“Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden geçmişi de kontrol eder.”
George Orwell
”Gerçekleşmiş ütopya cehennemin ta kendisidir.”
“Yanlış hayat doğru yaşanmaz.”
T. W. Adorno
Tanrı ve vahyin bilginin merkezi olduğu teokratik dönemde, mutlak tanrı ve düzeni her şeyin merkezindeydi, insan, doğanın ve tarımsal üretimin döngüsüne tabiydi, dolayısıyla durağan ve kapalı bir toplum yapısı hakimdi, haliyle söz vahyindi. Ardından hümanizma ile, rönesans, reform ve aydınlanma süreçlerinden geçerek tanrısal sözün yerine bireyselleşme ve sekülerleşmenin ikame olduğu modern çağa gelindi ve sözü rasyonel özne aldı. 20. Yüzyıl ortalarından itibaren ise, kimilerine göre modernlikten kopuşun, kimilerine göre de modernlikten uzaklaşmanın yaşandığı, mimariden edebiyata kadar sözün farkta olduğu postmodern çağda yaşıyoruz.
Aydınlanma, Kant’ın “Aydınlanma nedir?” sorusuna verdiği cevapta ortaya çıktığı gibi, insanın, kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıydı. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışından kaynaklanmaktaydı. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştü; bunun nedeni de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıydı. Sapere Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Bu sebeple Aydınlanmanın parolası oldu.
Arkasından modernlik tüm dünya ölçeğinde tezahürlerini göstermeye başladı. Fakat I. ve II. Dünya savaşları sürecinde yaşanan totaliter pratikler, modernliğin rasyonel teori ve pratiklerinin sorgulanmasına sebep oldu ve modernliğe duyulan iyimser inanç yerini kuşkuya bıraktı. Böylece giderek modern düşüncenin de içerisinde bulunduğu Batı metafizik geleneği köklü bir eleştirinin merkezi oldu ve bu geleneğin hümanizm, özcülük, rasyonalizm, teorik bakış açısı ve düalist mantığı sorunsallaştırıldı. Kökleri tikelliğin vurgulandığı Alman Tarih Ekolü’nden, parçalılığa ve çok katlılığa vurgu yapan romantik ironi doktrine; Nietzsche’nin Sokratik rasyonalizmin zaferi olarak gördüğü metafizik eleştirisinden, Heidegger’e uzanan varoluş felsefelerine ve Horkheimer ve Adorno’nun Aydınlanma düşüncesini eleştirilerine kadar uzanan post-yapısalcı, post-metafizik, post-endüstriyel, post-kapitalist vb. nitelemelere de gönderme yapan postmodern düşünce; batı düşüncesinin evrensel batı-merkezli ve insan merkezli evren anlayışını eleştirmiş; özdeşlik yerine farkı, evrenselliğe karşı nominalizmi, lineer-çizgisel ilerleme düşüncesine karşı kırılmalarla yol alan, bir telosu olmayan, yani nereye gittiği belli olmayan, bir tarih anlayışıyla ve epistemik kesinlik yerine, anlamın değişkenliğini ve görecelikle birliklikte hakikatin kurulduğu-inşa edildiği düşüncesini koymuştu.
Nietzsche’nin varlık lehine oluşun yadsındığı nihilist bir düşünme biçimi olarak, Heidegger’in, varlığın anlamının unutulması, Eleştirel Teori’nin ‘araçsal akıl’, ‘tek boyutluluk’, ‘kültür endüstrisi’ vb. kavramları, Foucault’nun söylem, bilgi ve iktidar ilişkilerine dair analizleri bağlamında ürettiği ‘özne-iktidar’, ‘iktidarın jeneolojisi’, ‘iktidarın arkeolojisi’ kavramları, Levinas’ın ‘ontolojik emperyalizm’, ‘ötekine yönelik şifa bulmaz bir alerji’ gibi nitelemeleri, Deleuze’un ‘aşkınlık darbeleri’, ‘mikroskobik faşizim’, ‘dikey düşünce’ gibi kavramları ve Derrida’nın ‘karar verilemezlik’, ‘iz’, ‘difference’, ‘metafiziğin şiddeti’ gibi vurguları modernliğin rasyonel bir tahakküm pratiği olduğuna dair soruşturmanın sonuçlarıydı.¹
Bu nedenle postmodernizm, tek, evrensel hakikat düşüncesini olumsuzlar ve ‘bütünlük’ iddiasından uzaklaşarak bunun yerine parçalanmış bir hakikat düşüncesini olumlar. Böylece modernlik soyut insanı tanrı yerine ikame ederken, postmodernizm somut insan varlıklarının farklılık ve tekilliğini vurgular. Böylece hakikat, fark temelinde göreli hale gelir ve bir tekillikler dünyası ile kaos ve belirsizliği temel alan postmodernizm, insan tekini, tüm tutku ve talepleri temelinde, tümel hakikat, gerçeklik ve doğruluk anlayışlarından kuşkuya sürükler.
Mitoloji ve dini dogmaların yerini alan “bilimsel aydınlanma” düşüncesinin eleştirisinin sebebi, aklın kendisini mitleştirerek, tekelci kapitalizm ile birlikte, araçsallaşarak, ideolojik form alarak, kendisini pozitivizm ve pragmatizm olarak görünür kılması, olgusal gerçeklik anlayışına kaptırması ve bilgi, evrensel akıl ve özgürlük arasında bağlantı kurmasıdır. Bu akıl, somut gerçeklikten, yaşamın gerçek analizinden kopar, kendini ideal olana, teorik olana hapseder, ideal olan real olanı ele geçirir, real olan üzerinde tahakküme dönüşür, başka seçeneklerin yolunu tıkar, yani real olana körleşme durumuna bizzat sebep olur. Hegel ve Marx’ın diyalektiğinde de böyle bir ideal vardır. Onların diyalektiği ideal olana ulaşma üzerine kurulmuştur. İdeal olana ulaşıldığında her şey çözülecek, diyalektik son bulacak, insan kurtulacaktır. Adorno hangi sistem olursa olsun total bir mutluluğun imkansız olduğunu söyler, bu yüzden de ideal olanla aramıza mesafe koymamız gerektiğini savunur. Buradaki vurgu, öznenin nesne üzerindeki tahakkümünün sorunsallaştırılması, insanın gerçek koşulların eleştirel sorgulanmasıdır. Böylece aklın görevi mevcut durumu teşhis etmek, geçmiş ve geleceğin farkını ortaya koymak, insanın eylem ve düşüncelerine neden olan sınırları tespit etmek ve bunu aşmaktır, zamanın sorunlarına cevap vermektir. İdeal olanın real olanı kör etmesine karşı olmaktır.
Bu bağlamda postmodernizm; din ve metafiziğin tek ve evrensel hakikat olma iddiasının ve modern rasyonel düşüncenin evrensel hakikat fikrinin totaliter ve özgürlük karşıtı olduğunu düşünmekte ve bir tahakküme sebep olduğunu konusunda haklıdır. Fakat post-yapısalcılık tarafından başlayan Nietzsche’ye dönüşte gözden kaçırılan şey, Nietzsche’deki içselleştirilmiş romantik eğilimdir; onu yeniden yorumlamamız da bu yeni bakıştan kaynaklanmaktadır. Akla muhalif olan romantikler, beden, duygulanım, duygu ve benzeri kavramlara içkin olan çok katmanlılığı ve olumsallığı zorunlu kabul ederler. Ama aklı yapıbozuma uğratacak tek şey de, aklın kendisidir. Mimari iradeye yönelmiş eleştiriler, ne denli saplantılı biçimde yenilenirse yenilensin, biçimsel bir usul ya da yöntem olmadığında, değişmez biçimde romantizme düşecektir.²
Sözün özü; insan süregiden bir süreçtir ve tarihsel-toplumsal varlıktır, bireyi ve toplumu bireyden ayırmadan, birlerine de indirgemeden, karşılıklı ilişkileri ve aynı zamanda doğayla olan etkileşimleri içerisinde diyalektik temelinde düşünmek gerekir. Ama bu diyalektik Hegel’in sisteminde olduğu gibi tinin özgürleşmesinde son bulan ya da Marksizmde olduğu gibi ideal bir ütopyada son bulan bir sentez değildir. Başı ve sonu olmayan bir süreçtir. Diyalektik, olumsuzun korkunç gücü ile, özdeşlik ve mutlak olanı yadsımaktır, diyalektik çelişkidir, özdeşsizliğin, ‘uymayanın’ tutarlı anlamıdır. Uymayan güç, bütün özdeşleştirmelerle çelişen ve taşan güç, indirgenemez tikellik. Kendini değiştiren, kendisinin ötesine geçen, yaratan güç. Diyalektik var çünkü biz yanlış bir toplum içinde yaşıyoruz.
¹J. DERRİDA, FELSEFENİN DEKONSTRÜKSİYONU, Kasım Küçükalp.
²METAFOR OLARAK MİMARİ, Kojin Karatani
Onur FENCİOĞLU