Entelektül ‘Biz’ demekten nefret edendir.
Ernst Bloch
Ernts Bloch, Aristoteles’ten kaynaklanan iki gelenekten söz eder. Bir gelenek Hristiyan-Scholastik’in zirvesi Thomas’a uzanırken, diğeri 1600’de Roma’da Engizisyon Mahkemesi’nin verdiği karar gereği yakılan Bruno’ya varır. Bu ikinci gelenek anti-Hristiyan ve Materyalist bir gelenek olarak dünyadan taşmayan bir gelenektir Bloch’a göre. Bu demek burada, dolayısıyla madde[de/ye] takılır kalır, aslında onunla yetinir, yetinmek zorunda olduğunu bilir ve öteye geçmez. İlk gelenek ise uzar gider, sınır tanımaz ve öteye geçer. Buraya kadar belki fazla ilginç bir tarafı olmasa da anlatılanların, biraz önce sözü edilen ve Aristoteles’ten kaynaklanan geleneklerden biri olan materyalist geleneğin ilk ve en önemli köşe taşlarından olarak Bloch’un İbn Sina ve İbn Rüşd’ü, dolayısıyla İslam-Scholastikleri’ni zikrettiği noktada mesele, sadece bizim için değil, bizim gibi olmayan birçokları için de ilginç olmaya başlayabilir fakat. Biz? Kim ‘Biz’? İbn Sina ve İbn Rüşd ve Materyalizm. Bana kalırsa yerinde bir tespit.
Avicenna için İnanç-Kurucuları, bunlara biz Peygamber diyoruz, kendi zaman ve şartlarında ve kendi zaman ve şartları için kendilerinden sonra Filozofların söylediklerinden farklı bir şey söylemediler aslında. Açıkça değil fakat, üstü kapalı söylediler söylemek zorunda oldukları ve istediklerini. Nitekim onların, dolayısıyla Vahyin muhatabı herkesti ve, dolayısıyla ve o halde, herkesin anlaması gekiyordu söylenileni. Mecazlar ve meseller üzerinden ve mecazlarla ve mesellerle birlikte konuşup anlattı bu İnanç-Kurucuları dert ve sıkıntılarını; herkes için herkese her yerde ve her zaman. Ki öyle yapmasalardı muhtemelen, belki de ve hatta kesinlikle, vahyin kendisinin ve yasasının anlaşılması mümkün olmazdı. Buna karşı Felsefenin görevi herkesi muhatap almak değildi ve olmadı da; onun maksadı dini, kelimenin tam anlamıyla, aklı önde olanların ve duranların önünde sınamaktı. Bu demek ilham, vahiy, dolayısıyla dışardan verileni değil de kanıtı, burhanı, dolayısıyla içerden geleni konuşturmaktı yani. Bu noktada şöyle bir şey oldu ama. Qur’an’a Allah Kelamı olarak olan inanç, yerini İnsan Aklı’na olan güvene bıraktı. Bu noktada da şöyle bir şey oldu. Vahyedilmiş dil, dil olarak rahatladı, ta ki, en azından Türkiye’de, Angara Okulu Tarihselci şaklabanları ve avaneleri türeyene kadar (şaka şaka, latife). Aynı zamanda dinin bilim üzerindeki etkisi en aza indi zorunlu olarak tabii ki; özellikle sınırlayıcı ve istikamet verici tarafıyla. Böylece aklın onun önünde agnostik bir kapitülasyona maruz kalabileceği bir artık kalmayacak şekilde vahiy bu taraftan alınarak o tarafa aktarıldı. Her ne kadar bu süreç sonunda şekli değişmiş olsa da, özünde değişen bir şey yoktu fakat. Bir bulmaca misali yukarıdan aşağıya ve sağdan sola çözülen vahiy dili bu tarafta mecaz ve mesellerle söylediğini çözüldükten sonra öte tarafta burhan üzerinden dışa vuruyordu artık ve sadece. Muhammed değil Aristoteles’tir İbn Sina’da ve daha da özellikle ve tutkuyla Averroes’te insan zihninin/tininin (Geist) en üst bedenselleşmiş şekli.
Tabii ki; Hristiyan-Scholastikler için de Aristoteles önemli ve saygın bir konuma sahiptir. Nitekim 1200’lü yıllardan sonra kendisini İsa’nın öncülü olarak tanımlamaya başlar onlar; bir nevi insanlığı İsa’ya hazırlayan, yol açıcı, dolayısıyla yol yapıcı olarak yani. İslam-Scholastikleri’nin Aristoteles için sadece böyle bir konum öngörmeleri düşünülemez haliyle. O onlar için, bu demek İslam-Scholastikleri için, Muhammedin öncülü olmaktan çok daha fazla bir şeydir nitekim. İbn Rüşd de Aristoteles İnsan Aklı’nın bizzat görüngüsüdür haddizatında. Muhammed’in nuru ise mesellerin ve efsanelerin dünyası. Dolayısıyla İslam-Scholastikleri’nin favorize ettikleri Bilmek-İnanmak ilişkisi Hristiyan-Scholastikleri’ninkinden oldukça farklıdır. Anselm’den Thomas’a kadar vahiy sadece mecaz ve mesellerden bir araya gelmez orada. Arap-Yeni-Eflatuncu etkinin kendisinde oldukça açıkça görüldüğü Scotus Erigena’da dahi vera ratio, vera auctoritas‘ın altında konumlandırılır. Albertus Magnus ve özellikle Thomas von Aquin Arabi Akıl-İman hiyerarşisini tamamen tersine çevirirler hatta. Popüler din değildir Felsefenin bir alt basamağı, aksine o, yani doğal ışık, vahyin bir ön kademesidir. Her ne kadar Thomas inanç ve bilmenin içsel harmonizasyonuna çalışmış olsa da, Hristiyan Paradoxun, bu demek Paulus’un dünyevi bilginin karşısına çıkarttığı ve Tertullian’da credo quia absurdum, quia impossibile olarak kendisini dışa vuran prensibin, etkisi altındadır yine de. Nitekim Hristiyanlığın en önemli Aristotelescisi olarak kabul edebileceğimiz Thomas’ta iman son cümlede söylendiği kadar akla aykırı olmasa da, herhalükarda aklın ötesindedir fakat. Ve zaten bu ötede oluştur ona ulaşmayı değerli kılan. Haliyle, Bloch bu noktada şunun farkında; İslam-Scholatik’i de öyle çok dünyevi olmayan bir ittifak içerisinde bulundu; Mistizm. Dolayısıyla sadece akıl değildi bu dönemde oralarda Mushafın literal okunması ve anlaşılmasına mesafeli duran. Fakat burdan sonrası farklı bir konu.
Ben kendimi, bu nokta ve bağlamda, Thomas’a daha yakın buluyorum. Benim için de inanç akla aykırı, dolayısıyla irrasyonel değildir belki, ki olabilir de, fakat akıl ötesi, bu demek transrasyoneldir en sonunda. Dolayısıyla da diskursif dilin ötesine düşer. İnanmak, bir karar vermektir nihayetinde, hiçbir dayanağı olmadan bir karar vermek. Bu açıdan bakılınca Kierkegaard’ın dediği gibi bir çılgınlıktır da bu karar anı aynı zamanda, son tahlilde ve her halükarda mutlak bir kırılma, Derrida’nın ifadesiyle bir absolute break, sıfırdan bir başlangıç, büsbütün ötekiye –tout autre-, dolayısıyla imana bir geçiş haddizatında.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU