Hegel

Heinrich Heine anlatıyor:

Yıldızlı güzel bir gecede ustayla (Hegel) birlikte pencerenin önünde duruyorduk ve ben henüz yirmi iki yaşında bir genç ve iyi bir akşam yemeği sonrasında hayranlıkla yıldızlara bakarak aynılarını kurtuluşa ermiş olanların mekanı olarak tasvir ediyordum. Bunun üzerine usta, yıldızlar, yıldızlar dedi, gökyüzünün parıldayan uzantılarından başka bir şey değiller. Aman Allah’ım dedim bunun üzerine, yani orada, yukarıda, öldükten sonra erdemlerin karşılık bulacağı bir yer yok öyle mi? Usta bana baktı ve yani dedi kardeşinizi zehirlemediğiniz ve hasta annenize baktığınız için bahşiş mi  istiyorsunuz?

Din olgusunu bir bütün olarak tam da bu bahşiş üzerine oturtabiliriz, bu bahşişi çekin alın ortada din diye bir şey kalmaz. Bu bahşiş kişiden kişiye değişebilir, dolayısıyla kimileri için altından ırmaklar akan köşklerde ipek örtülü yataklarda onları bekleyen huri ve gılmanlar, kimilerine göre sadece Allah’ın rızası, Yunus Emre’ye göre ise Allah’ın bizzat kendisi, fakat son tahlilde herkesin yaptıklarına ve yapmadıklarına karşılık elde edeceği bir ceza var. Zaten adı üstünde: İster ceza günü deyin, isterse hesap günü, isterse de boynuzsuz keçinin boynuzlu keçiden hakkını talep ettiği, hiç kimsenin hesabında hiçbir eksiklik ya da fazlalık yapılmadığı ve herkesin hak ettiğini son kuruşuna kadar elde ettiği bir gün. Din budur. Nitekim o gün din günüdür ve o günün sahibi Allah’tır. Benim böyle bir dinle bir sorunum yok, ben hurileri istiyorum. Bu bir tekliftir, haddizatında, Allah’ın ifadesiyle, kârlı bir ticaret. Kimse zorla Allah’a inanmak durumunda değil, isteyen inanır, isteyen inanmaz; ben inanıyorum, en azından inanmak istiyorum. Müslümanlar için, en azından birçoğu böyle düşünüyor, kurban kesmek bu bağlamda yapılması gereken işlerden biridir. Ben de müslümanım, fakat ben öyle düşünmüyorum, dolayısıyla kurban kesmiyorum. Kurban kesmiyorum derken eti sevmiyorum anlamına gelmesin bu ama, aksine çok seviyorum. Aynı şekilde felsefi, dolayısıyla etik açıdan hayvanların kesilmesine karşıyım anlamına da, değilim çünkü. Sadece Allah’ın böyle bir davranışı tavsiye etmediğini, en azından geldiğimiz noktada bu tarz bir davranışın artık sözleşmenin maddelerinden biri olmadığını düşünüyorum. Ben kesmiyorum, fakat kesenlerin olmasını önemsiyorum. İyi ki de varlar. Nitekim bayramı önemsiyorum. Friedrich Hegel üç çeşit dinden söz eder. Bir tarafta objektive Religion, yani nesnel din, diğer tarafta subjektive Religion, yani öznel din. Üçüncü olarak ise halk dininden söz eder, Volksreligion. Nesnel din dogma ve kurumlardan müteşekkildir, biz buna şeriatçılık da diyebiliriz. Burada dinin canlı ruhu, Hegel’in ifadesiyle söylersek der lebendige Geist der Religion, harfe indirgenip dondurulmuştur. Öznel dinde ise söz sahibi olan bireysel duygulardır, herkes kafasına göre takılır. Dolayısıyla bu noktada bir birliktelik oluşturmak mümkün olmaz. O işi halk dini yapar ve söz konusu birliktelik kutsal günlerde ve bayramlarda vurur kendisini dışarı. Ben kimim sorusunun cevaplarından biri, benim için en azından, senenin önceden belirlenmiş bir gününde, dolayısıyla Ramazan bayramından hicri takvime göre yaklaşık 70 gün sonra, kendisi kesmese ve haddizatında kesilmesinin gerektiğine inanmasa da, var olan her şeyi onun yarattığına inanılan ve adı Allah olan bir gücün emri gereği kurban kesen bir kitlenin bir parçasıyım şeklinde olur. Bu tanımı sonsuza kadar uzatabilirsiniz. Nitekim sene nedir?, Ramazan nedir?, gün nedir?, takvim nedir?, hicri takvim nedir? ve daha birçok soru. Diyelim gün için 24 saatten oluşan bir zaman birimidir cevabını verdiniz, o halde zaman nedir?, birim nedir?, saat nedir? ve yine sonsuza kadar gider bu iş. Jacques Derrida bunu söylüyor işte. Neyse, meselemiz bu değil. Dolayısıyla, toparlarsak, kurban olmasa da bayramı çok önemli. 

Heidegger

Hegel’e göre, Shlomo Avinieri’den aktarıyorum, symbolizes Abraham, the wanderer, the jews’ inability to become attached to any piece of territory. Heidegger için, Karl-Heinz Ott’tan aktarıyorum, zeichnet sich im Juden der haltlos gewordene Mensch ab. Dolayısıyla her ikisi de Yahudide yerinde duramayan yersiz yurtsuz bir garabet görürler. Haddizatında köksüz. Heidegger için Yahudizm kozmopolitizm demektir ayrıca. Kozmopolit sınır tanımaz, o her yerde evde, haddizatında evinde olmak ister ama hiçbir yerde yuva bulamaz. Yunanın yanında ancak Almanın derinliğe sahip olduğu iddiası, özellikle İngilizin basit pragmatizmi ve Fransızın daha basit yüzeyselliği yanı sıra, İngiliz ve Fransıza karşı olmaktan çok Heidegger tarafından Yahudiye karşı ileri sürülen bir argümandır. Yahudilik boş rasyonalizm ve hesap edebilme yeteneğinden ibarettir Heidegger’ya göre. Yahudiler hesap ederler ve kitaba bağlıdırlar, doğayla işleri olmaz onların. Müslümanları da ekleyebiliriz buraya biz aslında. Phaidonda doğadan hayranlıkla bahseden bir gence, ormanlar ve ağaçlar bana bir şey söylemez, ama agoradaki insanlarla konuşabilir ve tartışabilirim diyen Sokrates gibi. O da Yahudi, belki de ilk Yahudi. Buradaki sorunu şöyle açıklayabiliriz belki. İnsanlar doğanın bir parçasıdırlar, dolayısıyla onunla sürekli irtibat halinde olmalıdırlar, bir ağaç gibi adeta. Üzerine bastıkları topraktan beslenirler, bir yurtları, bir vatanları, ait oldukları bir beldeleri vardır. Nasıl davranmaları gerektiğini doğadan öğrenirler, doğayla iç içe olarak bilirler kendilerini, doğa öğretir onlara, onlar öğrenirler doğadan. Taş yerinde ağırdır. Doğa da onlar gibi canlıdır. Doğayla irtibatını koparan insan ise nasıl davranacağını artık doğadan değil, başka bir merciden öğrenir; aklından ya da Allah’ından. Fakat aklından ya da Allah’ından aldığı talimatlardan doğanın haberi yoktur, dolayısıyla insan doğayla, hem de kendi doğasıyla, çatışmaya başlar. Gerçi talimatlarını akıldan ya da Allahtan alanlar bu argümana karşı şöyle bir argüman geliştiriyorlar ve diyorlar ki, insana öğreten söz konusu merci, akıl ya da Allah, doğaya da öğretir, dolayısıyla burada bir çatışma varsa insanın yanlış anlaması sonucu bir çatışmadır bu. Ama kazın ayağının öyle olmadığını biliyoruz. Nitekim öyle olmadığını bildiğimiz için bütün bu kuramları geliştirerek nasıl olduğunu ve niçin olması gerektiği gibi olmadığını anlamaya çalışıyoruz. Doğayla iç içe olan bir insan nasıl davranacağını doğadan bilir demiştim, dolayısıyla davranışı için bir motivasyona ihtiyacı yoktur. Oysa doğayla sürekli çatışan insan, neden çatışmak zorunda olduğunu bilmek, anlamak ister, dolayısıyla ona nasıl davranması gerektiğini söyleyenden niçin öyle davranması gerektiğini söylemesini de bekler ve işte tam bu noktada yukarıda sözü edilen bahşiş çıkar ortaya. Bahşiş çıkınca da hesap girer devreye, nitekim bir hesap işidir artık nasıl davranacağını bilmek. Akıl söz konusu bahşişi sadece bu tarafa çeker, onurlu ve insan gibi bir yaşam, iç ve vicdan huzuru ve görevini yerine getirmiş bir insan olmanın itminanı. Yani ha Hasan ha kel Hasan, ha öldükten sonra kurtuluş, ha burada kurtuluş. İyilik bu şekilde girer dünyaya. Ve bu iyilik ve bahşiş etrafında kurulur o koca koca medeniyetler, koca koca idealler, akan kanlar, öte tarafta geberen bu tarafta şehit olan insanlar. Son tahlilde hepsi yüklü bir bahşiş içindir. 

Russell / Moore

Georg Henrik von Wright’a göre Bertrand Russell gibi G.E. Moore da felsefi uğraşlarını analiz olarak tanımlarlar. Bu bağlamda önce Russell’ın definite description kuramına bakmak istiyorum. Cümle bilinen cümle:

Scott Waverley’in yazarıdır.

Formel olarak şu şekilde verilir söz konusu cümle:

1-Bir x vardır = Ǝx

2- Bu x’in Waverley’yi yazmış olmak gibi bir özelliği vardır = Px

3- Ve bütün y’ler için  = ˄ Ɐy

4- Eğer y Waverley’yi yazmış olma özelliğine sahipse o zaman = Py→

5- y x’tir = y=x

6- Ve x Scottur = ˄ Qx

Toplamda:

Ǝx ( Px˄Ɐy (( Py→y=x ) ˄ Qx ))

Şimdi buradan ne çıkar? Von Wright’a göre öncelikle şu: Gramatik açısından basit bir özne nesne yapısına sahip bir cümle, mantıki olarak çok girift bir yapıya sahip olabilir. Sonra, mantıki açıdan son derece önemli olan kavramların cümlede içsel olmalarına rağmen cümlede herhangi bir kelimeye tekabül etmemeleri, dolayısıyla cümlede onların yerine kelimeler kullanılmaması. Mesela Scott Waverley’in yazarıdır cümlesinde dışarda duruş (existence) kavramı, bir x dışarda durur (vardır), evrensellik (universality) kavramı, bütün, şartlılık (conditionality) kavramı, eğer-o zaman, ve aynilik/özdeşlik (identity) kavramı, y x’tir, saklı bulunmaktadır ve ilk olarak mantıki analiz bütün bu kavramları gün yüzüne çıkarır. Von Wright Russell’ın kesin bilgi aradığını söylüyor, Moore ise ona zaten sahip olduğunu düşünüyor. Onun analizi içeriye değil, dışarıya yöneltiyor. Neleri kesin olarak biliyor Moore? Mesela insan olduğunu, bir bedene sahip olduğunu ayrıca, daha önce ayda hiç bulunmadığını, dünyanın onun doğumundan çok önceleri de var olduğunu ve daha birçoğunu. Moore’nun bir bedene sahip olduğu neyi içerir? Maddi nesnelerin varlığını, dolayısıyla Moore’nun bilincinden bağımsız bir dış dünyanın var olduğunu. Von Wright’a göre Moore’nun burada kanıt olarak ileri sürdükleri tabii ki kanıt değiller, daha çok belirli bir felsefi duruşu görünür kılarlar, ki Wittgenstein ve kendisini de bu duruşa yakın bulur von Wright. Bildiğimizi iddia ettiklerimizle çatışan felsefi iddialar saçma olarak kategorize edilerek ret edilmelidirler, dolayısıyla sağduyuya, common sense, muhalif oldukları için dışarda bırakılmalıdırlar.

Nietzsche

Gianni Vattimo’ya göre felsefi postmoderniteyi anlamaya çalışan her çaba Martin Heidegger’nın tartışmaya taşıdığı bir kavramdan yola çıkmalı: Verwindung. Heidegger Verwindung kavramını Überwindung kavramını kullanmamak için kullanıyor. Aslında diyor Vattimo her ne kadar söz konusu kavramı kullanmasa da meseleye ilk dikkat çeken Friedrich Nietzsche olmuştur, dolayısıyla, ki artık biliniyor bu, postmoderniteyi Nietzsche’nin metninden kaynaklanan bir fenomen olarak görebiliriz. Überwinden fiili bir şeyi aşmak, geride bırakmak anlamına geliyor. Basitçe ifade etmek gerekirse, eğer moderniteyi sürekli ve durmadan içinde bulunduğu anı geride bırakmak isteyen bir hareket olarak düşünürsek, kendisinin geride bırakılması mümkün olmaz, nitekim geride bırakmanın, bir şeyi aşmanın modern bir uğraş olduğunu hesaba katarsak her geride bırakmayla birlikte modernite aktualize edilmiş olur, dolayısıyla mesele moderniteyi geride bırakmak değil, yani überwinden, kendi içine çökertmek, yani verwinden, olmalı. Bu aslında bir yerde Jacques Derrida’nın dekonstruktion dediği şeyin kendisi. Fazla uzatmak istemiyorum, dolayısıyla mesele şu: Moderniteyi aydınlanmayla eş anlamlı kabul edersek, aydınlanmayı her şeyin arkasına bakmak, her şeyi sevk ve idare eden asli gerçekliği ortaya çıkartmak, şeylerin hakikatine ulaşmak olarak düşünürsek, o halde hakikatin kendisinin de arkasına bakmamız gerekecek, bir nevi bu şekilde moderniteyi kendisine karşı yöneltmiş oluyoruz. Ve hakikatin arkasına baktığımızda ise karşımıza çıkan manzara hakikatin kendisinin de zamanla oluşmuş bir konsept olduğu olacak, son tahlilde bu nokta Tanrının öldüğü noktadır. 

İyilik

İyilik nedir?

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN