Durdurun dünyayı başım dönüyor.

Ferdi Tayfur

Bütün bir Felsefe tarihini Alfred North Whitehead‘le birlikte Ferdi Tayfur‘un bu cümlesi altında toplayabiliriz kanımca, toplamalıyız da haddizatında. Mesele ta ilk günden itibaren bu sürekli dönen dünyayı bir şekilde nasıl durduracağız, nasıl durduracağız ki bir bakalım ve anlayalım neymiş ve nasılmış diye, ki buna o dönen dünyanın bir parçası olarak kendimiz de dahiliz. Hareket eden, değişen şeyleri sevmiyoruz, tedirgin oluyoruz. Ne diyorlar, köpekler ya da ayılar, tam olarak hatırlayamadım şimdi, ki bazen insan şeklindeki yaratıklar karşısında da hareket etmeden öylece kalın, çünkü köpekler ya da ayılar ve tabii ki söz konusu yaratıklar da hareketi sevmiyor, bir tehlike olarak alıgılıyorlar. İnsanlar da öyle aslında, fakat biz bu korkuyla farklı şekillerde başa çıkıyoruz, havlamıyor, böğürmüyor, kimseyi ısırmıyor, kimseye saldırmıyoruz. Polisler silah çekip dur ihtarında bulundukları kişinin elinde silah olarak harekete geçmesi üzerine ilk anda söz konusu kişiyi etkisizleştirmek için ateş etme hakkına sahiptirler, nitekim hareket eden teslim olmak için de ateş etmek için de davranmış olabilir. Bunu bilemez polis ve işte tam olarak bu bilinmezliktir harekette rahatsızlık veren. Polisler ele geçirdikleri kişilerden ellerini göstermelerini isterler ayrıca, çünkü eller, kısmen de ayaklardır hareketin mekanı, en azından mecazen. Elin ayağın dursun derler. Karşılaştığımız kişilere elimizi veririz, gösteririz aslında, aslında tut, durdur elimi deriz, senin için bir tehlike arz etmiyorum anlamında. Allah bile el mecazını kullanır kendi hareketi için ya da biz Allah için aynı mecazı uygularız. Ağanın, Allah’ın eli tutulmaz deriz. Matematik başka nedir ki eğer hareketi durdurmak, kontrol altına almak, görünür ve anlaşılır kılmak, haddizatında, oxymoronik bir ifadeyle, sabit bir hareket oluşturmak değilse. Yerinde durmalı bir şey, her zaman aynı kalmalı. Bir düşünün, her sabah uyandığınızda yanınızda yatan kişi bir başkası. Aman Allah’ım dersiniz önce, en azından ben de dahil olmak üzere bir çoğumuz, cennete mi düştüm ne? Ki biliyoruzki cenneti, ben de öyle, böyle hayal edenlerin sayısı oldukça fazla. Fakat yorulmaya başlarsınız sonra, nitekim her nimetin bir külfeti vardır. Birini akşama kadar ne kadar tanıyabilirsiniz ki? Kimileri elli yıllık eşini tanımıyor, bir sabah uyanıyor ve bu yanımda yatan kim diyor. Alzheimerdan söz etmiyorum haliyle. Dünkü tecrübenizi dünde bırakarak bugün yeniden sıfırdan başlarsınız, başlamak zorunda kalırsınız. Cennet cehenneme dönüşür. Göçmenlere karşı tedirginliğin arkasında yatan da budur aslında, aslında genel olarak yabancılara, yabancı olan her şeye karşı. Tanımıyoruz, bilmiyoruz, ne zaman ne yapacağı, nasıl davranacağı, nasıl tepki vereceği, haddizatında verdiği tepkinin kendisi meçhul, dolayısıyla ona karşı nasıl davranacağımızı kestiremiyoruz, onun davranışlarını hakeza ve bu bizi sürekli dikkatli olmaya, düşünmeye ve hesap etmeye zorluyor ve bu da yoruyor, çok yoruyor. Muhatap olduğumuz tepkiler anschlussfaehig değiller bu durumda, yani hareket eden bir şeyin ardına asılırcasına asılarak hayatla birlikte pürüssüzce akıp gitmemize imkan vermiyor. Takılıp kalıyoruz, dilimiz, zihnimiz tutuluyor. Dünya elimizden tutmuyor bir nevi. Paul Celan‘ın dizesi gibi adeta, die Welt ist fort, ich muss dich tragen, yani onu sırtıma yükleyip çekip gidiyor dünya. By the way, Emanuel Levinas‘a göre etik tam olarak budur işte, yani onu, o neyse artık, tamamıyla ve çırılçıplak ve desteksizce yüklenmek, sırtına almak. İnsanın dizlerinin, yüreğinin ve zihninin çatırdamasına rağmen bu yükü taşımak. Martin Heidegger‘nın çekicini de düşünebilirsiniz ya da, dolayısıyla yabancı bir şeyle karşı karşıya kalmak çekicin kırılması demektir. Çekiç kırılana kadar ne yapacağımı düşünmem, ne yaptığımın farkında bile olmam. Fakat kırılınca düşünmek, karar vermek zorundayım artık, nitekim tam o anda dünya çeker gider ve ben bir başıma onunla baş başa kalırım. Niklas Luhman sistemin işlevini Komplexitaetreduzierung olarak tanımlıyor, yani çevresel giriftliğin azaltılması, aslında çevreden gelen enformasyonun bana ulaşana kadar ve önce bir ön işleme tabi tutulması. Daha da aslında mümkün mertebe hareketin, değişkenliğin azaltılması, belirli ölçüde bir sebatın, bir sürekliliğin, bir kendindenliğin sağlanması. Nitekim her gelen enformasyonu her seferinde yeniden işleme tabi tutmak gelen enformasyonun çokluğunu ve devamlılığını hesaba katarsak imkansızdır. Açığız nitekim, ap açık. Söz konusu azaltma bir çerçeve oluşturma imkanı veriyor son tahlilde, güvenebileceğim ve içinde kendimi evimde, dünyamda (Lebenswelt) hissedebileceğim bir çerçeve. Tekrar, tekrar olarak rahatlatır, güven verir, yük alır. Dolayısıyla burada bir outsourcing söz konusu bir yerde, sisteme devrettiğimiz bir işlev. Sırtımızdan yük atıyoruz yani. Yerinde durmayan hiç bir şeye itibar etmiyoruz demiştim kısmen. İbrahim’i düşünün mesela, o da sevmiyor hareket edenleri, dolayısıyla batanları çıkanları. Allah’a yakıştıramıyor değişkenliği, nitekim değişmek bir ihtiyaca dayanır. Isaac Newton‘ın söylediği gibi aslında, bir şeyin beni harekete geçirmesi ya da durdurması lazım durmam ya da hareket etmem için, çıkış noktası olarak hangi durumu seçersem artık. Eğlenmek, neşelenmek, rahatlamak için tamam, dans ediyoruz, şarkı söylüyoruz, ki müzik dili, aslında dünyayı harekete, o anlamda harekete geçirmek demektir. Karnaval yılda bir gün de olsa sabit, yerinde, haddizatında yerli yerinde duran bir dünyanın, muhafazakarların en korkunç kabusu, harekete geçirilmesi üzerinden rahatlamak içindir, çünkü hareketsizlik de yorar, belki de daha fazla. 

Eski Yunan hareket etmek ve sabit durmak arasında karar kılamazken Platon girer devreye ve bir şekilde ikisini bir araya getirir, kendince bir çerçeveye oturtur, dolayısıyla bir çerçeve oluşturur. Thomas Mann‘ın harikulade ifadesiyle Platon’a göre die Dinge dieser Welt haben kein wahres Sein: sie werden immer, sind aber nie, bu dünyanın şeylerinin hakiki bir Olmakları yoktur, sürekli oluşmaktadırlar, ama hiçbir zaman değiller. Hakiki bir idrakin objeleri olamazlar öyleyse. Öyle olabilmeleri için, tekrar ediyorum özür dileyerek, yerlerinde durmaları, aynı kalmaları gerekir çünkü. Onlar ise birer gölgedirler sadece, duvara yansıyan alev gibi. Galileo Galilei güneş üzerinde gözlemlediği alevlerden yola çıkarak yukarıda da her şeyin öyle sanıldığı gibi aynı olmadığını ve kalmadığını söylemişti. Gerçek, bu demek ezeli ve ebedi Olmak-ta-Olan, değişmeyen, aynı kalan, o şeylerin gölgeleri oldukları kökresim‘ler (Urbild/archetype), ἰδέα‘lardır. Dolayısıyla sadece ve ancak bu kökresimler idrakin objesi olabilirler. Mann’la devam edersek, ki burası muhteşem, dolayısıyla birebir çevirmem gerek:

Der Löwe, das ist die Idee, ein Löwe, das ist bloße Erscheinung und kann folglich nich Gegenstand reiner Erkenntnis sein. Zwar ließe sich, banal genug, der Einwand erheben, daß nur das Erscheinungsbild des einzelnen, ’empirischen’ Löwen uns die Möglichkeit gewährt, über den Löwen als solchen und überhaupt, den Löwen als Idee, Erkenntnisse zu gewinnen. Aber eben die sofortige geistige Unterordnung der am einzelnen Erscheinungsbilde des Löwen gemachten Erfahrung unter die »leonitas«, die Idee des Löwen, das reine und allgemeine Gedankenbild von ihm, die Subsumierung jeder speziellen und zeitlichen Wahrnehmung unter das Generelle und Geistige, eine Abstarktionsleistung also, die Durchschauung jeder bedingten und vergänglichen Wirklichkeit, die Vertiefung und Läuterung des bloßen Sehens zur Anschauung der unbedingten, ungetrübten und immer seienden Wahrheit, die hinter und über den vielfachen Einzelerscheinungen steht und auf deren Namen diese hört – das ist die philosophische Zumutung, die Platon den Menschen seiner Zeit stellte.

Aslan, ki kökresim budur, ve bir aslan, bu ise sadece yansımadır ve dolayısıyla saf idrakin nesnesi olamaz. Gerçi, oldukça basitçe, şöyle bir karşı çıkış mümkün olabilir ve denilebilir ki sadece bir tek ‘ampirik’ aslanın yansıyan resmidir bize aslan hakkında aslan olarak ve genelde, dolayısıyla aslan ideası bağlamında idrake ulaşma imkanını veren. De işte tam olarak aslanın bu bir tek yansınyan resminde yapılan tecrübenin aralıksızca »leonitas«’ın, aslan ideasının yani, dolayısıyla onun arı ve genel düşünce resminin altında gerçekleşen zihinsel konumlandırılması, her tür özel ve zamansal duyumsamanın genel ve zihinsel olanın altında toplanması, bir soyutlama başarısı yani, yani her tür şartlı ve geçici gerçekliğin içinden bakabilme, sırf görmenin derinleştirilerek ve arındırılarak katman katman ve tek tek yansıyanın arkasında ve ötesinde duran ve söz konusu ismi taşıyan şartsız, bulanık olmayan ve zaman ötesi hakikatin algısına dönüştürümesi meselesi – budur işte Platon’nun zamandaşlarından beklediği felsefi beceri.

Bu demek Platon değişenden değişmeyene, hareket edenden durana, geçici olandan kalıcı olana geçmeyi, bir şekilde olup bitenin, hareketin, yani aslında perdenin (berzah) arkasına bakmayı felsefi uğraşın taşıyıcı unsuru olarak kabul ediyor. Bu ama felsefe değil, dünyayla başa çıkamayan, yorgun, argın ve hayal kırıklığı yaşamış, dolayısıyla kin biriktirmiş, haddini ve kendini bilmez bir adamın intikam planıdır sadece. Dünyadaki bütün kötülüklerin ana rahmidir burası aslında. Burası bilimin ve ahlakın ilk kez bir arada ve bu denli etkince görünür oldukları noktadır da. Nitekim geçici olanın kalıcı olandan ayrıştırılması, dolayısıyla çirkin bir hiyerarşinin devreye sokulması, sadece idrakin objesinin ne olduğunu, yani bilimin sorusunu cevaplamıyor, ne olması gerektiğini, dolayısıyla ahlakın alanını da belirliyor temelde. Platon’u bir sanatçı olarak ileri sürmek tuhaf olsa da, bir sanatsal yönü de var ayrıca bütün bu olup bitenin. Ve burası tabii ki otorite, yetki, selahiyet (expertise) ve benzeri şeytani ve ahlaksız kavramlar için bir münbit tarladır da aynı zamanda. Öyle ki, mesela, Platon’dan yaklaşık 2500 yıl sonra Türkiyenin en önemli vaizlerinden sayın Of’lu İhsan Fazlıoğlu Platon’un ucuz bir kopyası olarak ve aynı müstağni ve misantropik edayı takınarak neredeyse hocasıyla birebir aynı şeyleri söylüyor, söyleyebiliyor haddizatında: Ey cemaat, lütfen şu kişiler vaazlarıma gelmesinler: 1-Günlük siyasetin diliyle düşünen; 2- Mefhuma değil lafza dikkat kesilen; 3-Fikirler-ile değil, kişiler-ile uğraşan. Yediriyor da Üstad-ı Azam. Dedim ya münbit, fakat bir o kadar da kirli bir toprak. Sayın Of’lunun meslektaşı bir başka vaiz, Denzel Washington, bir vaazında Platon’u şu şekilde özetliyor: So never give up. Without commitment you will never start. But more importantly, without consistency you will never finish. Its not easy, keep working, keep striving, never give up. Ease is a greater threat to progress than hardship. So keep moving, keep growing, keep learning. Ve can alıcı nokta: small minds discuss other people, good minds discuss events and great minds discuss ideas. Aradaki benzerlik, Almancada dediğimiz gibi,  frappierend, afallaştırıcı yani. Tenin siyah olması gerekmiyor, insanın zihninin, biraz da kalbinin siyah olması yetiyor anlaşılan. 

3

Thomas Mann’a göre sanatçı günahlara, etin dünyasına dalma, orada yuvalanma hakkına sahiptir, nitekim o, aynı zamanda, kendisini öte dünyanın elemanı olarak bilir. Bu aslında bir lanettir de. Onun görevi işte o öteyi bu etin içerisinde görünür kılmaktır, ona doğru bir yol bulmaktır, elinden tutmaktır o yolu yalnız ve bir başına bulamayan, yürüyemeyenlerin, bir nevi yol açmak, yol arkadaşı olmaktır. O bir aracıdır yani, ay gibi bir nevi. Eskiler için, Thomas Mann’dan aktarıyorum,

…war das Mondgestirn merkwürdig und heilig in seiner Doppeldeutigkeit, in seiner Mittel- und Mittlerstellung zwischen der solaren und der irdischen, der geistigen und stofflichen Welt. Weiblich empfangend im Verhaeltnis zur Sonne, aber maennlich zeugerisch im Verhaeltnis zur Erde, war der Mond ihnen der unreinste der himmlischen, aber der reinste der irdischen Körper. Er gehörte zwar noch der stofflichen Welt an, nahm aber in dieser die höchste, geistigste, ins Solarische übergehende Stelle ein und webte an der Grenze zweier Reiche, sie zugleich scheidend und verbindend, die Einheit des Alls verbürgend, der Dolmetsch zwischen sterblichen uns Unsterblichen. – Genau dies denn also ist die Stellung der Kunst zwischen Geist und Leben. […] Platon als Künstler … Wir wollen festhalten, dass eine Philosophie nicht nur […] durch ihre Moral [und] Weisheitslehre wirkt […], sondern auch und besonders durch dies Welterlebnis selbst, das ja übrigens auch das Essentielle, Primaere, Persönliche an einer Philosophie ist – und nicht die intellektuell-moralische Zutat der Heils- und Wahrheitslehre. Es bleibt viel übrig, wenn man von einem Philosophen seine Philosophie abzieht, und schlimm waere es, wenn nichts übrig bliebe. 

…ay cismi çift anlamlılığında, güneş ve yerküre, zihinsel ve maddi dünya arasındaki ara ve aracı konumunda önemli ve kutsaldır da. Güneşle ilişkisinde dişil ve alıcı, fakat yer küre ile olanda eril ve üretici olarak ay eskiler için gök taşlarının en kirlisi, fakat yerinkilerin en temizidir aynı zamanda. Maddi dünyaya aittir ait olmasına aslında, hala daha, fakat onda zihinsel, güneşe ait olana giren en yüksek noktayı teşkil eden olarak ve bu iki dünya arasındaki sınırda hem birleştirici hem de ayrıştırıcı ağı örerek, dolayısıyla evrenin birliğine kefil olup ölümsüz ve ölümlülerin tercümanıdır da. – Tam olarak budur sanatın ruh ve yaşam arasındaki konumu işte. Sanatçı olarak Platon … Şunu tespit etmek istiyoruz ki bir felsefe sadece ahlak ve bilgelik öğretisi üzerinden değil, aynı zamanda ve özellikle de dünyayı yaşantılamasının bizzat kendisi üzerinden etkin olur, ki bir felsefenin özünü teşkil eden, onda birincil ve şahsi olan da aslında budur – yoksa onun kurtuluş (hidayet) ve hakikat öğretisinin entelektüel-ahlaki katkıları değil. Bir filozoftan felsefesini çekip çıkarttıktan sonra çok fazla şey kalır geriye, ki öyle olmasaydı şayet çok kötü olurdu haddizatında.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN