Nietzsche’nin modernite tartışmasına girişiyle birlikte ileri sürülen gerçekler köklü bir değişim geçirir. Akıl, dinin birleştirici gücünün eşdeğerlisi olarak ortaya çıkabilmesi ve kendi öz itici güçlerine dayanarak modernliğin bölünmüşlüğünü aşabilmesi için; ilkin akıl uzlaştırıcı bir öz-bilgi, sonra özgürleştirici bir özellik, son olarak telafi edici bir anımsama olarak tasarlandı. Akıl kavramını kendi içinde diyalektik olan Aydınlanmanın programına uydurması için yapılan bu girişim, üç kez başarısız oldu. Böylesi bir durumda Nietzsche’nin tek seçeneği vardı; ya özne-merkezli aklı yeniden içkin eleştiriye tabi tutacaktı ya da programdan bütünüyle vazgeçecekti. Nietzsche ikinci seçeneğe karar verir: Akıl kavramını yeni bir revizyona tutmaktan vazgeçer ve Aydınlanmanın Diyalektiğine veda eder.

Habermas

Nietzsche, ilk dönemlerinden itibaren, nesnel gerçekliğin yeniden üretimi bağlamında, bilgiye savaş açmıştı. Bilginin, insanların çıkarlarıyla şekillendiğine işaret etti ve insanların hizmetinde olmasını önerdi. Tragedyanın Doğuşu’nda Diyonisosçu içgörü ile Apolloncu düzeni birleştirerek varoluşun kaosu ve dehşetiyle yüzleşebilmiş ve bu yüzleşmeden olumlu bir sonuç çıkarabilmiş düşünceyle, bu gerçekliği kavramlarla kavrayan Sokratik diyalektiğin safça iyimserliği arasında bir karşıtlık sundu, nedensellik tehdidi tarafından yönlendirildiği  düşünülen, varlığın en derin uçurumlarının kökenine inebileceği ve hatta onu düzeltebileceğini düşüncesini hedef aldı. Bu kitabında Nietzsche, insan zihninin kaostan hoşlanmadığını, dolayımsız sezgiden korktuğunu ve bu durumun çeşitliliği özdeşliğe indirgeyerek dünyayı basitleştirdiğini savundu.¹ Felsefi ve dini dünya görüşleri, insanın kaostan kaçma ve düzen isteğinden ve varlığımızı garanti altına almaya yarayan hayallerden başka bir şey değildi.

Nietzsche’nin bilinci eleştirisi doğalcı bir eleştiriydi. Bilgi ve bilinç, türün korunması ve güçlendirilmesi içgüdüsüne, yani insanın sürü doğasına tabiydi. İnsanın en orjinal özelliğinin bilinci olduğu Batı düşüncesinde tartışmasız kabul görmüştü; ancak bilinç organiğin en son ve en geç evresiydi, en bitmemiş, en güçsüz yanıydı. Varlığını devam ettirme güdüsü ve sürü içgüdüsü bilincin biyo-kültürel kökleriydi. Bu bağlamda Nietzsche’de pragmatik bir eğilim vardı. Yırtıcı bir hayvan gibi tek başına yaşayan bir insanın bilince ihtiyacı olmazdı. Yani bilinç, sürünün çıkarı gereği oluştu. Kavramlar da bir grup sürünün ortak pratiğinden meydana geldi. Nietzsche’de bilinç sürünün ortak fayda ve pratiğinin ürünüydü. Her bilgiden ve gerçekten söz edildiğinde sürünün fayda ve çıkarlarından söz edilmeliydi. Bilincinde olduğumuz şey sığ sürü işaretlerinden başka bir şey değildi. Bu sebeple özdeşlik gibi kavramlar yanılsamadan başka bir şey değildi, hiç bir şey gerçekte eşit değildi. Mantığın orjini, sürünün hayatı idame içgüdüsünün ürünüydü. Nietzsche’de bilinç ve bilgi meselesi, özdeşlik varsayma, fayda ve sahibiyet ile ilişkiliydi.²

Nietzsche’ye göre Batı düşüncesi, Platonik-Hıristiyan geleneği, tarih üstü, evrensel, ezeli-ebedi ve değişmez, transendental, düalist bir ahlaki-dünya-görüşü hastalığından düçardı. Hıristiyanlık öğretisi kişinin dünyaya karşı güdüsel arzularının bastırılması ve aşkınlığın  dünyevi isteklerin önünde yer alması gerektiğini ceza ve korku metaforlarıyla sürekli bir biçimde işlemekti. Bu bağlamda ahlak bir menajeriydi (vahşi hayvan terbiye yeri). Yüksek değerler addedilen felsefi standartlar da bu hastalıklı zihniyetin ürünüydü ve bu ideoloji, kişiyi tabiyetine yabancılaştırmak, özüne, duygularına yabancılaştırmak suretiyle, Batı’da halkı neredeyse hadım etmişti. Nietzsche bu hastalıklı duruma isyan ediyordu ve böylesi yaşamı baskılayan değerlerin sonucunda kollektif psikoz ve nevroz oluşmuştu; organizmada şizoid bir bölünmeye neden olmuştu ve decadence durum ortaya çıkmıştı. Diyonisosçu perspektiften yaşam süregiden bir enerji akışıydı ve bu sebeple soyut, kalıplaşmış düalistik kavramlarla açıklanamazdı ve ya o/ya öteki değil, az çoklar vardı. Bu sebeple Nietzsche binlerce yıldır filozofların kullandığı kavramları, kavram mumyacılığını eleştiriyordu. Filozoflar, değişim ve oluş halindeki dünyaya ve yaşama onu sabitlemek, durdurmak ve ancak böylece yorumlamak üzere kavramlar dayatıyorlardı. Bu düalistik, idealist, transendental zihniyetin temeli duygulara düşmanlıktı. Filozoflar, aklı tiranlaştırıp, duygu ve içgüdülerden tamamen soyutlamış, yüceltmiş ve kutsallaştırmışlardı. Bu sebeple üst-insanın* görevi yasa koymak değil, döneminin ideallerini reddetmek ve yeni değerler yaratmaktı. Gerçekliğin bilgisi keyfi bir fiksiyondu, mutlak değildi, yapay bir düzeltme, keyfi bir tasarımdı. Bu nedenle Nietzsche nesnel bilginin yerine yaşamı ve güç istencini koydu, nesnel gerçeklik değil sadece yorumlar vardı. Her değerlendirme, yorum ve her ahlaki yargı ne ölçüde nesnel olma iddiasında olursa olsun, perspektifsel olmak bağlamında öznel ve taraflıydı ve hakikatin, hakikat söyleminin kendisi bir güç istemiydi ve hakikat bizim dışımızda bulunan ve keşfedilen bir şey değil, yaratılan bir şeydi. Nietzsche’ye göre tüm metafizik sistemler güç istencinin tezahürüydü. 

Nietzsche’nin ahlakı ve felsefeyi eleştirisi, aynı zamanda modern devletin de eleştirisiydi ve modern devlet Platonik-Hıristiyan ahlakının devamıydı. Modernler de, aşkınlık bağlamında, iman etmişlerdi. Nietzsche için Aydınlanma ve ilerleme düşüncesi de bu bağlamda modern insanın en büyük yanlışıydı. Nietzsche’nin modernitenin baskın düşünce yapısına saldırmasının en önemli nedenlerinden biri de, Descartes ile başlayan modern düşüncenin rasyonel öznesinin bedeni öznenin küçümsenen bir parçası olarak yorumlanmasıydı. Bu sebeple Nietzsche, Kant ile başlayan, Hegel ile doruğuna ulaşan mantıksal tartışmalar yerine psikolojiyi ve biyolojiyi ikame etti ve Aydınlanmanın karşısında yer aldı. Aydınlanma düşüncesinin ve modern epistemolojinin akılsallık temelinde işleyen bilgi/hakikat temsillerine eleştiriler yöneltti. Sistem düşüncesinin karşısında yer aldı ve içkin bedeni, oluş‘u ve kaos‘u öne çıkarmak suretiyle de akla olan inancı yadsıdı. 

Sözün özü; güç, hakikat söylemi üzerinden kurulur ve  varlığını yeniden üretir. Bu sebeple hakikati üreten her norm ve moral üstesinden gelinmesi ve aşılması gereken ve öznenin özgürlüğünün önündeki en büyük engeldir. Kendini aşma organizmanın topyekûn katharsisidir, yani öze yabancılaşmayı aşmak, moralizasyondan arınmaktır. Nietzsche perspektifsel ve plüralist tutumundan hareketle tüm evrensel, mutlak ve aşkın değerlerin karşısında yer alır; bu nedenle hakikat üretimi ve söylem inşası bağlamında ister metafizik öğretileri olsun isterse modernizmin rasyonel temsilleri olsun, her ikisi de kendi iktidarının devamlılığı doğrultusunda monist değerler sistemidir, çünkü insanlar ıslah edilmek istenir ve Nietzsche bu yabancılaşmanın karşısına oluşun masumiyetini ve üst-insanı yeryüzünün umudu ve anlamı olarak çıkarır. Dürtülerle, yaşam içgüdüsü ile yoğrulmuş, özümsenmiş, otantik, Şen Bilim‘den söz eder; çünkü Nietzsche için yaşam dışındaki tüm hakikat ve anlam iddialarının nedeni, baskıcı güç ilişkileriyle, dilin metaforik niteliğinin anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır.

Onur FENCİOĞLU


¹İdeolojiyi Haritalandırmak, Slavoj Zizek, Peter Dews, Adorno, Post-yapısalcılık Ve Özdeşlik Eleştirisi

²Nietzsche’nin felsefesi, Fehmi Baykan

*Nietzsche ‘yırtıcı hayvan’, ‘soylu’, ‘aristokratik’ insan derken din adamlarının iğdiş edici etkisine maruz kalmamış ‘kötü vicdan’ ve ‘kin bilmez’ (ressentiment) insanı anlatıyor. Yani içgüdüleri ve duyguları canlı insanı, yabancılaşmamış insanı. Yoksa bir soy-sop, hanedan meselesi değil. Köle ahlakı ise kinden kaynaklanır. Burada sorun bu köle-sürü ahlakının başat ahlak olup, soylu olanın üzerinde baskı kurmasıdır. Modern devlet, liberal demokrasi, sosyalizm vb. ideolojileri de Hıristiyan ahlakının devamı olarak görüyor. Nietzsche’nin ahlaka saldırması bu yüzden. Nietzsche’nin amacı, nadir olanları, sağlıklı olanları, sürü-köle ahlakının örümcek ağından kurtarmaktı…