Richard Rorty‘e göre (I see…) Jürgen Habermas günümüzün sosyal açıdan en faydalı olan filozofudur (…Habermas as the most socially useful), Jacques Derrida ise aynı cinsin en dahiyane ve en muhteşem olanı (… Derrida as the most intriguing and ingenious). Katılıyorum, yani katılmasam da olur ya, ama katılıyorum. Habermas yakın arkadaşı Rorty’nin ölümü dolayısıyla yazdığı yazıda bir E-Mailden söz ediyor, Rorty’nin hastalandıktan kısa bir süre sonra kendisine yazdığı bir E-Mailden: (Alas, I have come down with the same disease that killed Derrida.) Maalesef, Derrida’yı öldüren hastalık beni de indirdi diyor Rorty söz konusu Mailde: Pankreas Kanseri. Sonra da, düşüncesi bile korkunç, kızının bu konuda bir teori geliştirdiğinden söz ediyor: (…dass diese Art des Krebses von zuviel Heidegger-Lektüre herrühre) bu çeşit kanserin çok fazla Martin Heidegger okumaktan kaynaklandığını ileri süren bir teori; Allah korusun. Yani hurafe her yerde. Heidegger, Habermas için sadece kariyerinin en başında olmakla birlikte, üçü için de oldukça önemli, fakat sanırım en fazla önemi Derrida için taşıyor. Derrida bunu açıkça itiraf ediyor zaten ve Heidegger sorunsalının çıkış noktası olmasaydı, ve özellikle de Heidegger’nın ontik-ontolojik fark olarak tanımladığı şey, hiçbir araştırmam mümkün olmazdı diyor (…keine meiner Untersuchungen waere ohne den Ansatz der Heideggerschen Fragestellung möglich gewesen; vor allem nicht was Heidegger die ontisch-ontologische Differenz nennt.) Aslında söz konusu farkın, bu demek ontik-ontolojik fark’ın, üzerinde durmak iyi olurdu, olurdu da burası yeri değil. Derrida’nın demesiyle, söz konusu farkı düşünmek zor bir mesele olarak önümüzde duruyor hala daha nitekim (…es bleibt wohl eine schwierige Aufgabe, die ontologische Differenz zu denken.)

Bunu, yani Heidegger’nın Derrida için önemini, Habermas da, biraz ironiyle karışık olsa da, kabul ediyor tabii ki; aslında vurguluyor da. Derrida’nın kendisi için haklı olarak, [Heidegger’nın], onun öğretisini eleştirel olarak üstlenip üretkence ilerleten, gerçek talebesi olma konumunu talep ettiğini söylüyor (mit Recht die Rolle des authentischen Schülers, der die Lehre des Meisters kritisch aufnimmt und produktiv weiterführt). Ve, Benoit Peeters‘in dediği gibi, biz onun bunu kesinlikle bir kompliman olarak söylemediğini biliyoruz canım (Comme Habermas est depuis toujour un pourfendeur de Heidegger, la filiation qu’il etablit entre Derrida et lui n’a rien d’un compliment). Habermas ikisini de sert bir dille eleştiriyor çünkü; en sertinden hem de. Beni burada ilgilendiren bu eleştirinin Derrida’yla ilgili olan tarafı sadece. Tabii ki Derrida, başkası mümkün olamazdı zaten, ki Fransızlarda, mesela Rene Descartes’ta da, bu var, eleştiriyi kabul etmiyor ve Habermas açıkça ve son derece titiz bir şekilde beni okumamakta karar kıldı (Habermas have visibly and carefully avoided reading me) diye de yakınıyor ayrıca. Ki, bunu da biliyoruz biz, Derrida için anlaşabilmenin ilk şartı okumaktır; adam gibi okumak (…der Imperative der Lektüre, ist der erste Imperativ um eine Verstaendigung einzuleiten.) Aslında okunmamak Derrida’nın ta dibinden beri şikayet ettiği bir şey. Okumak demişken; nasıl bir okumadan söz etmek gerekir önce ona bakalım. Daha doğrusu Derrida nasıl bir okunmayı hak ve talep ediyor? Ve bu soruyu J. Hillis Miller’ya soralım: İnsanları, ki arzum budur öncelikle, Derrida’yı okumaya, [ve onu] okurken onun Hegel’i, Freud’u, Celan’ı, Nancy’yi ve diğer bir çoğunu okurken uyguladığı ”mikrolojik” endişeyi uygulamaya davet ediyorum. (My primary desire is to encourage people to read Derrida for themselves, with the same ”micrological” care he bestowed on Hegel, on Freud, on Celan, on Nancy and on so many other.) Bu noktada belki şunu söylemem gerekir, ki metinde care olarak verilenin iyi bir Heidegger okuyucusu olan Miller’nın kaleminden düştüğü noktada yine Heidegger’nın Sorge olarak dışa vurduğunun muadili olarak kullanıldığından, ki evet bunu da biliyoruz, yani ben biliyorum, emin olabiliriz; ne çok şey biliyoruz öyle di mi, neyse. Ben bu kelimeyi endişe olarak vermeyi tercih ediyorum burada, ki burada yetememek, kısa kalmak, dolayısıyla hakkını verememek endişesidir o. Peki bu mikrolojik endişe ne menem bir şeydir ve tam olarak hangi talebi karşılıyor? Miller’ya bakalım tekrar; talep Derrida’nın metinlerinin bizzat kendilerinden geliyor. Söz konusu metinlerin talebi yavaş yavaş, titiz ve dikkatlice, güven, samimiyet ve sadakatla, hem metne hem de Derridaya sadık kalarak yani, ve her tür detaya, anlamsal detaya, yakından göz vererek okunmaktır. (…the demand make by Derridas writings to be read, slowly, carefully, faithfully, wlth close attention to semantic detail.) Sadece semantik detaylar değil fakat önemli olan. Miller devam ediyor (Balkan Türkçesiyle); Derrida okumak istiyor bir itinalı dikkat semantik detaylara, sentaktik detaylara ve hatta noktalama-işaretsel detaylara. (Reading Derrida requires careful attention to details of semantics, syntax, and punctuation.) Peki somut olarak nedir mikrolojik okumak ve ne içindir? Miller yine; Derridayı, belirli bir konuda gerçekten ne dediğini anlayabilmek için mikrolojik okumak [gerekir, bu demek] satır satır, kelime kelime, harf harf [yani].(…to read [Derrida] micrologically, line by line, word by word, and letter by letter, in order to try to figure out what he actually says about a given topic.) Aslında, ki Habermas’ın metinlerini tanıyan herkes bunu bilir, bu tarz bir okuma tam da Habermasiyen bir okumadır; fakat sanırım konu Derrida olunca onun bile canı sıkıldı artık. Kaldı ki Derrida’ya göre sadece Habermas değil canı sıkılan.

1986’da Florian Rötzer‘yla yaptığı bir söyleşide Rötzer kendisine soruyor: İstediğinizi yapabilir misiniz? (Können Sie machen, was Sie wollen?) Derrida’nın cevabı oldukça ilginç; çok fazla yanlış anlaşılmalar var, bunun sebebi kısmen filozofların beni direk okumamalarıdır. Öyle gelişigüzel şeyler söylenebileceğine inanmıyorum [tabii ki]. Ben disiplinden yanayım (Es gibt viele Missverstaendnisse. Das liegt daran, dass die Philosophen mich nicht direkt lesen. Ich glaube nicht, dass man irgendetwas Beliebiges sagen darf. Ich bin für die Disziplin.) Derrida ve disiplin; hadi bakalım hayırlısı. 2002 yılında Welt am Sonntag gazetesiyle yaptığı bir söyleşide de benzer bir soruya muhatap oluyor Derrida; çalışmanız ve sizinle ilgili olan en yaygın yanlış anlama nedir? (Was ist das am stärksten verbreitete Missverständnis über Sie und Ihr Werk?) Derrida’nın bu soruya verdiği cevap, Rötzer’nın sorusuna verdiği cevaba çok benziyor: Hiçbir şeye inanmayan ve hiçbir şeyin önemli ve hiçbir metnin anlamı olmadığına kani olan şüpheci bir nihilist olduğum. Bu salakça ve tamamen yanlış. Sadece beni okumamış olanlar böyle bir şey söyler. Bu, çalışmalarımın ta 35 sene önce başlamış olan bir yanlış yorumlanmasıdır. Bunun önünü alabilmek çok zor. Ben hiçbir zaman her şeyin linguistik olduğunu ve dilin içinde hapis olduğumuzu söylemedim. Aslında tam tersini söylüyorum. Çalışmalarımı dikkatlice okuyan herkes onay ve güvende direttiğimi ve okuduğum metinlere karşı saygı dolu olduğumu kavrar. (Dass ich ein skeptischer Nihilist sei, der an nichts glaubt und überzeugt ist, nichts sei wichtig und ein Text habe keine Bedeutung. Das ist dumm und ganz falsch. Nur Leute, die mich nicht gelesen haben, sagen so etwas. Das ist eine Fehlinterpretation meiner Werke, die schon vor 35 Jahren begann. Es ist sehr schwierig, so etwas zu abzustellen. Ich habe nie gesagt, alles sei Linguistik und wir seien in der Sprache gefangen. Tatsächlich sage ich das Gegenteil. Jeder, der meine Werke aufmerksam liest, begreift, dass ich auf Affirmation und Vertrauen bestehe und voller Respekt für die Texte bin, die ich lese.) Ve ölümünden kısa bir süre önce verdiği en son söyleşide yine aynı terane: öyle sanıyorum ki, henüz daha okunmaya başlanmadım (Ich habe das Gefühl, dass man immer noch nicht begonnen hat mich zu lesen.) Ve okunmadan öldü gariban.

Jacques Derrida ve Jurgen Habermas

Aslında hepimizin bildiği, bazımızın da yaşadığı, günbegün, bir gerçek var; Derrida okumak öyle çok da kolay bir iş değil, yani hiç kimse öyle bir iki saat hoş vakit geçirmek için masanın başına oturup da Derrida okumaz. Son derece zor, sıkıcı ve sinir bozucu metinler bu metinler. Türkçe tercümelere zor diyemeyeceğim, çünkü onlar artık Derrida’nın metni olmaktan çıkmışlar, çok başka bir şey olmuşlar zaten; geçelim. Derridayı anlamak ise daha da zor; Friedrich Hegel‘i anlamak gibi bir şey belki. Frederick Beiser‘nın dediği gibi aslında, Hegel, ve tabii ki Derrida, okumak sıklıkla yorucu ve tüketici bir tecrübedir, çakıl çiğnemenin entelektüel muadili sanki. (Reading Hegel is often a trying and exhausting experience, the intellectual equivalent of chewing gravel.) Zor bir dil ikisi de gerçekten, zor bir gramatik; fakat sebebi var. Ernst Bloch, sanırım her ikisi için de geçerli olanı, söylüyor aslında; Hegel’in dili bilinen gramatiği kırıyor [evet; kırıyor,] çünkü söylemek istediği henüz duyulmamış olan, bildiğimiz gramatiğin başa çıkabilmesinin mümkün olmadığı şey (Hegels Sprache bricht die übliche Grammatik nur deshalb, weil sie Unerhörtes zu sagen hat, zu dem die bisherige Grammatik keine Handhabe bietet.) Özellikle hani şu yapısöküm kelimesi var ya, duyunca insan bi ufak devirmiş gibi oluyor. (Tabii ki bir ufak devirmedim, hiçbir zaman üstelik; öylesine söylüyorum; yani teşbihte hata olmaz ya, öyle işte.) Fakat kimse mi okumadı, kimse mi anlamadı bu metinleri? Derrida sanki bu yönde bir şey söyler gibi. Mesela bu noktada Michel Foucault‘nun eleştirisi cuk diye tam yerine oturuyor sanırım. John Searle anlatıyor; Derrida’yı yanlış okumak neredeyse mümkün değil, o kadar muğlak ki. ”Şöyle şöyle diyor” dediğin her sefer, ”beni yanlış anladın” diyor [çıkıyor işin içinden]. Bunu bir keresinde Michel Foucault’ya söyledim, ki o Derrida’ya karşı benden daha sert bir tavır içindeydi ve Foucault [bunun üzerine bana] Derrida’nın obscurantisme terroriste yöntemini uyguladığını söyledi. Ben, cehennem aşkına, ne demek istiyorsun bununla diye sorunca, o kadar muğlak yazıyor ki dedi, ne demek istediğini söyleyemezsin; burası işin muğlak tarafı. Ve onu eleştirdiğinde, o her zaman ”beni anlamadın, sen bir aptalsın” diyebilir; bu da işin terör tarafı. (With Derrida, you can hardly misread him, because he’s so obscure. Every time you say, “He says so and so, “he always says, “You misunderstood me.”  I once said this to Michel Foucault, who was more hostile to Derrida even than I am, and Foucault said that Derrida practiced the method of obscurantisme terroriste. And I said, “What the hell do you mean by that?” And he said, “He writes so obscurely you can’t tell what he’s saying. That’s the obscurantism part. And then when you criticize him, he can always say, ‘You didn’t understand me; you’re an idiot.’ That’s the terrorism part.”) Bu kadar da değil sanırım. Haliyle Foucault’nun kuyruk acısı olduğunu unutmamak gerekir. Fakat söylenende hiç doğruluk payı yok da denemez tabii ki. Nitekim Foucault da öyle boş bir adam ve söylediklerinde sadece kuyruk acısını dikkate alacak kadar da nato kafa nato mermer biri değil. 

Bu bağlamda ve bir sonraki konuya geçebilmek için ve hem Foucault’nun kuyruk acısının yerini, hem de birazdan Christina Howells‘ın Derrida’nın okumasıyla ilgili söyleyeceklerini pratik zeminde anlaşılır kılabilmek için, bizzat Derrida’dan bir alıntı yapmak gerekir, ki bu alıntıyı daha sonra Howells’la birlikte tekrar zihne taşımak faydalı olabilir; çıkış noktam zayıf ve yapay gözükebilir. [Nitekim] 673 sayfalık [bir] kitapta Foucault Descartes’ın Birinci Meditasyonunun belirli bir bölümüne [sadece] üç sayfa ayırıyor. (Mon point de départ peut paraître mince et artificiel. Dans ce livre de 673 pages, Michel Foucault consacre trois pages (54-57) […] à un certain passage de la première des Méditations de Descartes.) Bernard Flynn bunu şöyle yorumluyor: Derrida’nın Foucault eleştirisinin temelini, tabii ki [sadece] 673 sayfalık bir kitabın 4 sayfadan az olan bir bölümünde Descartes’ın Birinci Meditasyonunun yanlış okunmuş olması yönündeki çok bilmişlik [iddiası] oluşturmuyor. (The basis of Derridas critique of Foucault is hardly the pedantic concern that Descartes’ First Meditation may have been misread in a passage that occupies less than 4 pages of a 673-page book.) Bu aslında Derrida’nın yönteminin bel kemiği. Nitekim Colin Davis’in dediği gibi, Derrida´s approach often entails seizing on something which seems marginal and then showing it to be a part of a tightly knit web of ideas and associations. (Derrida’nın yaklaşımı sıklıkla marjinal gözüken bir şeye el atmayı ve sonrasında onun sıkıca dokunmuş bir düşünceler ve biraradalıklar ağının bir parçası olduğunu göstermeyi içerir.) Buraya kadar gelmişken bizden birini de anmadan geçmemek gerekir. Nitekim İbrahim Kalın beyefendi de Derrida’nın ölümü dolayısıyla yazdığı yazıda kısmen bu konuya değiniyor. Sadece buna değil tabii ki. Kalın söz konusu yazının son cümlelerinde şöyle diyor; an infinite play of deconstructions may offer us some illuminating and even liberating perspectives. But it does not enable us to find a home in a world of homeless minds, uprooted traditions, and soul-less masses. Derrida’s cry of neti neti a la deconstruction is a commendable call for rejecting what we are presented with in the name of a modern civilization. Yet, we need more than just a “no” if we are to survive the insanities of our world. (Sonu gelmez dekonstruksiyonlar oyunu bize bazı aydınlatıcı ve hatta özgürleştirici bakış açıları sunabilir. Fakat bize yurtsuz zihinlerin, köksüz geleneklerin ve ruhsuz kitlelerin dünyasında bir yer edinebilme imkanı vermez. Derrida’nın ‘bu değil, bu da değil’ feryadı a la deconstruction modern medeniyet adına önümüze konulanları reddetme bağlamında takdire şayan bir çağrıdır. Fakat dünyamızın çılgınlıklarından korunmak istiyorsak eğer sadece bir “la” dan daha fazlasına ihtiyacımız vardır). 

Sayın Kalın’ın metnini anlamadan önce kısaca Derrida’nın okuma yöntemiyle ilgili bir görüş alalım ve aldığımız görüşü daha sonra sayın Kalın’ın metnine uygulayalım. Fakat öncesinde başlıktaki Ali Ağaoğlu yükünü indirelim sırtımızdan isterseniz. Hani Sinan Çetin‘in Ağaoğlu için çektiği bir reklam filmi vardı ya; Ağaoğlu masa başında bu değil, bu da değil diyerek projeleri birbiri ardından sağa sola fırlatıyordu, işte sayın Kalın’ın, biraz önce gördüğümüz gibi, Hinduist gelenekten alarak Derrida’nın feryadını tanımlamak için kullandığı neti neti tam da o demek. Ve sanırım Kalın bu noktada neti netiyle birlikte bir şekilde Foucault’yla buluşuyor. Neyse, biz Derrida’nın okuma yöntemine geçelim. Howells şöyle bir tespitte bulunuyor; bir anlamda Derrida’nın görünürde metinde önemli olmayan detaylara yönelmesi, en özsel olanın tartışmanın merkezine taşınmadığı ve merkezinde olmadığını öne çıkartan psikoanalitik dikkat ve yoğunlukla benzerlik arzedebilir. (In a sense Derrida´s attention to apparently insignificant details in a text may also seem akin to the psychoanalyst´s awareness that what is most ´essential´ may not be recounted at the centre of a discourse.) Ben sayın Kalın’ın, son derece ilginç ve ustaca, biraz önce verdiğim cümleleriyle birlikte, dolayısıyla aynılarından oluşan metnin öyle pek de fazla görünürde olmayan unsurlarında, Modern İslamcılık olarak adlandırabileceğimiz fenomeni neredeyse bütünüyle ve en ince ve en belirgin argüman ve kavramlarıyla ve hatta en kabul edilebilir felsefi arka planıyla ortaya

koyduğuna inanıyorum; muhteşem bir şey bu. O halde sayın Kalın‘ın yukarıda alıntıladığım paragrafta kullandığı kelimelere tek tek bir göz atalım isterseniz ve ihtişamı görelim; ‘İlluminating’ –ışık/aydınlık/nur/hidayet-; ‘liberating’ –özgürlük/hürriyet/irade-; ‘home/homeless’ –yurt/yuva/vatan/toprak-; ‘root/uprooted’ –kök/benlik-; ‘tradition’ –tarih/gelenek/kimlik-; ‘soul-less’ –ruh-suz-; ‘mases’ –kitle/millet/ümmet!?!-; ‘soulless mases’ –ruhsuz kitleler-; ‘modern civilization’ –modern medeniyet/demokrasi/cahiliye-; ‘rejecting’ –reddetmek/karşı koymak/baş kaldırmak/cihad-; ‘survive’ –dik durmak/ayağa kalkmak ve ayakta kalmak/şehadet-; ‘insanities’ –çılgınlıklar/yoldan çıkmışlıklar/şirk/küfür/nifak/fısk/fücur vb/vd-. Ve tabii ki alıntının son cümlesinde açıkça -dolayısıyla bizim için açıkça, yoksa elin Amerikalısı nerden bilsin- Kelime-i Tevhid‘e yapılan vurguyu da unutmamak gerekir, ki metinde ‘no‘ olarak verilenin ne anlama geldiğini anlamak için müneccim olmak gerekmiyor sanırım: ‘La‘ ilahe illa Allah. Bu bağlamda ihtiyacımız olan bir ‘La‘ dan daha fazlası ‘Allah‘ oluyor haliyle. Tabii ki, Seyyed Hossein Nasr‘ın öğrencisi ve Sadr ad-Din al-Shirazi, daha bilinen ismiyle Mulla Sadra, dolayısıyla İşrak Felsefesi uzmanı sayın Kalın’ın meseleye ışıkla başlaması da ayrı bir incelik yani; mesrur olduk. Neyse, ipin ucunu fazla kaybetmeden konumuza dönelim; Habermas’ın eleştirisi ne idi? Kafama takıldı aslında; belki öncesinde kısaca şu en başta adını andığımız farka, ontik-ontolojik farka, değinmek faydalı olabilir; nitekim onu da biliyorum.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU