Sanırım Werner Heisenberg‘i (1901-1976) tanıyoruz hepimiz; 20. yüzyılın en önemli fizikçilerinde birisi ve Quantenmechanik’in matematiksel formulünü ilk veren (1925) kişi. Ayrıca Heisenberg-Belirsizlik-İlkesi de (Heisenbergsche Unschaerferelation, 1927) birçoklarımız için bir şey ifade ediyordur muhtemelen. Ben felsefeciyim fizikçi değil, dolayısıyla bu noktada haddimi biliyorum ve Quantenphysik konusunda nutuk atmayacağım. O işi her boktan anlayan allame-i cihanlara bırakıyorum. Sanırım Thomas Mann‘ı (1875-1955) da tanıyoruz; 20. yüzyılın en önemli edebiyatçılarından birisi ve Buddenbrooklar (Buddenbrooks, 1901), Büyülü Dağ (Der Zauberberg, 1924) ve Yusuf ve Kardeşleri (Joseph und seine Brüder, 1933-1943) adlı romanların yazarı. Ben felsefeci olmanın yanısıra edebiyatçıyım da aynı zamanda, dolayısıyla haddimi bilip edebiyattan söz edebilirim aslında, fakat onu da yapmayacağım; o işi de her boku bilenlere bırakıyorum. Mann 1929 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü, Heisenberg 1932 yılında Nobel Fizik Ödülünü aldı. Mann 1938’de rejime muhalif olarak ailesiyle birlikte Almanya’yı en sonunda terk ederek Amerika’ya göç etti, Heisenberg rejime muhalif kalmakla birlikte Almanya’da kalmayı tercih etti. Ve günün birinde Thomas Mann’ın en küçük oğlu Michael Mann‘ın (1919-1977) oğlu, dolayısıyla Thomas Mann’ın torunu Frido Mann‘la (1940) Werner Heisenberg’in kızı Christine Heisenberg-Mann (1944) evlendiler.

Christine Heisenberg-Mann’ın eşi Frido Mann’la birlikte katıldıkları bir programı izliyorum. Sunucu Christine Mann’a soruyor: ”Sizde nasıldı, evde dini bir eğitim aldınız mı?” Hanımefendinin verdiği cevap ilginç: ”Evet, oldukça. Annem için din çok önemliydi. Biz uyku ve yemek dualarıyla büyüdük. Annem yemekten önce ve sonra İncil’den dualar okurdu masada. Babam nadiren gelirdi bizimle kiliseye. Noel ve paskalyada gelirdi. Gelmediği zamanlar neden gelmediğini sorardık. Dinin iyi bir şey olduğunu, fakat kendisi için tam doğru olanın o olmadığını söylerdi. Bunun üzerine, yoksa biz Tanrıya inanmıyor muyuz diye bilmek isterdik. Hayır derdi, mesele o kadar kolay değil. Sonraları biraz daha fazla açıklama gelmişti. Aslında ne düşündüğü konusunda bize çok fazla bilgi vermezdi. Sadece dinin sunduğu resimlerle birlikte, kendisi için olmasa da, birçok insan için çok önemli olduğunu söylerdi. Daha sonra bir söyleşide ne düşündüğünü biraz daha açıkça ifade etmişti. İnsan demişti bir başka insanın ruhuyla birlikte titreşebilir, aynen bir merkezi düzenle olduğu gibi. Yani insan bu merkezi düzenle ilişkiye girebilir ve bilinçlice onun titreşimine dahil olarak onunla birlikte titreşebilir. Ve bu merkezi düzen onun için biz dindar insanların Tanrı dediği şeydi.” Bu noktada sayın Frido Mann söz alıyor: ”Bu bana Yahudi filozof Martin Buber’nın dediğini hatırlatıyor. Önemli olan Ben Sen ilişkisidir diyor Buber ve bütün Ben Sen ilişkilerinin uzatılmış kesişme noktasını en Sen olarak kabul ediyor. Ve Buber için bu Tanrıdır. Bu Heisenberg’in düşüncesine çok fazla benzeyen bir düşüncedir.” 

Sunucu tekrar Hanımefendiye yönelerek sormaya devam ediyor: ”Siz Protestan bir ailede büyüdünüz ve sonra Katolik mezhebine geçtiniz, neden?” Bu sorunun cevabı ilk cevaptan çok daha ilginç: ”Aslında öğrencilik yıllarımda katolik olmak istemiştim, fakat okullardaki din dersi çok iticiydi o dönemde. Ama eşimi tanıdıktan sonra, ki o da o zaman kısa bir süre önce Katolik olmuştu, kolaylıkla Katolik oldum. Katolik inancında benim için önemli olan iki mesele vardı. Protestanlarda o zaman, ki hala daha öyle, ilk günah çok fazla vurgulanıyordu ve bir şekilde bu günahtan kurtulmak mümkün olmuyordu. Her ne kadar Protestanlarda da bir şekilde günah çıkarma olduğu söylense de, benim ihtiyacımı karşılamıyordu ordaki. Katolik kilisesinde ise günah çıkarma kürsüsü vardı. Anonim olarak gidilebiliyor ve içini kemiren her neyse o şeyi anlatıp kurtulabiliyordun. Bu benim için çok önemliydi. Benim için diğer bir önemli mesele Katolik kilisesinde diz çökme vardı, fakat Protestan kilisesinde yoktu. Ve ben diz çökmeyi bir Tanrıya karşı en doğru beden alış olarak görüyordum. Bunlar benim için Katolik olmamdaki en önemli sebeblerdi.” Şimdi bunları bizim Angaralı şaklabanlar duysa, eski Yeşilçam filimlerindeki Türkan Şoray ya da Filiz Akın ağızıyla, ”aman Allahım, ne gadar banal” diyerek far görmüş Tavşan ya da sarımsak görmüş Dracula gibi tüyleri diken diken olur. Ne yaparsın, görmemişin aklı olmuş, tutmuş şeyini koparmış derler ya, öyle bir şey işte.

Hanımefendi anlatmaya devam ediyor: ”Ölümünden kısa bir süre önce babam bizimle birlikte yürümeye çıkmıştı. Biz kendisine fizik sınavı için neleri öğrenmemiz gerektiğini anlatmıştık. Dünyanın nasıl oluştuğunu öğrenmiştik üniversitede. Bize dünyanın maddeden oluştuğunu ve bir noktadan sonra tesadüfen canlılığın meydana geldiğini söylemişlerdi. Ve ondan sonra algının, daha sonra psychenin ve en sonunda da düşünmenin ortaya çıktığını ve dolayısıyla bütün bu sürecin temelde maddeye dayandığını öğretmişlerdi. Babam, ben de tam olarak böyle düşünüyorum demişti. Fakat demişti devam ederek, madde dedikleri, madde olarak düşündükleri şey değildir. Madde aslında büyük bir alandaki enerji konsantrasyonudur ve belirli yapılara sahiptir. Ve atom seviyesinin altına inildiğinde, bu yapıların muhteşem güzellikte oldukları anlaşılır. Ve, dolayısıyla, dünyanın aslında özünde maddi olandan çok tinsel (geistig) olana dayandığı görülür orada.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU