Sana gülüm demiştim ya
O gül soldu
Hani bu son demiştim ya
O gün sondu

İlhan Şeşen

Benden başka kimse benimle konuşamaz ve benim sesim bana ölüme yatmış birinin sesi gibi gelir. Seninle birlikte, ey sevgili ses, seninle, insan mutluluğunun arta kalan son hatıra nefesiyle, bırak da bir saat daha iç içe kalayım, seninle kendimi yalnızlığımın ötesine kandırıp, kendimi seninle sevginin derinliklerine yalanlayayım: direniyor kalbim, inanmıyor sevginin öldüğüne, katlanamıyor en yalnız yalnızlığın tüyler ürpertisine, beni konuşmaya zorluyor, sanki iki kişi, ben ve senmişim gibi.

Niemand redet mit mir als ich selbst, und meine Stimme kommt wie die eines Sterbenden zu mir! Mit dir, geliebte Stimme, mit dir, dem letzten Erinnerungshauch alles Menschenglücks, laß mich nur eine Stunde noch verkehren, durch dich täusche ich mir die Einsamkeit hinweg und lüge mich in die Vielheit der Liebe hinein, denn mein Herz sträubt sich zu glauben, daß die Liebe todt sei, es erträgt den Schauder der einsamsten Einsamkeit nicht und zwingt mich zu reden, als ob ich zwei wäre. 

Friedrich Nietzsche

Bazılarının elimize sığmayan bir anlamı vardır. Kim onlar? Onların sırları hayatın kendi sırrının derinliklerinde saklıdır. Ona yaklaşırlar, ama o onları öldürür. Ama sonrası, fısıldayarak uyandırdıkları o sonrası var ya, işte o onları hisseder ve yeniden yaratır. Ey aşkın aşkın labirenti!

Certain beings have a meaning that eludes us. Who are they? Their secret resides in the depths of the very secret of life. They approach it. Life kills them. But the future which they have thus awakened with a murmer, divines them, creates them. Oh labyrinth of extreme love!

Rene Char

1

Canım sıkılınca, içim daralınca okuduğum kitaplar vardır, daha doğrusu insanlar, dünya çekip gidince sığındığım limanlar. Friedrich Nietzsche‘yi zikretmeme gerek yok sanırım, o bana Peygamberimin emaneti. 

Gitmeden önce, 
Önüme bakmadan,
Kaldırıyorum ellerimi bir başıma,
Sana yöneliyorum, 
Sana sığınıyorum,
Sana, 
Kalbimin en derin derinliklerinde
Mabetler adadığıma,
Sesin her zaman
Kulaklarımda kalsın diye.

Yanıyor kelam, 
Kazınmış üzerinde derinlere:
Bilinmeyen Tanrıya.
Onunum ben, 
Onunum, küfürde çürüsem de,
Onunum ben hâlihazırda.
Onunum ben hissediyorum
Urganları çeken beni aşağıya,
Kaçsam da,
Yine ona teslim oluyorum.

.

Noch einmal, eh ich weiterziehe
Und meine Blicke vorwärts sende,
Heb’ ich vereinsamt meine Hände
Zu dir empor, zu dem ich fliehe,
Dem ich in tiefster Herzenstiefe
Altäre feierlich geweiht,
Daß allezeit
Mich deine Stimme wieder riefe.

Darauf erglüht tiefeingeschrieben
Das Wort: dem unbekannten Gotte.
Sein bin ich, ob ich in der Frevler Rotte
Auch bis zur Stunde bin geblieben:
Sein bin ich – und ich fühl’ die Schlingen,
Die mich im Kampf darniederziehn
Und, mag ich fliehn,
Mich doch zu seinem Dienste zwingen.

(Çeviri: Mustafa Küçükhüseyin)

Ludwig var, yani Wittgenstein bir de. Buralarda nelerin olup bittiğini tam olarak çözemedi henüz sanırım. Öyle de gitti zaten. Söyleyin onlara demişti, o çok güzel bir hayat yaşadı. Ne demek istediyse artık. Jacques Derrida son derece serseri, hani dersiniz ya siz Türkler, kelin ilacı olsa diye, biraz öyle galiba. Sürekli bunu hatırlatıyor, ama sürekli. Konuşurken, yazarken, yaşarken ve ölürken bile vazgeçmiyor, geçmedi. Franz Kafka tehlikeli, ahlaksız, utanmaz, kirli ve uslanmaz; öyle aklına esince, canın isteyince yanına yaklaşamazsın, dikkatli olmak, uzak durmak lazım. Haliyle, son derece cazip ve çekici. Belki de direklere bağlaması gerekir insanın kendisini, kendisini ondan koruyabilmesi için. Albert Camus asi ve inatçı, yoruyor, çok yoruyor, Samuel Beckett ise yorgun ve argın, aslında dargın, kendinden bezmiş. Bir de Michel Foucault var tabii ki, Nietzsche’ye, bana göre, en yakın olan. Benim bazılarım bunlar işte. Bu sabah ezan okunduktan kısa bir süre sonra, sanırım 06:25’di saat, elimi henüz daha tam olarak aydınlanmamış odada raftaki kitapların arasına daldırdım ve elime ilk gelen kitabı çektim çıkardım aldım: James Miller, The Passion of Michel Foucault. Ardından bir diğerini, onun hemen yanındakini: Paul Veyne, Foucault, der Philosoph als Samurai. Orijinal adı Foucault – Sa pensée, sa personne. Çalışmam gerekmiyorsa bir kitapla ve çevirisi varsa eğer Almancada, onu okurum. Çok klişe olacak ama Orhan Pamuk‘u bile. En son yaklaşık 600 sayfalık Das Museum der Unschuld‘u almıştım elime yeniden, korktum. İnsan yaşlandıkça vaktini ve zamanını çok daha tasarruflu kullanmak istiyor. Yangından mal kaçırır gibi yanıma ne alsam acaba diye düşünüyor. Orhan Bey yanıma alacağım tek Türk muhtemelen, bir de kendim var zaten, etti iki. Kimileri için bu bile fazla. Çocukken tuhaf fıkralar anlatırdı Almanlar, ki hala daha aslında, Türkenwitze. Bazen de Judenwitze, yani Türk ve Yahudi fıkraları. Türk fıkralarına kızar, Yahudiler için anlatılanlara gülerdik. Mesela: Ay’a bir Türk giderse ne olur? Bir astronot. Ay’a iki Türk giderse ne olur? İki Astronot. Bütün Türkler giderse ne olur? Dünya kurtulur. Haliyle, şimdi burada Yahudiler hakkında anlatılan aptal ve bir o kadar da kötü (evil/böse) fıkralardan birini anlatmamı beklemiyorsunuz sanırım. Kendimize gülebiliriz, ama başkalarına asla. 

2

Michel Foucault kimdir sorusuna Veyne’in yukarıda adı geçen kitabının sadece iki sayfasında, 7 ve 8, verdiği bilgilerden yola çıkarak cevap vermeye çalışacağım. Kısa, oldukça kısaca. Zaten güzel şeyler kısa ve küçük olur. Allah, Peygamber ve Kutsal Kitap aşkına, 700 sayfalık tez mi olur ya? Geçen bir yerde gördüm. Başarılı olmuş üstelik. Wittgenstein ömründe toplasan o kadar yazmadı belki de. Neyse. Bazen iki sayfa yetiyor işte:

Die Rede ist von jenem schlanken, eleganten und unbeirrbaren Mann, der vor nichts und niemandem zurückschreckte und der in seinen intellektuellen Gefechten die Feder wie einen Saebel führte.

Hakkında konuştuğumuz adam, kelimenin her anlamıyla, ince ve nazik, inatçı, hiçbir şeyin ve kimsenin karşısında geri çekilmeyen ve entelektüel kavgalarında kalemi bir kılıç gibi kullanan biri.

Veyne arkadaşını, dostunu demek daha doğru olur sanırım, böyle tanımlıyor kısaca. Hayır diyor ardından, o bir yapısalcı değildi. Aynı şekilde bir relativist ve bir tarihselci (Historist) de değildi. Kendi ifadesiyle o bir şüpheciydi sadece, ein skeptischer Denker, başka hiçbir şey değil. Şüphe ederdi durmadan ve her şeyden. Sadece sert verilerin, Fakten, gerçekliğine inanırdı o. Kitaplarında kayıt altına aldığı binlercesi bunun açık delili zaten. Onun Idea‘larla işi olmadı hiç. Hiçbir şart ve durumda düşünce için aşkın bir zemin, Transzendenz, kabul etmedi ve aramadı da. Fakat o buna rağmen bir nihilist de değildi. Ve söz konusu aşkın, dolayısıyla ilahi zeminden ari kalması insan için hiçbir zaman kanaatler edinmenin, umut beslemenin, inanmanın, baş kaldırmanın ve haksızlığa direnmenin önünde bir engel olamazdı ona göre. Dolayısıyla aşkın bir zemin eksikliği miskinliği, susmayı, baş eğmeyi, umut etmemeyi ve salmayı meşrulaştıramazdı. Kavgaları ve mücadeleleri hakkında konuşmayı, aslında gevezeliği, sevmezdi ama. Düşünceyi bir siyasi görüşe haklılık kazandırmak için kullanmayın derdi hep. O bir insan düşmanı, bir Misanthrop değildi. O öznenin, des menschlichen Subjekts, düşmanı da değildi. O sadece o öznenin kendisine cennetten mutlak bir hakikat devşirip varlığını bir hakikatler cennetinde sürdürebileceğine inanmıyordu. Martin Heidegger‘nın tam zıttı olarak o, insanın Olmak’a (Sein) ulaşmasının mümkün olmadığını düşünüyordu. Bu adamın, yani bu sözde 68’linin kim olduğunu bilmek için, onun bir ampirist ve bir bilgi filozofu olarak yaşamı boyunca aslında ve temelde hırsından kuduran ve yersiz ve aşırı özgüven sahibi bir akla karşı savaşıp durduğunu, aslında aynısına karşı savaşmaktan geri durmadığını bilmek yeter.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN