Oysa adına sevgi dedikleri Allah’ın en güzel cezasının [temsilcisiydim ben] … İstanbul kime kızdı da böyle, [benden] çıkarır oldu …?

Halil Sezai

Wenn ein Begriff von einem Lebensmuster abhaengig ist, so muss in ihm eine Unbestimmtheit liegen.
Bir kavram belirli bir yaşam şekliyle bağlantılıysa, bu durumda onda bir belirsizlik bulunacaktır.

Ludwig Wittgenstein

Der intellektuelle hasst «wir» Expressionen.
Entelektüel «biz» demekten nefret edendir.

Ernst Bloch
 

1

Bloch’un dediği gibi entelektüel «biz» demekten nefret edense gerçekten, rahatça ve sıkılmadan şunu söyleyebiliriz ki Türkiye’de bu cinse rastlamak pek mümkün gözükmüyor; ne bugün ne de yarın. Nitekim bünye müsait değil. Burada herkesin bir «biz»’i var çünkü, herkes o «biz» içinde olmak-ta-olur, o «biz»den yola çıkar ve akşam yine o bizde karar kılar. O «biz»de uyur, o «biz»de kalkar. O «biz»le düşünür, o «biz»le dönüşür. Aslında sadece ülke olarak değil, kültür ve medeniyet olarak da içine düştüğümüz çürümenin en önemli sebebi değil tek sebebi budur. Bireylerimiz yok, her şeyden şikayet eden, hiçbir şeyi beğenmeyen, sürekli sinirli, sürekli gergin, küfür eden, kızan, bağıran ve çağıranımız yok. Bir Can Yücel vardı az çok, artık o da yok. Müşkülpesent değiliz, çok çabuk beğeniyoruz. Önümüze ne koyarlarsa yiyoruz. Mesele doymaksa, yani … Hep bir yerlere ait olmak, hep bir güneşin altında yaşamak, aynı güneşin ışığıyla ısınmak istiyoruz. Friedrich Nietzsche‘nin tarifindeki yerimizi arayacak olursak, dolayısıyla ışığı kimilerinin daha iyi görmek, kimilerinin ise daha iyi görünmek için arandığını cepte sayarsak, biz hep görünmek istiyoruz. İşin kötüsü herkesi öyle sanıyoruz, bunu bir antropolojik zorunluluk olarak kabul ediyoruz.  Adab-ı Muaşeret kitaplarımız var mesela, önlerinde düğmelerimizi iliklediğimiz valilerimiz, kaymakamlarımız, muhtarlarımız var, aslında Devletimiz, yani  «biz». Aslında biz Allah’ın önünde iliklediğimizi sandığımız düğmelerimizi şeytanın önünde ilikleyenlerdeniz de, pusulayı şaşırdığımız ya da pusulamız şaşırdığı için Allah diye şeytana tapıyoruz. By the way … Şu anda yazarken Hüsnü Şenlendirici var kulaklarımda, müthiş klarnet çalıyor adam. Neyse. Bütün bunlar şaka gibi gelebilir size, keşke öyle olsaydı, fakat değil malesef ve, çok güzel bir Almanca ibareyle ifade etmek gerekirse, in absehbarer Zeit değişmeyecekler de. Mide bulandırıcı bir durağanlık var etrafta, Jean-Paul Sartre‘nin visqueux, ya da poisseux‘sü gibi adeta. Katrana düştük topluca, simsiyah ve hareket edemez haldeyiz. Bir iritasyon gerek. Entelektüel bu iritasyondur işte ve kıymetlidir (Niklas Luhmann).

2

Robert Musil‘in Der Mann ohne Eigenschaften –  Sıfatsız Adam romanından bana tercüman olan biraz uzunca bir parça aktaracağım.

Daha da bişe demem

Açık kapılardan kolayca geçmek istiyorsa insan, o kapıların sağlam bir çerçeveye sahip olduklarını unutmamalı: Yaşlı profesörün ona göre yaşadığı bu temel düstur haddizatında gerçeklik duyusunun bir gereksinimidir. Gerçeklik duyusu varsa ama, ki bunu kimse inkâr edemez, o zaman mümkünat duyusu diye bir şey de olmalı.

Ona sahip olan şunu demez mesela: Burada şu ya da bu oldu, bu ya da şu olacak, bu ya da şu olmalı; o icat eder aksine: Burada şu ya da bu olabilirdi, bu ya da şu olmalıydı, bu ya da şu olmak zorundaydı ve ona bir şey hakkında bir açıklama yapıldığında ve bu nasılsa öyledir işte denildiğinde, o düşünmeye başlar: Yani der sonra, muhtemelen başka türlü de olabilirdi. Mümkünat duyusu bu şekilde şöyle bir yetenek olarak çıkar karşımıza; kişinin aynı ihtimalle olabilecek olan her şeyi düşünebilmesini ve onun olmayanla olanı aynı derecede önemli görmesini sağlar. Bu tarz yaratıcı bir yeteneğin sonuçları son derece şaşırtıcı olabilir ve maalesef aynıları sıklıkla insanların hayran kaldıkları şeyleri yanlış, yasakladıkları şeyleri ise meşru, ya da her ikisini de önemsiz gösterebilir. Bu tip münkünat insanları, öyle söylenir, daha ince bir ağ içinde yaşarlar. Pus, resim, hayal ve ihtimallerden örülü bir ağ içinde; bu tarz bir eğilimi olan çocuklardan ısrarla çıkartılır o eğilim ve çocukların önünde mümkünat insanlarını hayalperest, rüyalarda yaşayan, zayıf ve çok bilmiş ya da gereksiz şeylere takılanlar olarak tanımlarlar.

Onlara iltifat edilmek istenirse bu aptallara idealist de denilebilir rahatlıkla, ama bütün bunlarla birlikte onların sadece zayıf tarafları yakalanmış olur muhtemelen, ki bu tarafları gerçekliği kavramayı başaramaz bir türlü ya da o karşılarına çıkınca acıyla yolunu değiştirir, dolayısıyla bu bağlamda gerçeklik duyusunun olmayışı bir eksiklik olarak kabul edilir. Oysa mümkün olan sadece zayıf sinirli insanların hayallerini kapsamaz, aksine Allah’ın henüz uyanmamış maksatlarını da içine alır. Mümkün bir yaşantılama ya da mümkün bir hakikat gerçek bir yaşantılamaya ve gerçek bir hakikate nazaran gerçeklik açısından daha az değildir, onlar, en azından taraftarları indinde, içlerinde tanrısal bir şey taşırlar, bir ateş, iki kanat, bir inşa iştiyakı ve gerçeklikten korkmayan, fakat onu icat edilmesi gereken bir görev addeden bilinçli bir ütopizm. Nitekim dünya o kadar da yaşlı ve daha önce hiç bu kadar rahmete gark olmuş değildir. Gerçeklik duyusu insanlarını mümkünat duyusuna sahip olan insanlardan ayırt etmek istiyorsak eğer belirli miktarda bir para düşünmemiz yeterli olacaktır. Mesela bin lira; ister bu paraya sahip olalım ister olmayalım, aynısının sahip olduğu imkanlara aynısı her iki durumda da sahip olmaya devam eder. Ben, sen, Bay Ali ya da Bay Veli’nin söz konusu meblağa sahip olması, aynı meblağa bir Gül’e ya da bir kadına aynı durumda kattığından daha fazlasını katmaz. Ama bir aptal onu yastık altına koyar der gerçeklik duyusu adamları, becerikli olan ise onu çalıştırır. Hatta bir kadının güzelliğine dahi ona sahip olan tarafından bir şey katılır ya da aynısı tarafından ondan bir şey alınır. Evet, gerçekliktir mümkünatı uyandıran ve bunu inkâr etmekten daha yanlış bir şey olamaz. Ama yine de imkanlar, son tahlilde, ya da ortalarda bir yerde, her zaman aynı imkanlar olarak kalacaktır ve tekrarlanacaktır. Ta ki kendisi için gerçek bir şeyin düşünülen bir şeyden daha fazla olmadığına inanan bir adam çıksın gelsin. Odur haddizatında yeni imkanların anlamlarını ve kaderlerini belirleyen, odur onları yaratan.

Böyle bir adam kolayca üstesinden gelinebilecek bir mesele değildir ama. Onun düşünceleri […] henüz doğmamış gerçekliklerden başka bir şey olmadıkları için o da bir nevi bir gerçeklik duyusuna sahiptir denilebilir aslında; ama bu mümkün bir gerçekliğin duyusudur ve insanların çoğunun sahip oldukları gerçek imkanların duyusundan çok daha yavaş ilerler. Bu sonuncular ormanı ister gibidirler sanki, birinciler ağaçları. Ormanı ifade etmek zordur ama, oysa ağaçlar şu ya da şu kadar metre ya da metre küp odun demektir. Şu şekilde de söylenebilir, daha da iyi olur belki, ki alışılagelmiş gerçeklik duyulu bir adam oltaya dalan ama misinayı görmeyen bir balığa benzer, diğer şekilde bir gerçeklik duyusuna sahip bir adam ise, ki buna mümkünat duyulu bir adam da diyebiliriz, bir misinayı çeker suyun içerisinde ucunda olta olup olmadığından haberi olmadan. Oltadaki yeme üşüşen hayata karşı hissettiği muhteşem kayıtsızlığı saçma sapan şeyler yapma özgürlüğüyle satın alır o. Zor bir adam –o ama sadece öyle görünmez, öyledir de–, insanlarla ilişkilerinde güvenilmez, hesap edilmez bir adam. Diğerleri için değişik anlamlara gelebilecek şeyler yapacak, ama yaptığı her şeyin alışıla gelmişin dışında bir düşüncede bir araya toplandığını gördüğünde ise sükûna erecektir.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN