Demek ki hakikate yönelik çabadır bizi her yerde anlamdan anlam verilen şeye doğru harekete geçiren.

Das Streben nach Wahrheit also ist es, was uns überall vom Sinn zur Bedeutung vorzudringen treibt.

Gottlob Frege

[Wittgenstein’a], doğru olarak kabul ettiğin şeyi sadece iddia etmekle olmaz bu iş, iddian için bir argüman sunmalısın dedim, o ise argüman sunmanın cümlelerinin güzelliğini bozduğunu ve öyle yapınca sanki bir çiçeğe kirli ellerle dokunuyormuş hissine kapıldığını söyledi.

Bertrand Russell

1

Aslında Frege’de bir öncesi daha var. Dolayısıyla hakikate (Wahrheit) yönelik yolculuğumuzda herkesin dünyasından (Sinn-Intersubjektiv-Gegebensein) dünyanın kendisine (Bedeutung-Objektiv-Gegenstand) geçmeden önce, benim dünyamdan (Vorstellung-Subjektiv-Das innere Bild) herkesin dünyasına geçmem gerekiyor. Çok uzun yıllar önce aldığım bir not yukarda kendi el yazımla verdiğim. Notlarımı Almanca aldığım için orijinalini vermedim. Wittgenstein’ın sözünü ettiği kir, ben ve dünya arasına giren ve bu şekilde benim ona ulaşmamın önünü kesen, dolayısıyla bana olduğundan, haddizatında benim için olması gerekenden çok farklı bir dünya sunan şey. Bunu nesnellik adına yapıyor, herkes için bir ve aynı dünya sloganıyla, benden benim olanı, dünyamı çalıyor. Benden, herkes için olan bir dünya lehine sadece benim için ve bana ait olan bir dünyadan vazgeçmemi istiyor. Beni sadece dünyamdan değil, kendimden de ediyor. Sanki zihnim, ona göre ben yani ve diğerleri de tabii ki, içine gökten zenbille indiğimiz bir, yani aynı dünyada yaşıyoruz. Sanki milyonlarca yıl süren ve süregiden, içinden çıktığımız, haddizatında halihazırda içinde yaşadığımız, dünyaya vura çarpa, onda düşe kalka ve yanıla öğrene bugüne gelmemişiz gibi. Sanki onun bize verdiği gibi biz de ona kendimizce, her birimiz kendine has, bir şekil vermemişiz gibi. Birilerine hesap vermek zorundaymışım gibi sanki. Sanki bütün bu vurmalar çarpmalar, düşmeler kalkmalar, yanılmalar öğrenmeler birebir oldukları gibi zihinde bir araya gelmişler ama bedende hiçbir iz bırakmamışlar gibi. Nitekim nasıl olur: Beden değil mi düşen kalkan, vuran çarpan, yanılan öğrenen? Hepsi bu mu yani, zihinde olan mı? Bana verdiği dünya ile ben compatible değiliz, bu her halimizden, benim de dünyanın da, belli; malheureusement. Da bunu anlamıyor dangalak. Benim dünyam değil o dünya. O herkesin dünyası. Ve benden sürekli o dünyaya uymamı istiyor ve uymayınca diskalifiye ediyor. Derdi beni azaltıp, benden çaldıklarıyla onu çoğaltmak. Argüman diyor, ille de argüman. Cahil mi cahil, aptal mı aptal; yılışık üstelik. Özenle seçilmiş gibi hepsi, bütün elemanları. Buradakiler ayrıca bir de inanılmaz derecede taşralı. Yaşlı İngiliz bunak Russell Wittgenstein’ın tepesine tünemişti. Bir başka yaşlı bunak, Amerikalı Willard van Orman Quine, Jacques Derrida‘nın tepesine tünedi. Tabii ki, eğer kendinizi zihin olarak bedenin, hatta kafatasının içine bir köşeye sıkıştırırsanız, dolayısıyla siz ve dünya arasına bedeni sokarsanız, o zaman o beden siz olmazsınız, o sizin için bir hapishaneye dönüşür ve bütün çabanız o hapishaneden kurtulmak olur. O pistir, murdardır. Onun saçma sapan istekleri vardır, sizi kirletir. Siz yukarı çıkmak isterken, o sizi sürekli aşağıya çeker. Yaşarken bunu başaramayacağınızı anladığınız noktada ölüme bel bağlarsınız, dolayısıyla ölmeyi zindandan kurtuluş olarak kabul edersiniz. O zaman da Platon adında bir dangalak çıkar ve felsefe ölmeyi öğrenmektir der, siz de bunu yer ölmeye başlarsınız. Sonra da bu dangalaklığı dangalakça domates, domates, domates diye pazarlarsınız. Alıcı da bulursunuz, tuhaf. Değil aslında. Çünkü bu dangalaklık ya hiçbir şeyi olmayanlarda ya da her şeyi olanlarda kıymet bulur. Hiçbir şeyi olmayanlar artık bir şeyleri olsun isterler illa, yırtarlar bir taraflarını hatta, her şeyi olanlar ise her şeyleri olmaya devam etsin isterler. 

2

Im Schriftlichen büßt das Denken leicht seine Beweglichkeit ein.

Yazıda düşünce hareketliliğini kolayca kaybedebiliyor.

Martin Heidegger

Wenn ich für mich denke, ohne ein Buch schreiben zu wollen, so springe ich um das Thema herum; das ist die einzige mir natürlich Denkweise. In einer Reihe gezwungen, fortzudenken, ist mir eine Qual. Soll ich es nun überhaupt probieren? Ich verschwende unsägliche Mühe auf ein Anordnen der Gedanken, das vielleicht gar keinen Wert hat.

Kendim için düşünürken, bir kitap yazmak istemeden, konunun etrafından öteye beriye atlar dururum; bu bana doğal gelen tek düşünme şeklidir. Bir sıraya zorlanmış olarak süredüşünmek, bana eziyet veriyor. Bunu denemeli miyim ki? Düşüncelerimi hizaya sokabilmek için sonsuzca güç harcıyorum, ki bunun belki de hiçbir kıymeti yok.

Ludwig Wittgenstein

Okumak, yani kitap, taşrada kurtuluş olarak kabul edilir. Bir güneştir o, bir ışık, bir aydınlanmadır. Bir başkaldırı aracı. Her şey bir kitapla başlar onlar için. Bütün dertlerin ve sıkıntıların çözümü bir kitaptan geçer. Şehirde ise kitap sadece biraz kendini değiştirmek, belki daha farklı bir ben denemek ve Orhan Pamuk‘un da dediği gibi aslında, genellikle ve sıklıkla da sadece okumuş olmak için okumak içindir. Okuduğunuz her şeyden bir şey öğrenmek zorunda değilsiniz. Sürekli öğrenmek zorunda değilsiniz. Çokça öğrenmezsiniz de. En azından farkında olmazsınız. Okumuş olmak için okursunuz dediğim gibi. Bir zaman geçirme uğraşıdır yani, masa tenisi gibi. Zamanı farklı şekilde de geçirebilirsiniz. Ya da benim gibi, mesleğiniz okumaktır, siz de okursunuz o zaman. Çünkü başka bir şey yapamazsınız, öğrenmediniz nitekim. Ama bu sizi özel kılmaz şehirde. Marangozdan farkınız yoktur yani. Taşrada hoca derler size. Buna ikna ederler sizi üstelik. Siz de ikna olur gaz yapar kabarırsınız. Başkaları okumaz, pul toplar zamanı geçirmek için mesela. Diğer başkaları balık avlar. Taşrada bazen bir ibadet halini bile alabilir okumak. Biz iyi biliyoruz bunu. Nitekim senelerdir birileri Mushaf‘ın oku emriyle başladığı safsatasını tekrarladı durdu. Daha çok birileri de aynı hikayeyi yedi. Yemeye devam edenler ise çok daha fazla. Sanki Mekke Medine sokakları kitapçılardan geçilmiyor. 7. yy. Araplarında okuma oranı % 95’lere dayanmış. Bir aralar o kadar ileri gitti ki bu iş, Hz. Ali’nin çocuklarınıza kitap hediye ediniz dediğini söyledi birileri. Başka birileri, neredeyse, çocuklara uyumadan önce bir hikaye okumak vaciptir diyeceklerdi. Bazı dangalakların benim halamın damadının eniştesinin dayısının kızının da başı kapalı bir komşusu var demeleri vardı ya, bazı taşralılar da aynen o şekil ama tersinden benim dinim de okumayı tavsiye ediyor, hatta daha çok, emrediyor bile dediler. Yemeyenler vazgeçtiler. Uzun lafın kısası kitabı ve okumayı bu milletin başına dert ettiler. Adam gibi yaşamayı zaten bilemediler, doğal olarak gelirken doğal yollarla kendilerine verileni de kaybettiler. Yaşamı bedenlerinden söküp aldılar. Kaldılar, dımdızlak ortada kaldılar.

3

Bana kalırsa 20. yy.’ın en önemli, hatta en kapsamlı cümlelerinden birini Marshall McLuhan‘a borçluyuz: The Medium is the Message, yani iletendir iletilen. Fakat ben bu noktada söz konusu kapsamın sınırlarını göstermek istemiyorum; sözünü ettiğim önemi de görünür kılmak değil niyetim. Bu bölümün başında verdiğim Wittgenstein ve Heidegger alıntılarından yola çıkarak ve aynılarını McLuhan’ın cümlesiyle destekleyerek okumanın zararları üzerinde duracağım. Evet, okumak zararlı bir uğraştır, son derece hem de. Taşra bunu görmez. Okuyun ki adam olasınız der, ama okuyarak nasıl bir adam, daha doğrusu kimin adamı olunur bilmez. Yukarıda söylediğim gibi, her okuduğunuz cümleden bir şey öğrenmeseniz ve sadece zaman geçirseniz dahi ve hatta çok şey öğrenseniz bile, sizi okutarak ulaşılmak istenen bunların hiçbirisi değildir zaten. Artık beş altı yaş dahi yetmiyor, yakında çocukları ağızlarından ilk kelime çıktığı anda alacaklar ve okumaya başlatacaklar. Ben de yaptım aynı hatayı, benim kızım da üç yaşında okumaya başladı, fakat bugün bir çocuğum olsa ve yasal zorunluluk olmasa, on iki yaşından önce kesinlikle herhangi bir şey okumasına, kitap nedir bilmesine dahi izin vermezdim. Sonrasında da okumayı alışkanlık haline getirmemesi için elimden geleni yapardım. Gerektiği ölçüde, hatta, merhum Kemal Sunal‘ın dediği gibi, azı karar fazlası zarar derdim. Çevresiyle ilişkisini okuyarak değil, yaşayarak oluşturmasını isterdim. Çarpsın isterdim ona dünya, arada harfler ve kitaplar olmadan ve her çarptığında çıkan sesler onun yaşam melodisi olsun. Okumak her şeyden önce zihni terbiye eder, hizaya sokar; Heidegger’nın dediği gibi, cin çıkartırcasına düşünmenin hareketliliğini söker alır, Friedrich Nietzsche‘nin dediği gibi onu uygun adıma zorlar, yani rap rap rap, ve bununla birlikte, Witgenstein’ın dediği gibi, kafasına göre öteye beriye atlayıp daldan dala sıçramasını engeller. Wittgenstein ve Heidegger yazmaktan söz ediyorlar alıntılarda, fakat haddizatında yazmak okumaktır, dolayısıyla biz söz konusu son fiille devam edelim. Sırayla düşünürsünüz okurken, önce A, sonra B, sonra C. Nokta koyar bir cümleyi bitirir, virgül koyar nefes alırsınız. Söylediklerinizin, ve tabii ki öncesinde düşündüklerinizin, ve hatta, ki en tuhafı da bu ya, anladıklarınızın bile geçerli olabilmesi için dayatılan kurallara uymak zorundasınız. Siz sadece okurken böyle sanırsınız, fakat yavaş yavaş öyle yaşamaya başlarsınız. Dolayısıyla yaşamaz, okursunuz sadece. Artık her şeyi olduğu gibi görmez, duymaz ve farkına varmazsınız. Çocukken evimizin yakınlarında bulunan otoban köprüsüne gider istatistik yapardım. Fakat evden çıkmadan önce sorularımı hazırlardım. Kırmızı, tek kapılı, Alman arabası, orta şeritten geçen ve benzeri sorular. Ve akşam eve geldiğimde babam neler gördüğümü sorduğunda, elimdeki istatistiği verir, bunları gördüm derdim. Oysa görmediklerim gördüklerimden, gördüklerim babama verdiğim verilerden çok daha fazla olurdu. Sanırım dünyaya karşı biraz daha pasif olmamız gerekiyor, bizim ona sormadan, ondan bir şey istemeden -Heidegger’nın Gestell kelimesiyle anlatmaya çalıştığı durum tam olarak bu- onun kendiliğinden bize verebileceği şeyleri merak etmemiz gerekiyor; eminim, bize verebileceği çok şey var. Sürekli dünya ile kendi aramıza giriyoruz. Fazla uzatmaya gerek yok, mesele çok açık. Yapay Zeka’nın da takılıp kaldığı nokta tam olarak burası üstelik. O da okuyor, çünkü onu da kendimize benzettik. Daha doğrusu kendimiz sandığımız şeye. Aslında onun takılıp düşmesi bize onun olmadığını değil, bizim sandığımız şey olmadığımızı gösteriyor. Zihinden ibaret, sürekli okuyan, bedeni olmayan, dünyaya dokunmayan bir garabet. 

4

Biraz önce de söylediğim gibi, maalesef, mesleğim okumak ve bir maalesef daha, mesleğini ciddiye alan biriyim. Canı çıkası okumayı, maalesef, çok da seviyorum üstelik. Günde 100 sayfa okurum ortalama. 200 sayfa okuduğum günler de olur ama, ki bu 8 ila 10 saat arası bir süre demektir. Metnin diliyle alakalı sürelerin farklı uzunlukları. Bazen, nadiren de olsa, hiç okumadığım da olur ama. Sekiz saat tavana bakarım ve beklerim. Yazmayı o kadar çok sevmem. Nedense yazarken daha fazla hissediyorum söz konusu baskıyı, okurken daha rahat olabiliyorum; nispeten ama. Almancada Fachidiot, yani alanının aptalı, siz dangalak da diyebilirsiniz, daha kolay olur, dediğimiz tipler var. Bu tipler genellikle kendi çalışma alanları dışında başka hiçbir şeyle uğraşmaz, okumaz, yazmaz, başka hiçbir boktan anlamazlar. Üstelik bunu bir marifetmiş gibi pazarlarlar. Max Weber akademide sıkça rastladığımız bu tipleri alanının insanı ruhsuz uzman, Fachmensch ohne Geist olarak tanımlıyor. Ben, maalesef, bu ruhsuzlardan da değilim. Yolda yürürken mağazaların tabelalarını, insanların kıyafetlerinde yazılanları, ki bu bazen tehlikeli olabiliyor, nitekim nereye bakıyorsun lan sen, araba kullanırken önümde giden ya da karşıdan gelen arabaların tek tek plakalarını dahi okurum. Evlerin kapı numaralarını okurken yakaladım kendimi, ne diyorsunuz siz. Bu durumda farklı yöntemler geliştirmem gerekiyor biraz olsun kendimi okuma terörüne karşı koruyabilmek için. Mesela hiçbir kitabı başından başlayarak sırasıyla, kelime kelime, cümle cümle sonuna kadar okumam. Bazılarını sayfa aşırı, yani bir sayfa okuyup bir sayfa atlayarak, okurum. Bazılarına sondan başlar başa doğru gelirim. Bazen örnekler oluştururum. Mesela ortadan başlar önce beş sayfa geriye, sonra ortadan beş sayfa ileriye doğru okurum. Fakat en çok uyguladığım yöntemde, eğer gerçekten okumam gereken bir şey yoksa, yani iş icabı değilse, akşamları yanıma kütüphanemden 20 25 kitap alıp aynılarının sayfalarını peşi sıra çevire çevire ilerler, sadece gözümün, yani ben’in, takıldığı noktada okumaya başlayıp -ki söz konusu noktada gözüm tanıdığım bir isim ya da ilginç bir konu ya da kelimeye takılmış olabilir, yani aslında kendime- gözümün ilgisini kaybettiği noktada da okumayı bırakıp sayfa çevirme moduna geçerim. Bana dayatılan pencereden değil de, kendi istediğim pencereden bakmak isterim. Metnin arkasından dolaşırım yani, denerim en azından. Metnin elinden kurtulmaya, ona yakalanmamaya çalışırım. Yine de muhtemelen farkında olmadan çok fazla zehir akar dünyama. Jürgen Habermas‘ın dediği gibi, öğrenme süreçleri geri dönüşü olmayan süreçlerdir, irreversibel, dolayısıyla öğrendiklerimizin etkisini, onları unutamayacağımıza göre, aynılarını abartarak nötralize edebiliriz ancak, o da olduğu kadar. Bu konuda Derrida ve tabii ki Michel Foucault son derece önemli iki örnektir. Dolayısıyla, j’exagère, j’exagère toujours.

Mustafa Küçükhüseyin