1

Sanki bütün bu zahmetlere katlanmak, bu denli koca bir yükün altına girmek zorundaymış gibi Kafka, sanki insan için kurtuluşun mümkün olmadığını, mutlak’a giden yolun ona kapalı, hayatının karanlık, karmaşık ya da koca bir Hiç’in içine tutulmuş ve yapabileceğinin sadece ve ancak suskun ve sessizce ve çok da fazla umut etmeden ve soru sormadan ona verilen işi adam gibi yapmak ve bu şekilde kendisinden tam da bunu isteyen ve bekleyen bir dünyaya ayak uydurmak olduğunu söylemesi yetmezmiş gibi.

Als ob es der Sisyphusarbeit Kafkas bedurft hätte, als ob es die Maelstrom-Gewalt seines Werkes erklärte, wenn er nichts anderes sagte, als daß dem Menschen das Heil verloren, der Weg zum Absoluten verstellt, daß sein Leben dunkel, verworren oder, wie man das heute so nennt, ins Nichts gehalten sei, und daß ihm nichts bleibe, als bescheiden und ohne viel Hoffnung die nächsten Pflichten zu besorgen und einer Gemeinschaft sich einzufügen, die genau dies erwartet.

Theodor W. Adorno

Hepimiz bir şekilde bir yerden başlarız, başlamak zorundayız (Jacques Derrida, Il faut commencer quelque part  nous sommes). Ben de bir şekilde bir yerden başladım. Kitap tavsiyeleri almadım hiçbir zaman, almıyorum da ve çok özel durumlar dışında kimseye kitap tavsiye etmedim, etmiyorum da. Her konuda olduğu gibi bu konuda da burnumun dikine gitmeyi seviyorum, yani kendi işimi kendim hallediyorum. Nitekim Peygamberimden öyle öğrendim. Okuduğum herhangi bir kitaptan yola çıkarak kendime bir yol çizdim her zaman ve aynı şekilde çizmeye de devam ediyorum. 82-83 yıllarındaydı sanırım salonda dolabın üzerinde aranırken elimin yeşil kapaklı bir kitaba takılıp kalması. 13-14 yaşlarındaydım henüz, çocuk daha. Babam öyle çok müslüman bir adam değildi o zamanlar, Annem de. Dini bütün bir ailede büyümedim yani. Kitapla ve okumayla da pek iyi sayılmazdı arası ailemin. Muhtemelen Babama gittiği bir camide, belki de farklı bir vesileyle bulunduğu bir ortamda verilmiş, ya da kendisi bir kitap almak durumunda kalınca, isminden dolayı olsa gerek, söz konusu kitabı seçmişti. Ardından elimin uzandığı salondaki dolabın üzerine bırakmış ve unutmuştu zaten. Bazen düşünüyorum; elim o gün babamın o dolabın üzerine bırakıp da unuttuğu o kitaba takılıp kalmasaydı, ya da Babam o kitabı alıp getirip oraya bırakmasaydı hayatım nasıl olurdu? Farklı olurdu belki; yo, kesinlikle farklı olurdu; olması gerektiği gibi olurdu. En azından olmaması gerektiği gibi olmazdı. Seyyid Qutb, İslam’da Sosyal Adalet. O gün olduğum yaşta zihni tertemiz ve yaşamayı seven bir çocuk için okunması gereken en son kitaplardan biri. Müteakip on yıl içerisinde neredeyse bütün İslamcı literatürü okumuş, çok fazla yorularak ve çok şey kaybederek, kelimenin tam anlamıyla dibine kadar tükenerek, daha sonra geriye dönük fark etmek zorunda kalacağım gibi adım adım ve git gide artan bir tutkuyla hiçbir zaman ait olmadığım ve hiçbir zaman da ait olmak istemediğim karanlık bir kimliğe ve dünyaya kurban etmiştim kendimi. Allah affetmesin, cehenneme atsın, yaksın kül etsin beni.

2

Near midnight on 29 June 2009’a goods train derailed outside the station of the Italian resort of Viareggio. Its cargo of natural gas exploded causing many deaths and terrible injuries. Among the victims were people sleeping at home, a couple riding by on a motorscooter, a man walking back from an evening with friends at a bar . . . I’d passed through the station a few hours before, but this accident was not meant for me. It provoked a furious outburst of attempts to make sense of it: a terrorist attack, an act of God, negligent maintenance of the track or rolling-stock . . . all stories intent on explaining away the accident.

29 Haziran 2009’un gece yarısına yakın bir yük treni İtalyan tatil beldesi Viareggio istasyonuna girişte raydan çıktı. Taşıdığı gazın patlaması çok sayıda ölüme ve ağır yaralanmalara yol açtı. Yaşamını kaybedenler arasında evinde uyuyan insanlar, motosiklet üzerinde yol alan bir çift, arkadaşlarıyla buluştuğu bir eğlenceden yürüyerek evine dönen bir adam vardı… Ben birkaç saat önce geçmiştim aynı istasyondan, dolayısıyla bu kaza benim için öngörülmemişti. Herkes bir şeyler söylüyordu olan biteni bir şekilde açıklayabilmek, olanlara bir anlam verebilmek için: kimine göre terör eylemi, kimine göre Allah’ın işi, kimine göre de raylarda ya da vagonlarda ihmal edilmiş bir bakım … hepsi de olup biteni bir şeklide açıklayarak ortadan kaldırma çabası. 

Howard Caygill

On, belki de bir ya da birkaç yıl daha fazla sonra zihnimde oldukça fazla kitap ismi birikmiş bir halde ve aynılarından önemli addettiklerimi kaydettiğim bir listeyle birlikte Sarıyer’de bir kitapçıya girdim ve içeriye girer girmez bana doğru yaklaşan nazik ve mütebessim satıcıya, henüz daha selam vermeden üstelik, elimdeki listeyi uzatarak bu kitapları sizden temin etmem mümkün mü acaba? diye sordum. 20’li yaşların ortalarındaydım artık. Üzgünüm… dedi satıcı yüzündeki tebessümü düşürmeden ve eline aldığı listeye kısaca bir göz attıktan sonra, …bu kitapları temin edebilmek için Cağaloğlu’na çıkmanız gerekecek. Hoşuma gitmemişti aldığım cevap ve listeyi geri almak için elimi uzattığımda içeriye girerken görme alanıma düşen yaşlı beyefendinin arka tarafta oturduğu yerden kalkıp yanımıza geldiğini ve bana uzatılan listeyi ben alamadan önce eline geçirdiğini farkettim. Gözlüğünü gözlerine indirerek listeye ardından tekrar başının üzerine çıkartıp başına oturtarak bana baktı ve listede ilk sırada yazılı olan isme işaret ederek bunu ne yapacaksın? Hem vaktine hem parana hem aklına hem de imanına yazık, bırak, boş ver dedi ve listeyi bana geri uzattı. Biraz, aslında birazdan biraz daha fazla irite olmuştum. Nitekim işaret ettiği isim Abu Hamid al-Ghazali, işaret ettiği kitap İhya-u Ulumi’d-Din‘di. Hiçbir şey söylemedim fakat, listeyi aldım, teşekkür ettim ve yüzümde ilk anda açıklayamadığım bir rahatlığın belirtisi olan hafif bir tebessümle birlikte, kelimenin her anlamıyla, dışarıya çıktım. Muhtemelen içimde gizli gizli ve farkında olmadan büyüyen ve yine muhtemelen bir türlü kabul edemeyip sürekli ertelediğim bir duygunun son noktasını koymuş, bana sırtımda taşıdığım fakat bana ait olmayan kocaman ve ağır yükü hatırlatmıştı yaşlı beyefendi. Her şeyin bittiği, diğer hiçbir şeyin başlamadığı gün o gün oldu benim için aslında. Etrafımdaki karanlığın farkına o gün vardım ve elimdeki listeyi avuçlarımda küçük bir kâğıt topu haline yuvarladıktan sonra usulca ve sessizce ilk rastladığım çöp tenekesine bıraktım. Fakat çok geçti artık; bazen geç olur, çok geç olur bazen; bazen sadece hatanızı görüp bitirecek kadar zaman ve imkân verilir size, ki bu da bir lütuf, fakat yeniden başlayacak kadar değil. Onunla yaşamak zorunda kalırsınız, bir nevi onu taşımak. Ama siz yine de direnirsiniz, ama olmaz. Ve cehennem işte o zaman çöker üzerinize. Ötesi sadece uzantısı berinin. Tabii ki hiçbirimiz Nietzsche değiliz, hiçbirimiz kaybedemiyoruz kendimizi, ya da Allah Nietzsche kadar sevmiyor, kaybediyor ama kaybettirmiyor bize bizi.

3

Schicksal, ich folge dir!
Und wollt’ ich nicht, ich müsst’
es doch und unter Seufzen tun!

Kader, arkandan geliyorum!
Ki istemesem bile, yine de
inleye inleye mecburum.

Friedrich Nietzsche

30 ya da 31 Aralık 2006. Yaşlı beyefendinin yanından ayrıldıktan yaklaşık on, on bir yıl sonra. Kurban Bayramının birinci ya da ikinci günü, tam olarak hatırlayamıyorum. Dolayısıyla ya bir gün önce ya da o günün sabahı Birleşik Devletler Saddam Hüseyin‘i idam etmişlerdi, duymuştum fakat ilgilenememiştim. Eve girdiğimde oldukça ilerlemişti saat, sanırım 01:00 ya da 02:00’dı. Bilgisayarın karşısına oturdum ve o gün çıkmadan önce tamamladığım bir yazıyı son kez gözden geçirerek bitirmek istedim sadece. Nasıl oldu bilmiyorum, muhtemelen bir E-Mail’e eklenmiş bir link üzerinden, söz konusu idam sahnesinin amatör bir kamerayla çekilmiş görüntüleriyle karşı karşıya buldum kendimi. Çaresizlik nedir diye sorulsa, çaresizliğin resmi istense, elleri arkadan bağlı, etrafında kendisine galiz küfürler eden maskeli cellatların cirit attığı, basık, dar ve karanlık bir mekânda bir taraftan cellatlarına cevap vermeye, diğer taraftan son anlarını yaşıyor ve son sözlerini söylemenin vakti geldiği bilinciyle cellatların tüm itip kalkmalarına rağmen dik durmaya ve inandığı Allah’ın ve Rasulünün ismini diline getirmeye çalışan Saddam Hüseyin’in o anki resmini verirdim. Hz. Muhammed’in ismi dilinde verdi son nefesini. Boynunun kırılırken çıkarttığı ses hala daha kulaklarımda. Ve ardından ipte sallanışı ve en nihayetinde ölü bedeninin bir bank üzerine terkedilişi. Tam sekiz yıl kendime gelemedim o sahneden sonra, sekiz koca yıl. Hayatım durdu o an, her şey bitti. Ve kendime geldiğimde dünya artık bıraktığım dünya değildi, dünya değildi. Kim olursa olsun, hiçbir insan evladı bu muameleyi hak etmez, hiçbiri. En son ne düşünmüştür? Aklından ne geçmiştir? Kimi düşünmüştür, neyi düşünmüştür? Nasıl bir çaresizlik hissetmiştir; korkmuş mudur? Üzülmüş müdür? Gözleri yaşarmış mıdır? Pişman olmuş mudur? Canı yanmış mıdır? Kendisine bir şeyleri açıklamaya çalışmış mıdır? Saatlerce yerimde donmuş kalmış olarak bu ve benzeri soruları geçirdim kafamdan. Sonrasını hatırlamıyorum, meçhul. Uhud’da Müslümanları kılıçtan geçiren Halid‘i af edip onu Allah’ın kılıcı ünvanıyla şereflendiren Allah son nefesinde kendisine sığınan Saddam Hüseyin’i affedebilecek miydi? Ya onun aynı çaresizliği yaşattığı yüz binlerce insan? Diri diri toplu mezarlara gömdükleri, üzerlerine gökten bomba ve gaz yağdırdıkları, gece yarıları eşlerinin koyunlarından, yavrularının yanlarından alıp yaşamlarını söndürdükleri, onurlarını kırdıkları, evlatsız ve yetim bıraktıkları? Onlar rıza gösterebilecekler miydi Allah’ın bu yönde bir karar vermesine? Son nefesinde değil de bir yıl önce tövbe etseydi Saddam olur muydu acaba? Bu yeter miydi? Ya da beş yıl önce? Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum. Bütün bunlar çok fazla benim için, çok çok fazla. Düşünmek bile istemiyorum.

4

Fakat hayat yine de bir şekilde devam ediyor, yaşıyoruz işte. Akşam oluyor, sonra sabah. Kötüler her gün biraz daha kötü, iyiler daha aptal olabilmek için bir sebep buluyor. Dünya dönüyor. Her sabah yeni bir umutla uyanıyor bazılarımız, diğer bazılarımız yine mi? sorusuyla. Gökyüzüne bakıyoruz, günün sahibiyle göz göze geliyoruz. Güveniyoruz ona, her şeyin bir anlamı, bir sebebi vardır mutlaka diyoruz. Gerçekten buna inanıyor muyuz, yoksa kendimizi mi kandırıyoruz, ya da başka bir seçeneğimiz olmadığı için mi böyle yapıyoruz bilmiyoruz, belli olmuyor çünkü, hepsi iç içe giriyor. Kecia Ali‘nin The Lives of Muhammed kitabının ithaf cümleleri şöyle:

This book is dedicated to my children Saadia and Tariq, and to the memory of their sister Shaira (1996– 2012). The standard biographies of Muhammad recount that seven of his eight children died during his lifetime. None of the miracles traditional sources ascribe to him impresses me more than his having survived such loss.

Bu kitabı çocuklarım Saadi ve Tarıq’a ve kız kardeşleri Sharia’nın (1996-2012) hatırasına ithaf ediyorum. Bilinen Hz. Muhammed biyografileri sekiz çocuğundan yedisini kaybettiğini anlatırlar. Geleneksel kaynakların ona izafe ettikleri mucizelerin hiçbirisi bu denli bir acıya katlanabilmiş olması kadar etkilemedi beni.

Sanırım Müslüman olmak ve Müslüman kalabilmek için fazlasıyla yeterli bir sebep, en azından benim için.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN