The absolute arrivant must not be merely an invited guest, someone I’m prepared to welcome, whom I have the ability to welcome. It must be someone whose unexpected, unforeseeable arrival, whose visitation -and here I’m opposing visitation to invitation- is such an irruption that I’m not prepared to receive the person. I must not even be prepared to receive the person, for there to be genuine hospitality: not only have no prior notice of the arrival but no prior definition of the newcomer, and no way of asking, as is done at a border, “Name? Nationality? Place of origin? Purpose of visit? Will you be working here?” The absolute guest is this arrivant for whom there is not even a horizon of expectation, who bursts onto my horizon of expectations when I am not even prepared to receive the one who I’ll be receiving. That’s hospitality. Hospitality is not merely receiving that which we are able to receive.
Mutlak varan, karşılamaya hazır ve onu karşılayabilecek durumda olduğum davet edilmiş bir misafir olmamalı sadece. O, beklenmedik ve öngörülemez varışının, ziyaretinin -ki bu noktada ziyareti davetin karşısında konumlandırıyorum- o denli bir kırılma oluşturduğu kişidir ki, onu karşılamaya hazır olamam. Ki eğer gerçekten misafirperverlik olacaksa, varanın varışına hazır olamamalıyım, haddizatında onun gelişini dahi görememeliyim, önceden kim olduğunu bilememeliyim, ya da ona, sınırda yapıldığı gibi, kimsin? nerelisin? nerden geliyorsun? niye geldin? çalışmaya mı geldin? diye soramamalıyım. Mutlak misafir o varandır ki, onun için bir beklenti ufku dahi yoktur, o, ben misafir edeceğimi misafir edecek durumda dahi olamazken, beklenti ufkumu paramparça edendir. Misafirperverlik budur. Misafirperverlik sadece misafir edebileceğini misafir etmek değildir.
In general, I try to distinguish between what one calls the Future and “l’avenir”. The future is that which – tomorrow, later, next century – will be. There is a future which is predictable, programmed, scheduled, foreseeable. But there is a future, l’avenir (to come) which refers to someone who comes whose arrival is totally unexpected. For me, that is the real future. That which is totally unpredictable. The Other who comes without my being able to anticipate their arrival. So if there is a real future, beyond the other known future it´s l´avenir in that it´s the coming of the Other when I am completely unable to foresee their arrival.
Genel olarak gelecek denilenle “l’avenir” arasında bir fark görmeye çalışırım. Gelecek yarın, sonra, bir dahaki yüzyılda olacak olandır. Ön söylenebilir, planlanabilir, programlanabilir, ön görülebilir olandır. Fakat bir başka gelecek daha vardır ki, “l’avenir” (to come), o gelmekte olan, varması tamamen beklenmedik olandır. Benim için gerçek gelecek budur. Tamamen ön söylenemez olan. Ötekiler, varışlarını ön bilemeyeceğim gelmekte olanlar. Yani eğer gerçekten gerçek bir gelecek varsa, o bildiğimiz diğer geleceğin ötesinde, o “l’avenir”’dir, dolayısıyla gelmekte olduklarını bütünüyle görecek durumda olamadığım zaman ötekilerin çıkıp çat kapı gelmeleridir.
Jacques Derrida
1
Belki önce kısaca Martin Heidegger‘nın Almanca Ereignis dediği, dolayısıyla Jacques Derrida‘nın l’événement olarak Fransızcaya aktardığı kelime üzerinde durmak gerekir. İngilizler event diyorlar, Türkçeye olay diye aktarabiliriz sanırım. Tabii ki her hangi bir olay‘dan söz edilmiyor burada. Biraz termodinamik‘i andırıyor, haliyle mesihvari bir tarafı da yok değil. Derrida verebileceğini vermek vermek değildir, sevebileceğini sevmek sevmek değildir, misafir edebileceğini misafir etmek misafir etmek değildir der. Dolayısıyla mümkün olan hiçbir şeyin, o anlamda, faili sen değilsin, haddizatında mümkün olan zaten olmuştur. İlk olarak mümkünün ötesine taşarsan bir şey yapmış, dolayısıyla bir şey, bir, o anlamda, olay olur, yani sevemeyeceğini seversen, veremeyeceğini verirsen, misafir edemeyeceğini misafir edersen sevmiş, vermiş ve misafir etmiş olursun. Ve gelecek anlamında l’avenir (to come)’den söz eder ve bunu bildiğimiz gelecekten, yani sonradan, ayrıştırır. Bu gelmekte olandır. Ve tabii ki bir kırılma, irruption, Almanca Einbruch denilen şey var. Aynı kelime Latince erumpere fiiline geri gider ve her üç dilde de yaklaşık olarak aynı anlamda kullanılır. Dışardan kırarak içeriye girmek, duhul etmek ve benzeri şeyler. Bir şiddeti içerir bu tarz bir geliş giriş, dolayısıyla kapıyı anahtarla açıp içeriye girerseniz o sayılmaz. Ki anahtarınız varsa şayet, kapı varsa haddizatında, içerdesiniz zaten. Termodinamik‘e benzer tarafı, bu noktada da mümkün olan kendi içinde kapalı, dolayısıyla potential (mümkün) olarak halihazırda mevcuttur, actual (etkin) olmasa da her ne kadar. Mesihvari tarafı ise, bu kendi içinde kapalı sisteme ancak dışardan bir müdahale gerçekleşebilir, dolayısıyla bir kırılma, Heidegger’nın beklediği Tanrı, ein Gott, Derrida’nın büsbütün ötekisi, tout autre. Kaldı ki Derrida’ya göre bütün ötekiler büsbütün ötekidirler, tout autre est tout autre. Bu bağlamda Tanrı misafiri diyoruz biz Türkler. Ki burada gelen, bir Kutsi Hadiste belirtildiği gibi, herhangi bir misafir değil Tanrının bizzat kendisidir. Nitekim dışardan ancak o gelebilir, daha doğrusu ancak dışardan gelen Tanrı olabilir. Bize kalan beklemek, haddizatında beklemek dahi değil, nitekim her bekleyiş beklenilenin gelmesini erteler, dolayısıyla, Derrida’ya dönersek, beklediğimiz gelse de gerçek anlamda gelmiş olmaz. Ki ancak beklemediğimiz gelir, beklediğimiz halihazırda buradadır zaten.
2
Gurbetçi kelimesi Türkçede midemi bulandıran tek kelimedir. Sürekli duymak zorunda olduğum için değil ama, bu kelimeyi bana ve benim durumumda olanlara karşı kullananların nasıl bir ruh hali içinde olduklarını düşündükçe muhatap olduğum zavallılıktan dolayı. Zor, çok zor olsa gerek, de yapacak bir şey yok maalesef. Hayatımın tümünü, kısa bir intermezzo dışında, Almanya’da geçirdim. Yazları Türkiye’ye gelirdik, tatile değil ama, sadece el öpmeye. Demek istediğim ben bir göçmen ailede büyüdüm, Almanların dediği gibi, ben ein Deutscher mit Migrationshintergrund‘um. Midemi bulandıran o kelimeyle söylemek gerekirse, ki gerekmez. Dolayısıyla ailesi Türkiye’den Almanya’ya göç etmiş bir Türk asıllı Alman’ım ben. Türkiye’deki göçmenleri anlayabiliyorum, her ne kadar bir göçmen olarak onların yaşadıkları birçok zorluğu yaşamadıysam da. Nitekim göç sebeplerimiz oldukça farklı ve tabii ki göç edilen ülke. Kaldı ki ben kendim göç etmedim. Bir keresinde, Hacı Osman Taksim metrosunda seyahat esnasında, Suriyeli, aslında Arapça konuşan göçmenlerin kendi aralarında seslice Arapça konuşmaları dolayısıyla rahatsız olurken yakaladım kendimi. İrkildim. Yıllardır aynı rahatsızlığa sebep olmuş biri olarak, ki ben sesli konuşmam, özellikle toplu taşıma araçlarında, birden karşı tarafta bulunca kendimi tuhaf olmuştum. Üstelik de Türkiyede, hem de bir Alman olarak. Tuhaf gerçekten. Ben Arapları da Afganları da seviyorum. Uzun süre yurtlarını terk edip Almanya’ya göç etmek zorunda kalan Araplarla ve az da olsa Afganlarla çalıştım. Son derece cana yakın, akıllı, çalışkan ve güvenilir insanlar. Türkiyede söylenildiği gibi Almanya’ya göç eden Araplar sadece mesleki olarak nispeten daha fazla eğitim gerektiren mesleklere sahip olanlar değil. Hekim, eczacı, hukukçu ve yüksekokul öğretmenleriyle olduğu gibi, öğretmen, mühendis, mimar ve sanatçılarla da çalıştım. Aynı zamanda çoban, çiftçi, berber ve fırıncılarla da. Üstelik ülkelerinde işsiz ve nispeten plansız programsız bir hayat yaşayan gençlerle de. Oldukça saygılı, terbiyeli, oturmalarına ve kalkmalarına son derece dikkat eden ve mümkün mertebe kurallara ve geleneklere uymaya çalışan, bilmedikleri durumlarda sorup öğrenmek isteyen ve son derece yararlı ve modern bir alışkanlık olarak ellerinde taşıdıkları küçük not defterine sürekli kayıtlar alan insanlar. Her hallerinden belli çevreyi, misafiri oldukları insanları rahatsız etmek istemedikleri ve bunun için azami ölçüde çaba sarf ettikleri. Kıyafetleri, gelirleri ölçüsünde, son derece saf, temiz, zarif ve düzenli, renk uyumu son derece başarılı, hareketleri ölçülü ve göze batmayacak derecede sessiz. Çocukları nazik, terbiyeli, ki bunun sonradan ya da zorunlu olarak, pragmatik saiklerle yani, edinilmiş bir durum olmadığı aşikâr, köklerinin çok fazla derinlere indiğini hissedebiliyor insan. Derslerde genellikle istenilenden fazlasını yapan, özel olarak yaptıkları çalışmaların değerlendirilmesini isteyen, dolayısıyla ders aralarında sürekli soracak soruları olan, çabuk anlayan, kavrayan ve, nasıl başarıyorlarsa içinde bulundukları duruma rağmen, sürekli gülen, muhakkak ve her zaman hediye edecek bir şeyleri olan, hatta yalnız yaşadığımı öğrendikten sonra, özellikle Cuma günleri, evde hazırladıkları ya da hazırlattıkları yiyecekleri yanlarında getirip son derece nazik ve kibar bir dille ve şekilde, diretmeden ve daraltmadan, teklif eden, teşekkür edilmesi durumunda üstelemeyen, ama kırılmayan da güzel insanlar. Özellikle Qur’an okuyabildiğimi ve tabii ki okuduğumu ve Hz. peygamberi oldukça iyi tanıdığımı öğrendikten sonra önce şaşırmış, ardından bana karşı tavırları çok daha değişik bir hal almıştı. Fakat garipler, çok garip. Duyabilen kafalarındaki yüzlerce soruyu, görebilen yüzlerinde taşıdıkları endişeleri, anlayabilen davranışlarındaki tereddüt ve güvensizliği duya, göre ve anlayabilir. Tabii ki istisnaları da var, ama benim genel olarak edindiğim intiba bu yönde. Fakat durumun bu şekil oluşunda Alman devlet ve toplumunun katkısı oldukça fazla. Nitekim sadece teknik ve yasal düzenlemeler değil, içinde yaşadıkları kültürel çevre de onları farkında olmadan belirli bir yöne doğru kanalize ediyor, eğitiyor. Sokakta yürürken kimsenin bağırarak çağırarak konuşmadığını, sallana sallana yürümediğini gören bir kişi haliyle sesini kısar, bedenini toplar. Yolunu çöp yığınları arasından bulmak zorunda olmayan biri elindeki çöpü ilk bulduğu köşeye atmaz. Karşılaştığı her insanın selamına ve tebessümüne muhatap olan bir insan, belirli bir süre sonra karşılaştığı insanlara selam verir ve yüzlerine güler. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ben Arapların, Türklerin aksine, nispeten kısa bir süre içerisinde Alman toplumuna kolayca ve başarıyla entegre olabileceklerine ve aynı topluma son derece fazla katkı sağlayabileceklerine, dolayısıyla Arapların Alman toplumu için bir zenginlik, Almanya’nın sunduğu imkanların ise Araplar için kaliteli ve mutlu, her şeyden önce güven içerisinde bir yaşam sürme imkânı bağlamında sağlam bir zemin teşkil ettiklerine inanıyorum. Sadece Araplar için değil tabii ki, dünyanın dört köşesinden Almanya’ya gelen herkes için aynı şey geçerli. Almanya’da yaşamak bir ayrıcalıktır, bunun farkında gelen herkes ve bir şeyin daha farkında aynı herkes, bu ayrıcalığın bir bedeli var.
3
Wir Deutsche sind Hegelianer…
Biz Almanlar Hegel’ciyiz…
Friedrich Nietzsche
Friedrich Hegel‘in kısa fakat tanınan bir metninin başlığı Wer denkt abstrak? sorusunu taşır, kim soyut düşünür? Hegel bu soruya son derece ilginç bir cevap verir. Soyut derken, haddizatında soyutlama fiilinden söz ederken, arızi olanı arındırıp şeye ulaşmak kastedilir genel olarak. Bu durumda herhangi bir şey onu o şey yapan şey üzerinden düşünülür. Ve bu şekil bir düşünme genel olarak konunun uzmanlarının sergilediği, haddizatında, Hegel’in söylediği gibi, eğitimli, meseleye ön yargısız, bilgili ve aslında olması gerektiği gibi yaklaşanların düşünme tarzı olarak kabul edilir. Cahil kitle ise somut düşünür. Hegel bunun tam tersini ileri sürer oysa, nitekim cahil kitledir soyut düşünen ona göre, çünkü o son derece girift bir meseleyi tek bir noktaya kilitler ve yargılar. Ufku dardır. Tek bir şeyi havaya atıp tutanla, on tanesiyle gösteri yapan bir jonglör arasındaki fark gibi yani. Hegel’in verdiği örneklerden biri şöyle. Mesela bir katili düşünün der Hegel ve söz konusu katili idam sehpasına doğru yürürken tasavvur edin. Onu gören hanımefendiler söz konusu katilin ne kadar güçlü, ne kadar yakışıklı, ne kadar ilginç bir adam olduğunu söylerler. Ahlaksız kitle ahlak adına ayaklanır anında bunu duyunca, vay efendim siz bir katil için güzel sıfatını nasıl kullanabilirsiniz. Sizin de aslında ondan bir farkınız yok. Şeylerin temellerinde ve kalplerin en ücra köşelerinde nelerin olup bittiğinden en ince noktasına kadar haberdar olan din/ci adam/ı hemen atlar ortaya: Ey ahali, bu şahit olduğunuz kendini bir şey sanan, halkı küçümseyen, ona köylü diyen, koyun muamelesi yapan güruhun ahlaksızlığının bir göstergesidir. Onlar bir katile güzel diyecek kadar şirazesi şaşmış olanlardır. Oysa bir insantanır, ein Menschenkenner, meseleye çok farklı yaklaşır, soyutlamaz, somuta iner. O katilin yaşamı boyunca nelerle karşılaştığına bakar, eğitimini göz önüne alır ve görür ki onun kötü bir eğitim hayatı olmuştur, kötü bir aile ortamında yetişmiştir, öyle ki yaptığı en küçük yanlışta orantısız sertlikte cezalara muhatap kalmış, bu orantısız şiddet onu toplum düzenine karşı kinle doldurmuş ve onu onun dışına itmiştir. O artık ancak suç işleyerek ayakta kalabilecek durumdadır. Bütün bunlar katil için birer mazeret değildir tabii ki. Sadece kompleks bir meseleyi hak ettiği giriftlikte düşünmektir, aslında düşünmektir sadece ve meseleyi bütün giriftliğinden soyutlayıp daraltmak, tek bir noktaya kilitlemek değil. Filozof somut düşünür, ideolog, provakatör ve propagandacılar -hangi renkten olursa olsun- soyut. Nitekim onların derdi olup biteni anlamak değil kullanmaktır. Diyalektik düşünceyi bir cümleyle özetleyerek bitirmek istiyorum. Hegel’in kendisi bir Schwabe ve onlar Almanca değil schwäbisch konuşurlar. Biraz bizim Trabzonlular gibi, ne dediklerini ancak kendilerinden olanlar anlar.
Almanca:
Nichts ist umsonst, nur der Tod, und der kostet das Leben.
Schwäbisch:
Nix isch omsonscht, bloß dr Tod, und der koscht’s Läba.
Türkçe:
Hiçbir şeye hiçbir şey ödemeden sahip olamasın, ancak ölüme, onu da hayatınla ödersin.
Mustafa Küçükhüseyin