurur metne, fakat kendisini görmek istemediği için, dolayısıyla kendisiyle karşılaşmaktan nefret ettiği için, aslında metne doldurduğunu, metinden çıkarıyormuş gibi yapar. Bu işine gelir onun, onun için bir mazeret olur. Rahatlar. Fakat bu metnin de işine gelir. Anlatır da anlatır. Okumak da biraz böyle galiba. Metnin varlığından yararlanarak insan rahatça kendisini boşaltır. Ve bunu ne kadar tekrarlarsa, yani ne kadar çok okursa, ki okuduğu metnin boşluğu arttıkça içine dolduracağı kendisi çoğalır, o kadar çok kendine gelir. Kendine geldikçe, okudukça, tekrarlar gösterir kendisini ve bu tekrarlar üzerinden şahsiyeti oluşur. Bir nevi okuyarak kendisini yaratır insan bu şekilde, kendisinin farkına varır, kendisine gelir. Tabii ki bunu yapabilmesi için boş bir metne ihtiyacı vardır. Metin kendisini çözmemizi bekleyen bir bulmaca değildir. İnsana doğru yöneltilmiş ve sallanan bir işaret parmağı hiç değildir, ki, tekrarlıyorum, sadece yazılı metinler okunmaz. Metin, ne olursa olsun, davet etmeli. Açtığı alanlarla, saçmalamalarıyla, anlamanın önünü tıkamalarıyla, kızdırmalarıyla, sinirlendirmeleriyle, küfür ettirmeleriyle hatta, kendimizi içine boşaltmamıza vesile olmalı. Ortaya bazen çok korkunç şeyler çıkabiliyor. Okumak bu anlamda biraz da arkamızdan dolaşarak kendimize arkadan bakmak gibi bir şey. Dolu dolu metinler değil, boş boş metinler lazım bize. Bulmaca değil, kendimizi çözeceğiz. Auf die Schiffe, haydi, sapere aude…
3
Ben Filozofum. Ben kızmam, ben üzülürüm sadece. Ben filozofum. Ben düşünmeden ve yazmadan önce okurum. Durmadan, yorulmadan, aralıksız okurum. Ben hep, ben her şeyi okurum. Bir metin uzmanıyım ben, hatta daha çok, bir metin avcısı. Felsefe maişet teminini, sosyal (Facebook) ve a-sosyal (Twitter) medyada etrafına topladığın birkaç garibana hava atmayı, düş’meyi kalk’mayı, aforizma, tekerleme kasmayı çok fazla aşan bir şey. Dibini göremediğin su derin olmaz her zaman, bazen sadece kirlidir. Kitapları duvara dizip önünde poz vererek de olmaz bu iş, durmadan konuşarak da. Susacaksın önce, sonra okuyacaksın; sonra da anlayacaksın. Gereksiz ve yersiz aptal aptal espriler yapmayacaksın ayrıca. Bağırmayacak, slogan atmayacak, saldırmayacaksın. Tribünlere oynamayacaksın. Bilmiyorsun çünkü. Yaklaşık 2500 yıllık bir geleneğe sahibim ben. Yerden bitmedim. Bu gelenek yazılı bir gelenek, yani onlarla çalıştığım, onlara karşı sorumlu olduğum metinlerim var benim. Sadece metinlerim. Oturduğum masa çok büyük bir masa. İstediğim gibi, amiyane tabirle, kafama göre takılamam ben. Ne söylersem söyleyeyim, söylediğim her şeyi son noktada –schwarz auf weiß– beyaz kâğıt üzerine siyah renk mürekkeple yazılmış bir cümleye geri taşımak zorundayım. Tabii ki her geri taşımam doğru bir geri taşıma olmayabilir ve belki de oradan çıktığını iddia ettiğim şey oradan çıktığını söylediğim yerden çıkmaz, ama olsun, zararı yok. En azından birileri bana bunu gösterir ve beni ikaz ve ikna edebilirler, dolayısıyla meseleyi birileriyle tartışabilirim. Ve gerçekten ikna olursam eğer, söz konusu geri taşımadan vaz da geçebilirim, iddiamı geri de çekebilirim; ya da vice versa. Açık olacaksın yani, değişmeye, aynısı kalmamaya, bildiğini düşündüğün her şeyi tek bir anda terk edip dımdızlak ortada kalmaya açık olacaksın. Dımdızlak ortada kalacaksın haddizatında. Ondan ötesi ucuz kahramanlık, tam bir sahtekarlık. Savunmayacaksın, hiçbir şeyi ve hiç kimseyi savunmayacaksın. Yurdun, vatanın, milletin, dilin, geçmişin geleceğin olmayacak. İnanmayacaksın, kimsenin peşine takılmayacaksın, yalnız, yapayalnız kalacaksın. Bir yere sığmayacaksın. Gerçekten yalnız. Kimsen olmayacak, kimse olmayacaksın. Tabii ki düşünürüm ve yazarım da: ne yani, ne sandın? Sana bırakayım da ortalığı bok mu götürsün? Ama düşünürken de yazarken de içinden geldiğim geleneği göz ardı edemem. Filozofum ben. Dolayısıyla ya bir şeyleri onaylarım, bir şeylere katılırım ve onayladığım ve katıldığım şeyler için farklı ve bugüne değin ileri sürülmediğini düşündüğüm yeni ve daha güçlü temellendirmeler ileri sürerim ya da bir şeylere karşı çıkarım ve karşı çıktığım şeylerin yanlışlığını daha önce olmadığını düşündüğüm şekilde ortaya koyar ve kanıtlamaya çalışırım. Ya da katılmak ve karşı çıkmaktan ziyade yeni ve farklı bir alternatif teklif eder, temellendirir, sonrasında da bu alternatifin neden gerekli olduğunu muhataplarıma anlatmaya çalışırım. Fakat her halükârda yaptığımın içinde bulunduğum gelenekteki yerini ve durumunu çok iyi bilmek ve ortaya koymak zorundayım. Filozofum ben, başka bir şey değil. Benim onlarla çalıştığım metinlerim, zorunlu olarak tabii ki, belirli dillerde yazılmış metinlerdirler. Dolayısıyla teknik açıdan da yeterli olmak zorundayım. O halde bu metinleri okuyabilmem, onlarla olması gerektiği gibi çalışabilmem için, Türkçede adam gibi diyorsunuz siz buna sanırım, söz konusu metinlerin dillerini bilmek, bilmek değil sadece, çok iyi bilmek zorundayım. Kulaktan kulağa oynamakla olmaz bu iş. Nitekim kriterimiz gerektiği gibi, adam gibi yani, çalışmak, sadece çalışmak değil. Antik Yunanca, Latince, Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca. Ayrıca bir de, en azından, Arapça, Osmanlıca, Türkçe ve Farsça. Bütün bu dillerin hepsini bilmek çok zor tabii ki. Bilmek derken altı aylık Goethe Dil Kursu ya da aynı uzunlukta bir Berlin ya da Paris ve London/New York ziyaretinden söz etmiyorum tabii ki. Kaldı ki söz konusu ziyaretin altı ay değil altı yıl sürmesi dahi pek bir şey değiştirmez kanımca. Ben filozofum, içine sığmadığım hiçbir dili biliyorum demem, kendi dilinde okuyup anlayamadığım hiçbir metin hakkında uzman olmam; mesleğime yakıştırmam. Utanırım ya, mesleğimden utanırım. Mesleğime saygım var benim. Dolayısıyla eğer bu alanda, felsefede yani, çalışmak istiyorsam, tekrarlayalım, gerektiği gibi, yani adam gibi çalışmak istiyorsam, dilini anladığım, çok çok iyi anladığım, içine sığdığım, içinde yaşadığım, olmak-ta-olduğum, nefes alıp can verdiğim bir dilde yazılmış bir metin seçerim kendime ve o metnin uzmanı olurum. Ya bir şeyi olması gerektiği gibi yaparım, ya da olması gerektiği gibi yapabileceğim bir şeyi yaparım. Ama en çok da savaşırım (Je suis en guerre…); çünkü başa çıkamadığım bir kendim bir de dünyam var benim (…contre moi-même, Jacques Derrida). Ben vaiz değilim, natık da. Filozofum sadece.
4
Sophistes‘te materyalistlerle İdea dostları arasında Olmak uğruna yürütülen bir kavga var, bir Gigantomachie haddizatında. Türkler Varlık diyorlar, ben Varlık demiyorum, yanlış olur çünkü, en azından bana göre, Olmak diyorum ben. Geçen bir Türk sen Türkçe bilmiyorsun dedi bana, bana!!!, belki de haklısın dedim ben de ona, öylesine ama, ama ben Olmakta ısrar etmek istiyorum yine de diye ekledim. O gittikten sonra üzüldüm. Almanca düşündüğüm için belki de geliyor bütün bunlar başıma diye geçirdim içimden, nitekim biz Almanlar Sein diyoruz Almancada ve Sein aslında bir fiildir, bir fiil olan sein‘ın isimleştirilmiş hali, dolayısıyla Türkçeye aktarılması durumunda –mek/mak‘la biten bir şey olmalı. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok ki, de anlamıyorlar işte. Varmak olmaz, çünkü o var, dolayısıyla Olmak olmalı o zaman. Bu işin şakaya vurulmuş hali biraz tabii ki, ki tabii ki Varlık Sein‘ın mümkün olan en yanlış çevirisi, o cepte, de beni ilgilendirmez. Ben işime bakarım. Mesela bir bakkala gidip şeker var mı demek başka, şeker olmak-ta-oluyor mu diye sormak başka. İkinci durumda bakkaldan dayak yemek tehlikesi bir tarafa, var olan şeker şeker olmuştur, olmak-ta-olan şeker ise her an yeniden ve tekrar tekrar şeker olmak zorundadır, dünya kaldığı sürece, ki mesele de budur haddizatında. Şeker şekerlemelidir de diyebiliriz, yani şeker olmalıdır, sürekli. Bu arada, yine Almanca seiend kelimesinin karşılığı olarak kullanıyorum olmak-ta-olan‘ı. Phaidon‘daki ontoloji İdealarla duyu şeyleri arasındaki fark olarak beliriyor. Mesela güzellik İdeası bir tarafta, ben, yani güzel bir adam diğer tarafta. Güzellik akılla idrak edilir, duyu şeyleri duyular üzerinden alınır içeriye, her şeyden önce gözlerle. İdealar ebedidir, değişmezdirler ayrıca, duyu şeyleri kısa bir süre için olurlar, sürekli değişirler. Bu çerçevede İdeların iki temel işlevi vardır. Güzel şeyler güzellik İdeası dolayısıyla güzeldirler, ontolojik işlev, güzel şeyler güzellik İdeası aracılığı ile idrak edilirler, bu da epistemolojik. İdealar öğretisi Politea‘da hemen hemen aynı şekilde devam eder, her ne kadar kısmen bazı ilerlemeler hayat bulmuş olsa da. Mesela en üst İdea sorusu artık ciddi bir sorudur ve aynısı iyinin İdeası olarak belirlenir. Platon‘un İdealar öğretisini Sophistes’te Sokrates‘in ağzından kamuya açması bazı yorumcular tarafında aynısının haddizatında aynısı tarafından geliştirildiğinin iddia edilmesini getirmiştir beraberinde. De aksi yönde düşünenler de var. Özellikle Aristoteles, Platon’un öğrencisi, söz konusu öğretiyi Ξανθίππη’nin kocasının değil hocasının icat ettiğini söyler. Biz de burada kalalım. Phaidonda, en az iki noktada, İdealar öğretisiyle ilgili olarak Platon aynısını geliştirirken halihazırda bazı tartışmaların yürütüldüğünü görmek mümkündür. Bu tartışmaları Platon kendisiyle mi yoksa öğrenci ya da dostlarıyla mı yürütüyor o tam açık değil. Dolayısıyla dialog içinde bir monolog söz konusu olabilir bu noktada. Birinci nokta: Duyu şeyleriyle İdealar arasındaki ilişki ne menem bir şeydir? Burada söz konusu olan παρουσία’mı yoksa μέθεξις’mi? Hatırladığım kadarıyla Oğuz bey bu son noktayla ilgili olarak bir iştirakten söz etmiş. Yoksa daha başka bir şey mi söz konusu burada? Sokrates mesela bu soruyla ilgilenmiyor kesinlikle, güzel şeyler güzellik İdeası dolayısıyla güzeldir, bunların arasındaki ilişkinin nasıllığı ise nasılsa öyledir, bu demek o kadar da önemli değildir. İkinci nokta: ὑπόθεσις. Platon bir hipotezin arkasına saklanmaktan söz ediyor, dolayısıyla aynısına herhangi bir saldırı gerçekleşmesi durumunda aynısıyla ilgilenmeyerek bir öncekinden neşet eden sonuçlara yoğunlaşılması, dolayısıyla bunlar birbirleriyle çatışıyor mu, uyuşuyor mu ona bakılması gerektiğini söylüyor. İlki durumunda geçersiz kılınmıştır zaten aynısı, yoksa yukarı bir hipoteze çıkarak aynısı temellendirilmeye çalışılır. Buradaki sorun şu ki, Platonun hipotez derken tam olarak ne kastettiği belli değil. Bu noktada şayet bilinen bilimsel hipotez türü bir şeyden söz edildiğini varsayacak olursak, bu şu demek olur ki bilimsel kabuller kendilerini kanıtlamak zorunda olan hipotezlerdirler öncelikle. Platon İdeealar öğretisini bir hipotez olarak mı anlamak istiyor acaba? İdealar öğretisinden birbiriyle çelişen sonuçların çıkmasını, İdealar öğretisinin yukarı bir hipotezle temellendirilebilir ya da daha iyi bir hipotezle değiştirilebilir olmasını mümkün mü kabul ediyor? Bu şekil bir hipotezin nasıl olabileceğine yönelik en ufak bir imada dahi bulunmuyor Platon ve Phaidon’un farklı noktalarında İdealar öğretisi son tahlilde kesin bir hakikat olarak ileri sürülüyor.
4
Phaidon’daki asıl, haddizatında temel sorun İdealar öğretisi bağlamında iddia edilen Eleatizmden kaynaklanır ama. Phaidon ontolojisi son derece katı bir Eleatizm içerir nitekim. Bu çerçevede İdealar -dır, duyu şeyleri değil -dir, dolayısıyla Olmak -tır, ¬ Olmak değil -dir ve aralarında bir Ortası yok -tur. Platon kendisi Sophistes’te İdea dostlarından söz ederken, onların sadece düşünerek ele geçirilebilecek, dolayısıyla cüssesiz İdeaların hakiki Olmak olduklarını söylediklerini, fakat rakiplerinin cüsselerini, haddizatında aynılarının hakiki Olmak olarak kabul ettikleri şeyleri kelime sanatlarıyla param parça ederek Olmak (Sein) olarak değil, sadece sürekli hareket içinde bulunan Oluşmak (Werden) olarak kabul ettiklerini söyler. Bu noktada Oluşmak’ı Parmenidesvari bir ¬ Olmak olarak anlamak gerekir. Hegel söz konusu bu Eleatizmi son derece isabetli olarak Platon’un İdeaları bağlamında şu şekilde karakterize eder: Sie sind, und nur sie sind allein das Sein, Onlar -dır, ve sadece onlardır dışlayıcı olarak Olmak. Platon’un Phaidon’da söylemek istediği haddizatında tam olarak budur işte. Gel gör ki, İdealar öğretisinin bu temel düstürunda sadece onun gerçek anlamı saklı durmaz, aynı zamanda onun en büyük sorunu da buradan neşet eder maalesef. İdealar ve duyu şeyleri arasındaki ilişki üzerine uygulanması durumunda söz konusu disjunction’un, bir bütün olarak İdealar öğretisini ortadan kaldırmaz mı aynısı? Nitekim, mesela, güzel şeyler bir hiçse, güzellik İdeası ne işe yarar o zaman? Bu düşünce çizgisinin geçerliliğinin kabul edilmesi durumunda sonuç şu olur: Güzelik İdeası bir şey ifade edecekse, bu durumda güzel şeylerinde bir şekilde bir gerçeklikleri, bir Olmakları olmalı. Bu durumda İdeaların Olmaklarıyla duyu şeylerinin Olmakları arasındaki ilişki merak konusu olabilir tabii ki. Haddizatında bu sorudur Platonun müteakip diyaloglarda soracağı soru ve yine bu sorudur metafiziği doğuran ve bütün zamanlar için belirleyen.
…to be continued…
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN