They who have put out the people’s eyes reproach them of their blindness.

İnsanların gözlerini kör edenler onları görmemekle suçluyor.

John Milton

Avishai Margalit The Decent Society adlı kitabının önsözünde Sidney Morgestern‘le yaptığı bir konuşma esnasında konunun John Rawls‘un The Theory of Justice kibında ileri sürdüğü tezlere geldiği noktada Morgenstern’nin kendisini son derece etkileyen bir iddiayı ileri sürdüğünü söylüyor: …that the urgent problem was not the just society but the decent society, aciliyet arz eden adil değil, saygılı bir toplum oluşturmaktır. O kadar ki Margalit girişte ismini zikrettiğim kitabı bahse konu konuşmada dile gelen iddiada kullanılan bir ibareyle başlıklandırmış görüldüğü gibi. Decent kelimesini saygılı olarak çevirdim, kitabın Almanca tercümesi Politik der Würde, Onur Siyaseti kelime kelime çevirisiyle. Temelde insan onurunu zedelemeyecek bir siyaset talebi diyebiliriz. Dezent sıfatı Almancada ne olursa olsun gerektiği gibi, düzgün, yerinde, uygun ve gayri aşırı, aslında ölçülü bir şekilde sergilenen her tür tavrı niteler. Mesela kadınların kıyafetleri bağlamında çok fazla açık olmayan, kendini koruyan ve teşhir etmeyen tarzlar için kullanılır. İngilizcede biraz daha farklı bir anlamı içeriyor. Margalit aynı kitabın giriş bölümünde biraz daha açıyor meseleyi: I distinguish between a decent society and a civilized one, saygılı toplum ile medeni toplum arasında bir fark görüyorum. Ve ardından söz konusu kavramları açıklıyor: A civilized society is one whose members do not humiliate one another, medeni bir toplum üyelerinin birbirlerinin onurunu kırmadıkları toplumdur. Humiliate kavramının anlam kapsamı oldukça geniştir aslında: aşağılamak, sindirmek, hakarete maruz bırakmak, onurunu kırmak, izzetini yaralamak, şerefine dil uzatmak ve benzerleri. Friedrich Nietzsche soruyor: Was nennst du schlecht?, Neye/Kime kötü dersin? Den, der immer beschaemen will, sürekli utandırmak isteyene. Dolayısıyla Nietzsche’den yola çıkarak belki de humiliate kavramını yukarıda verdiğim anlamların tümünü altında toplamaya muktedir olan utandırma kelimesiyle karşılayabiliriz. O halde medeni bir toplum üyelerinin birbirlerini utandırmaktan azami derecede kaçındıkları bir toplumdur. A decent society is one in which the institutions do not humiliate people, saygılı bir toplum ise kurumların vatandaşları utandırmaktan azami derecede kaçındıkları toplumdur. Summa summarum ve in toto medeni ve saygılı bir toplum üyelerinin birbirlerini ve kurumların vatandaşları utandırmaktan azami derecede kaçındıkları toplumdur öyleyse. Nietzsche tekrar soruyor: Was ist dir das Menschlichste? Nedir en insani olan senin için? Jemandem Scham ersparen, kimseyi[, düşmanını dahi,] utandırmamak.

2

Utanma duygusu temelde insanın bir şekilde sınırlarının açılması anlamına gelir. Ya siz, istemeden ya da farkında olmadan, belirli bir şekilde görünerek, kendinizi göstererek, kendi sınırlarınızı açarsınız, ya da birileri dışardan sizin sınırlarınıza tecavüz eder, yüzünüzü çeker indirir ve sizin istemediğiniz bir şekilde görünmenizi sağlar. Söz konusu sınır yüzünüzün düştüğü, yüzünüzü kaybettiğiniz sınırdır, dolayısıyla, mecazen, çırılçıplak kaldığınız nokta haddizatında. Almancada buna sich entblößen, dolayısıyla sich (reflexiv) oder jemanden (transitiv) bloßstellen diyoruz. İlki daha metaforik, ikincisi daha kelime anlamıyla utandırmak. Türkçede de sanırım yüzünü kaybetmek, yüzünü yere düşürmek gibi ve benzeri ifadeler kullanılır. Bu aslında Avrupa dillerinde Latince kökenli olarak kullanılan Person kelimesiyle alakalıdır büyük ölçüde. En azından Avrupa’da ve en genel olarak bütün anlamlarıyla birlikte, dolayısıyla kelime ve metaforik olarak, maske demektir. Almanca kişi, ya da şahıs yerindedir ve, ilginçtir, dişildir, die Person. Dolayısıyla Almancada bir erkeğe, üçüncü tekil şahıs olarak, işaret edip sie diyebilir, dişil bir zamir kullanabilirsiniz. Tüzel kişilik, ya da hükmi şahsiyet, dolayısıyla doğal şahsiyetin, natürliche Person, karşıtı olarak juristische Person denilir. Maskesi düşmek ifadesi de kullanılır ve bu genelde maskesi düşen için olumsuz, düşüren için ise olumlu bir durum olarak algılanır, sıklıkla, ya da kısmen en azından. Nitekim yalancıların maskesi düşürülür, düşürülmek zorundadır haddizatında, dolayısıyla maskesi düşürülen yalancıysa, yani yüzündeki maske yanlış yerdeyse, bu utandırmak fiili kapsamında ele alınmaz. Buradaki çizgi öyle her zaman kendisini açıkça gösteren bir çizgi olmaktan çok uzaktır. Fakat maskesi düşürülenin taşıdığı maske ait olduğu yerdeyse bu utandırmaktır her halükarda. Her insan maske taşır. Uzun yıllar önce öğretmenlerimden biriyle yaptığım bir tartışmada kendisi ilginç bir benzetme yapmış, hepimiz elbiselerimizin altında ne olduğunu biliyoruz, fakat yine de giyiniyoruz demişti. Çıplaklık başlı başına ve çıplaklık olarak utandıran bir durum değildir tabii ki, Batıda çoktan, Doğuda ise artık. Örneğin bikini giyen bir kadına bir tür bakış onu utandırırken, daha farklı bir bakış rahatsız etmeyebilir. Çok ilginç aslında. Bu bağlamda bizzat kadınlardan duyduğuma göre kendileri erkeklerin bakışlarındaki binlerce nüansı ayırd edebilecek donanımdalar, dolayısıyla muhatap oldukları erkeklerin bakışlarını, öyle ise şayet, taciz olarak algılayabilmekte zorlanmazlar. Son derece netameli ve suistimale açık bir alan aslında bu alan. Ya da bir porno oyuncusunu düşünün. Kamera önünde rahatça sergileyebildiği davranışların herkes tarafından izlenmesinden rahatsız olmazken, haddizatında aynılarını izlensin için sergilerken, akşam evinde eşiyle birlikte geçirdiği zamanın, evet porno oyuncularının da bir eşi olabiliyor, açık kalmış bir perdenin kenarından gizlice izlenmesinden son derece rahatsız olup bundan utanabilir. Çok ince ve hatta neredeyse görünmez ve sıklıkla üst üste ilerleyen, genişleyen ve daralan çizgilerle parsellenmiş ve kesişme alanlarının sürekli ve çok katmanlı olarak değiştiği bir hayatı yaşıyoruz. Dolayısıyla yasal düzenlemelerle upuygun (adäquat) başa çıkabileceğimizden çok fazla girift bir alan burası. Fakat hissedebiliriz, nitekim insanız ve muhatabımızı utandırmamak için sahip olunması gereken her şeye en ince noktasına kadar sahibiz. Ama utandırabiliriz de, nitekim onu utandırmamak için sahip olduğumuz her imkanı onu utandırmak için de kullanabiliriz.

3

Richard Rorty Human Rights, Rationality, and Sentimentality başlıklı makalesinde David Rieff‘in Bosna’dan aktardığı bir rapordan alıntı yapıyor: A Muslim man in Bosanski Petrovac … [was] forced to bite off the penis of a fellow-Muslim … Ve ardından yorumluyor alıntıladığını: The moral to be drawn from Rieff’s stor[y] is that Serbian murderers and rapists do not think of themselves as violating human rights. For they are not doing these things to fellow human beings, but to Muslims. Bu hikayeden çıkan sonuç, Sırp katiller ve tacavüzcüler kendilerinin insan haklarını ihlal ettiklerini düşünmüyorlar, nitekim bütün bu yaptıklarını kendileri gibi insan olanlara değil, Müslümanlara yapıyorlar. Bana kalırsa Rorty bu açıklamasıyla meselenin kapsamını tam olarak açık kılmamış, haddizatında eksik bırakmış da diyebiliriz. Michel Foucault‘nun sonuçlarından yola çıkarak bu tarz bir davranışın bedenselden ruhsala geçiş sürecinin tam kırıldığı noktaya işaret ettiğini söyleyebiliriz aslında. Her ikisi bir arada haddizatında. Nitekim bir Müslüman erkeğin diğer bir Müslüman erkeğin cinsel uzvunu ısırarak kopartması gerekmiyor, ki bu iki erkeği Baba-Oğul olarak düşünürsek mesele daha da anlaşılır, aynısına dokunması, haddizatında bakması bile, -ki, mesela, öpmek zorunda bırakılması çok daha vahim sonuçlar doğurur her ikisi için belki de,- yeterli olur söz konusu Baba-Oğlu en ağır işkenceye maruz bırakabilmek için. Bu senaryoyu daha da vahşileştirebiliriz, ki Müslüman bir kayınpederi geliniyle benzer bir duruma muhatap bırakmak aynılarında tasavvur edilemez hasarlara yol açar. Bu ve benzeri durumlarda utanma duygusunun en ağır, haddizatında geri dönülmez sonuçlar oluşturacak bir tarzda kullanıldığına şahid oluyoruz, ki bu bize söz konusu duygunun ne denli önemli olduğunu açıkça gösteriyor. İnsan kendisi için ölmekten de beteri olan tek canlıdır nitekim. Haliyle, Rorty’nin örneği son derece bariz ve vahşi bir örnek. İnsanlar böyle utandırılmazlar sıklıkla. Bu sınır durumları için geçerlidir. Hz. Muhammed şirki tanımlarken karanlık bir gecede kara bir taşın üzerinde yürüyen kara karıncanın ayak sesleri gibidir der, dolayısıyla onu görmek, duymak ve haddizatında fark etmek neredeyse imkansızdır. Ben Hz. Peygamberin bu benzetmesinden yola çıkarak utandırmanın da en az aynı ölçüde saklı, görünmez ve hatta bazen iyilikler ve güzellikler içinde saklanarak hayat bulduğunu biliyorum. Çok ahlaksız bir durum bu, fakat insanoğlu birbirine karşı sahip olduğu, ya da sahip olduğuna inandığını üstünlüğü yine birbirine hissettirmenin yollarını, sözde muhatabının canını yakmadan, dolayısıyla bedenine fizikî açıdan zarar vermeden ve acı hissettirmeden, bulma konusunda son derece mahirdir: farklı farklı derecelerde utandırarak. Eğer bütün kültürün temeline en iyisiyle beslenmek ve en güzeliyle sevişmek istencini koyarsak, ki bu böyle, kültürün tamamının bu istencin sublimasyonundan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Ve itici gücü utandırmaktır kültür motorunun. Zulme maruz kalmak, Morgenstern’in tespiti bu noktada son derece yerinde haddizatında, sizi bitirmez her zaman, güçlendirir hatta (Nietzsche), fakat yerinde ve zamanında gerçekleşen bir utandırılma size son noktayı koyabilir. Bu bağlamda bir toplumun gelişmişliği sahip olduğu kültürün en ince noktalarına ve en derin katmanlarına kadar sızmış olan bu iptidai istenç tortularını, utandırma çabasını, sızdıkları ve girdikleri en ücra köşelerde ve en karanlık derinlik ve deliklerde bulup çıkartma ve ortadan kaldırma başarısıyla ölçülür son tahlilde. En ileri kültür en adil olan değil, en az utandırılan, haddizatında utandırma araç ve imkanlarının en aza indirildiği, mümkünse ortadan kaldırıldığı kültürdür. Bu bağlamda sadece şeytan değil, Allah da detaylarda saklıdır.

4

Türkiye gibi doğu ve İslam toplumlarında toplumsal işleyişin motorudur utandırmak oysa. Buralarda utandırmadan yürümez işler. Son derece paradoksal görünebilir, fakat Türk toplumunun en başat ahlaki düsturlarından biri, belki de en önde olanı haddini bilmek bile aslında kastedildiği gibi anlaşılırsa, yani haddini bildirmek şeklinde, tam olarak onu salık verir: utandıracaksın. Sonra ne derler? sorusunun arkasında her zaman muhakkak bir şey derler, dolayısıyla kimsenin bir şey demesine fırsat verme gerçeği yatar. Bu da cehennemin pusuya yatmış beklemesi gibi (اِنَّ جَهَنَّمَ كَانَتْ مِرْصَاداًۙ ), birilerinin pusuya yatmış diğerlerinin açığını bekliyor olmasını ön koşar: bu toplumda her zaman zulada bekler birileri. Jean-Paul Sartre‘dan çok önce biliyorduk bunu biz yani. Bu toplumun her değeri, ama istisnasız hepsi, ve hatta en insani, en ilahi ve en masum olanları dahi, bu kod üzerinden çalışır: utandıracaksın. Ve bu karşı tarafa saygı duyacaksın şifresi altında pazarlanır. Sizin babanız saatlerce halk ekmek kuyruğunda beklese mesela, babanıza bakarken ne hissedersiniz?  Hatırlıyorum, babam bir bayramda kendisinden oldukça yaşlı bir camii imamıyla tokalaşırken az biraz eğilmişti, hatta eğilmek dahi değil, omuzlarını, dolayısıyla başını, uzaktan selam verirken yapılırken olduğu gibi aslında, fakat uzakta değildi, hafif biraz öne doğru kırmıştı ve ben bu manzarayı hayatım boyunca unutamadım ve babama hiçbir zaman o olay öncesinde olduğu gibi saygı duyamadım. Utandım çünkü, çok utandım. Allah, Peygamber ve Kutsal Kitap aşkına, bir baba çocuğunun ve eşinin yanında başka bir babaya, o baba kim olursa olsun, Reis seni seviyoruz, sen bizim liderimizsin der mi hiç? Bir babanın lideri olur mu ya? Bu nasıl bir erimişlik, nasıl bir yok olmuşluk, nasıl bir silikliktir? Bir baba başka bir baba önünde, o baba kim olursa olsun, ceketinin düğmelerini ilikler mi, ya da iliklemek zorunda bırakılır mı? Eşiyle, çocuğuyla birlikte tıka basa dolu bir otobüste, ona buna sürünerek, onun bunun kokusunu çekerek, ayakta ve oraya buraya tutunarak yolculuk etmek zorunda kalan bir baba, aynı otobüsün trafik lambasında durmasıyla birlikte yanında duran özel aracın içinde yolculuk eden bir aileyi görüp yanındaki çocuğuyla göz göze geldiğinde ne hisseder? O çocuk ne hisseder? Allah, Peygamber ve Kutsal Kitap adına, bir baba, bir eş, bir otobüsten kafasına fırlatılan çay paketini alıp da evine götürüp pişirip de ailesiyle birlikte oturup da keyifle ve afiyetle içer mi hiç? Bu nasıl bir iştir Allah’ım? Bir baba, hangisi olursa olsun, bir parti bayrağı sallar mı? Bir babanın çocuklarını ve ailesini iyi yaşatmaktan başka bir davası olur mu, Allah aşkına söyleyin olur mu ya? Bunu yapabilmek için birilerine bel bağlamak, birilerini yağlamak, birilerine yavşamak zorunda kalırsa bir baba, bunu yapmaktansa ölmeyi tercih etmez mi hiç? Bir baba başka bir baba olan rektör ya da dekana ya da bölüm başkanı ya da herhangi başka bir insana muhterem sıfatını kullanarak onun önünde sekiz haline geçer mi? Bunu yapan yılışık ilimden, bilimden, akademiden, ne bileyim işte, benzer şeylerden söz edebilir mi hiç? Ya bundan hoşnut olan, hatta talep eden? Ona ne demeli? Aklım almıyor? Kurban bayramlarında insanları sıraya dizip ve ellerine bir çanak tutuşturup saatlerce beklettikten sonra bir parça etle eve göndermekle mi razı oluyor, tatmin buluyor sizin Allah’ınız? Ellerinizde paketlerle, sırtınızda üniformanızla, koca koca reklamlarla kaplı arabalarınızla davul zurna çalarak insanların kapılarına dayanıp, boy boy resimler çektirerek o paketleri o insanlara bir lütuf diye sunmakla mı razı edebiliyorsunuz onu ancak?  Ben o Allah’a inanmıyorum. Hz. Muhammed’in Allah’ı değil o Allah. Sosyal devlet nedir? İnfakın sekülerleşmesidir. Almanya’da her çocuk, eğer ailesi yeteri derecede kazanca sahip değilse ve derslerinde yardım alması gerekiyorsa mesela, devlet tarafından desteklenir. Hakeza yeteri derecede geliri olmayan ailelerin çocuklarının, bunlar günlük geziler olabileceği gibi haftalık seyahatler ve benzerleri de olabilir, bu faaliyetlere katılmalarının masrafları devlet tarafından karşılanır. Fakat bu okul, dolayısıyla dershane kurumu üzerinden gerçekleşir, bu demek bu kurumların bizzat kendilerinin devlete fatura çıkarmaları gerekir. Tabii ki çocukların çoğu bu hakkı kullanmıyorlar bu durumda, dolayısıyla öğretmenlerinin ailelerinin mali durumlarını bilmelerini istemiyorlar, ki arkadaşlarının bunu duyması daha da büyük bir felaket olur onlar için. Dolayısıyla sosyal devletin bu sorunu bir şekilde çocukların ve ailelerin onurlarını kırmadan çözmesi, bu yardımı o şekilde gerçekleştirmesi gerekiyor. Aradaki fark bu işte, oradaki Allah’sızlar insanların onurunu kırmadan nasıl yardım edebilirizin peşindeyken, buradaki Allah’çılar daha fazla ses nasıl çıkartabilirizin hesabını yapıyor. Fazla uzatmaya gerek yok, girişte Milton’dan yaptığım alıntıyı hatırlatarak bitireyim o halde. Bugün insanların onurlarını kırıp, onların yüzlerini kaybetmelerini sağlarsanız, onları köreltirseniz yani, yarın o insanlardan görmelerini, onurlu bir duruş, direnç ve inat sergilemelerini bekleyemezsiniz. Belki de istenilen tam olarak budur haddizatında, kim bilir.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN