Türkiye’nin bugünkü halini, Türkiye’nin neden böyle olduğunu açıklarken artık en başta söylenmesi gereken bir gerçek var. Ne kadar ‘acı’ bir gerçek olursa olsun, bu topluma ne kadar büyük bir çuvaldızı batırmak anlamına gelirse gelsin, bu tespiti yeterince açık sözlülükle dile getirmeliyiz. Halk dalkavukluğu, politik doğruculuk gibi endişelerle bağlı kalmayan, seçmen tercihlerini ve en nihayetinde toplumların adımlarını da eleştirel akla tabi tutan, bağımsız düşünceli fikir insanları olabilmeliyiz. Çünkü, toplumu eleştiriden azade tutmak uzun vadede topluma da zarar veren popülizme yenik düşmek anlamına gelir. 

Türkiye halkı kendisini farklı mahallelere parçalayan bütün etnik, dini, ideolojik farklılıklarına karşın, tek bir konuda ortaklık kuruyor; yalnızca bu tek konuda neredeyse istisnasız, yekpare bir bütün olabiliyor. Bu ortaklık, tam olarak liberalizm karşıtlığı hatta düşmanlığıdır. Elbette, bu ülkede yaşayan ‘birkaç’ liberal için yeni haber değil bu. O liberaller artık yalnızlıkları ile başa çıkmayı öğrendiler ve doğru fikirlerin hiç değilse taşıyıcısı olmayı diğer her şeyin önüne koyuyorlar.  

Toplumsal illiberalliğimizin ekonomik veçhesini vurgulayacağız bu içerikte. Ancak, bu illiberal zihniyetin sadece ekonomik bir boyutla sınırlı kaldığını düşünmek asla mümkün değil. Mesele toplumun sadece serbest piyasa hazımsızlığından ibaret değil. Bu toplumun herkes için adalet, demokrasi ve eşit vatandaşlık, herkes için siyasal özgürlük gibi bir derdi, tasası yok. Toplum, bununla tutarlı olarak, toplumsal refahı temin etmede serbest piyasayı asli ve el üstünde tutulan bir düzen olarak da benimsemiyor.

Bu toplum hakkında sağlıklı bir gerçekçiliği besleyip büyütebilmeliyiz. Durum ne kadar vahim olursa olsun, biz liberaller ne kadar yalnız kalırsak kalalım, fikirlerimizi Türkiye’ye tatbik edebilmeliyiz. Yarının dünyasında bu ülkenin aleyhine sonuçlar üretecek bu en kasvetli toplumsal eğilimimize dair gerekli farkındalığı edinmeliyiz. Bu bakımdan yeni, değerli ve önemli bir göstergeye de sahibiz artık. Milletlerin ekonomik zihniyetini belirlemek, ölçmek ve sıralamak amacıyla gerçekleştirilen bu yakın tarihli çalışma Ekonomik Zihniyet Küresel Endeksidir (EZKE) [Global Index of Economic Mentality (GIEM)]. Endeks toplumların iktisadi konularda rağbet ettiği tutumları sınıflandırıp, ölçer ve ülkeleri bu çalışmanın sonuçlarına göre sıralar. İnsanların özel mülkiyet, rekabet, vergilendirme, gelir eşitliği, devlete biçilen roller hakkındaki sorulara verdiği cevaplar Endeksin temel girdilerini oluşturur. 76 ülke için hazırlanan Endeks, Türkiye’nin serbest piyasa paradigmasına en yakın 62. ülke olduğunu bulmuştur. Daha doğrusu, bütün dünya üzerinde Türkiye serbest piyasa anlayışına en uzak ülkelerden birisidir. Pakistan (61) ve İran (68) zihniyet komşusu olduğumuz ülkelerden birkaçıdır.

Bu vahim gerçeğin bir izdüşümü olarak, Türkiye toplumu ‘hazine garantili toplum’ şeklinde adlandırılmayı hak ediyor. Bu ülke bir Noel Baba masalına inanıyor, adeta bu masalın içinde yaşıyor. Bu masala göre, devlet başkalarından almadan birilerine ihsanda bulunabilen kutsal bir varlıktır. Devlet insanları için yeni iş sahalarını var etme kapasitesine sahiptir. Bazı aşırı uç örneklerde, özel sektörün ürettiği bile devletin ve siyasetçisinin ihsanı olarak görülebiliyor. 

Ülkemizde hazine garantisi başlığı altında yazılması gereken uygulamaların kapsam ve derinliği 76 ülke arasında 62. olmasının, zihniyeti en bozuklar kümesine düşmesinin doğal bir yansıması adeta. Hazine garantili Yap-İşlet-Devret (YİD) projeleri uzunca bir süredir temel altyapı yatırımlarımızı piyasa disiplininden çıkarıyor. Hazine garantili Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) projeleri devletin hantal elini daha da ağırlaştırıyor. Sadece 21 yılda 8 ayrı imar affı, depremde kitlesel ölümlere giden yola taş döşüyor. Son 30 yılda iki defa erken emeklilik sosyal güvenlik sistemini bir güvensizlik sistemine dönüştürüyor. Yetmezmiş gibi, üçüncü bir erken emeklilik furyası için politik ajitasyon maalesef güç kazanıyor. ‘Devlete kapağı atmak’ deyiminin bir toplumsal kültür simgesi olduğu ülkemizde, her sene devletin işe alım sınavlarına milyonlarca ve milyonlarca insan giriyor. Türkiye’nin iş adamları, girişimcilik adına utanç verici bir şekilde, sürekli ve daha çok devlet desteği için kıvranıp duruyor. Devletin ihaleleri, teşvik ve sübvansiyonları piyasa başarısı göstermek yerine muktedirlerin politik tercihlerine mazhar olmayı teşvik ediyor. Adli aflar, sicil afları, icra afları, üniversite öğrencilerinin başarısızlığı yaptırımsız bırakacak şekilde affedilmesi, liste uzuyor da uzuyor…

Türkiye’nin finansal kesimi ise hazine garantili bir keşmekeş içinde. Devlet bankaları, piyasaya verdikleri bütün diğer zararlar bir yana, sahip oldukları hazine garantileriyle bankacılık sektörünü yarı sosyalist hale dönüştürmüş durumda. Devletin iki en büyük bankası, 2006-2023 yılları arasında hazineden yaklaşık 102 milyar TL (ortalama bir kur hesaplaması ile yaklaşık 15 milyar dolar) görev zararı ödeneği alabilmenin keyfini çıkarıyor. Devletin bütün finansal kuruluşları halkın ve iş adamlarının ucuz kredi saplantısını tatmin etmek için arpalık olarak kullanılıyor. Bu kurumlar verdikleri negatif faizli krediler için hazineden para alıp, kârlı çalışma hatta kamuya hizmet pozları takınıyorlar. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) ve Kredi Garanti Fonu (KGF) sistem üzerinde hazine garantilerini tahkim ediyor. Devletin kesesinden Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulaması siyasetçilerin oy ve zaman kazanmak amacıyla bankacılık sektörünü çocuk oyuncağına dönüştürmelerine cazip bir örnek teşkil ediyor. (Tabii ki, geleceğin devletçi siyasetçilerinin bu örneğe bakarak benzer maceralara girmesi şaşırtıcı olmayacak). 2023 yılında anapara ödemesinden daha fazla faiz ödemesi yapmaya başlayan devlet, 2024-2027 döneminde 3,37 trilyon TL anaparaya ek olarak, 4,91 trilyon TL faiz ödemesi yapacak. Yani hazineden garantili gelir edinmenin boyutlarını astronomik seviyelere çıkaracak (Ekonomi Gazetesi, “Türkiye, görünür gelecekte borç faizine çalışacak” başlıklı haber, 06.03.2024).

1968 türkiye

1968 Türkiyesi… (Kaynak: http://robotics.stanford.edu/~latombe/mountain/faces/faces-of-turkey.htm)

Uzun lafın kısası, Türkiye’de ekonomik yozlaşma asla ve asla 3’lü ya da 5’li bir firma grubunun devletle ilişkisinden ibaret değildir. Toplum devletin kesesinden geçinmek istemektedir. Sanki o devlet mali kaynaklarını başka bir ülkenin vatandaşlarından ediniyormuş gibi. Yasal soygun talebi bu ülkede tabandan gelen bir dilekçedir. Bu tam olarak, devlet tarafından tırtıklanan ve devleti tırtıklayan bir toplumdur. 

Bütün bu devletçi saçmalıkların bileşik etkisi kendi ayağına kurşun sıkmakla aynı nitelikte. Sekteryen çıkarların yarattığı bu ekonomik hengâme ülkeyi uzun vadede vasatlığa mahkum ediyor. Ekonomik zihniyet bozukluğu ekonomik performansa çomak sokuyor. 

Bu çirkin tabloyu görmek liberal bir ekonomist için pek de zor bir iş değil. Thomas Sowell’in dediği gibi; “Ne yazık ki, iktisat biliminde yer alan bilgi ve ferasetin çok azı ortalama vatandaşa ve seçmene ulaşabilmiştir. Ve bu durum da politikacılara, insanların çoğu iktisat bilimini bir yüz yıl önceki Alfred Marshall veya iki yüz yıl önceki David Ricardo kadar iyi anlayabilmiş olsaydı asla müsamaha gösterilmeyecek şeyleri yapma özgürlüğü tanır.” (Basic Economics, s. 624).

Ülkenin 2016 sonrası belirgin ekonomik hastalığının demokrasi ve adalet bakımından da bir gerileme ile birliktelik kurması elbette açıklanabilir bir durum. Son 25 yıldaki ‘politik ekonomi’ döngümüz Aristo’nun kadim bilgeliğine verilecek örneklerden birisi oldu. Eğer güçlü bir orta sınıf olmazsa demokrasi de olmaz. Son 8-10 yılımız orta sınıfın ciddi kan kaybı yaşadığı bir dönem oldu. Bu olguya birkaç kanıt verelim. Yüksek öğretim mezunları ile ilkokul ve altı eğitimli çalışanlar arasındaki kazanç farkı son 15 yıllık dönemde 2,73 katından 1,92 kata kadar geriledi (Ekonomi Gazetesi, “Eğitime göre gelir makası kapanıyor!” başlıklı haber, 26.12.2023). 2002’de ortalama emekli aylığı asgari ücretin 2,7 katıyken 2023 yılında 0,89 katına ancak yetebildi. Ve ne yazık ki, enflasyon ve onun kamçıladığı popülizmin devam etmesiyle, bu eğilimler de devam edecek. Kendi ayağına kurşun sıkmak, durgunluk ve vasatlığa mahkumiyet işte budur. 

Hatırlanmaya değer bir konu daha var. Özal dönemi serbest piyasa ve ekonomik düşüncenin ikisinde de bir ilerleme dönemiydi. Zihinlerin açıldığı, ülkenin 1980 öncesine nispetle, devletçi kısır döngülerin dışında kalan, piyasa temelli çözümleri tartışabildiği bir dönem. Türkiye ne yazık ki ekonomik zihniyet bakımından 80’ler ve 90’lardaki halinden bile daha geride artık. Devletin kat kat şiştiği günümüzde, devletçilik de her yere dadanıyor. Piyasa düşmanı bir zihniyet çok yoğun bir propagandayla ekonomiyi öcüler ve böcülerle izah ediyor. Sahip olduğu her kanaldan devletin hantal elinin her meseleye çözüm olduğunu iddia ediyor. Bu propagandayla yetişen nesillerin kendi ülkelerine nasıl ve ne tür zararlar vereceğini zaman gösterecek. 

Ülkesinin gerçekliğini bilen bir liberal için Özal’ın değeri bir başkadır. Bütün noksanlarına ve hatalarına rağmen, Özal bu ülkede açık toplum idealine en yakın zihniyet ve ruha sahip olan, gerçekten benzersiz bir figürdü. Ruhu şad olsun. 

Arif MENGER