Özcan Güngör’ün ‘Araf’tan Ma’rufa: Alevîler – Bektâşîler’ başlıklı kitabı esasen muhtelif zamanlarda muhtelif dergilerde yayımlanan makalelerin gözden geçirilerek bir bütün haline getirilmesiyle ortaya çıkmış bir çalışmadır. Kitap, küreselleşmenin ortaya çıkardığı kimlik kriziyle birlikte mezhepsel kurumsallaşma aşamasında olan Alevîliğin kimlik problemlerini netleştirmeye çalışmaktadır.

Kitabın ilk makalesi ölümden sonra yeniden dünyaya başka bir bedenle gelmek anlamına gelen tenasüh inancının Alevilikle ilişkisi üzerinedir. İslam öncesi Türk kültüründen yoğun ögeler taşıyan Alevilikte hem literal hem de sembolik düzeyde tenasüh inancına rastlamak mümkündür. Bununla birlikte reenkarnasyon inancına yönelik farklı yaklaşım şekilleri bulunmaktadır. Alevi inancında tenasühün varlığını iddia ederek ahiret inancını inkâr eden Materyalist Bakış Açısı, Tenasühü Türk tarihi ve İslami perspektiften yorumlayarak kabul eden ve ahiretin varlığına da inanan Bağdaştırıcı (Bektâşî) Yaklaşım, tenasühü ahiret inancına zıt görüp, bozulan gelenek içerisinde değerlendiren genel İslami perspektif ve tenasühün gerçek manasını ve arka planını bilmeden kabul eden ve ahirete de inanan yüzeysel yaklaşım.

İkinci makale ‘Aleviliğin Caferilikle İlişkisinin Sosyolojik İçerik Analizi’ başlığını taşımakta ve Alevilikle Caferilik arasındaki ilişkiye değinmektedir. Güngör, Alevilerin daha çok Hanefi-Maturidi ekolden etkilendiği, Caferilikten daha az öge taşıdığını iddia etmektedir. Alevilikle Caferilik arasında bazı ortak noktalar, semboller ve kavramlar olmakla birlikte, bunların teolojik, felsefi ve sosyolojik altyapısı Caferilikten ziyade tasavvufî karakterlidir.

Yolda Câferi’ Olmanın Sosyolojik Anlamı: Alevîlik Câferilik İlişkisi’ başlıklı üçüncü makalede, Alevilerde ‘Yolda Caferi’ olmanın anlamını ve Caferiliğin Alevilik üzerinde hangi konularda etkisi olduğunu tartışmaktadır. Alevilikle Caferilik arasında, uygulama, adap ve erkana ilişkin bir ortaklık bulunmazken, Hz. Ali’ye derinden bağlılık, On İki İmam anlayışı, Kerbela matemi, Mehdi anlayışı, takiyye, ilk üç halifeye iyi bir gözle bakılmaması gibi daha çok inanca ilişkin unsurlarda bulunmaktadır. Aleviler çeşitli sebeplerden dolayı kendilerini Câferî mezhebi mensubu olarak tanımlasalar da, teolojik, felsefi ve sosyolojik bağlantılar oldukça zayıftır.

Dördüncü makale cemevi konusuna sosyolojik bir bakış denemesini içermektedir. Güngör’e göre Cemevi’ni meşru bir ibadethane olarak kabul etmek, Alevîleri bir yönüyle bunun üzerinden yeni bir din olarak tanımak anlamına da gelecektir. Cemevi, ibadet edilen özel mekan olarak değerlendirilebilir ancak; bir dinin mabedi olarak değerlendirmek çok da uygun düşmemektedir. Bununla birlikte bu ve benzeri mekanların yasal sistem içinde sosyal, ekonomik ve kültürel olarak çeşitli yollarla desteklenmesinin yerinde ve gerekli olduğu dile getirilmelidir. Güngör’e göre cemevleri, mescid ve camiye alternatif bir genel ibadethane değil, Bektaşiliğin erkan ve niyazlarının icra edildiği mekan, kültürevleri veya dergahlara benzemektedir. Nitekim Alevî köylerindeki tarihi camiler, Alevî-Bektaşî ve Sünnisiyle bütün Müslümanların ortak genel mabedinin mescid/cami olduğu konuşunda bir tartışmanın olmadığını göstermektedir.

Alevî Yapısallamaşı, Talepler ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitaplarında Alevîlik-Bektâşilik’ başlıklı beşinci bölümde ise Güngör, Alevilik-Bektaşilik olgusunun DKAB ders kitaplarına nasıl yansıtıldığını araştırmaktadır. Alevi grupların ve düşünürlerin büyük çoğunluğu DKAB dersinin, nesnel, çoğulcu, tarafsız, mezhepler üstü, dinler açılımlı, bilimsel ve araştırmaya dayalı bilgiyi temel alan, öğrenci merkezli ve insan hakları ilkeleriyle uyumlu olması gerektiği ifade etmektedir. DKAB ders kitapları, Aleviler tarafından yapılan itirazlar dikkate alınarak son yıllarda yapılan revizyonlarla Alevi kaynaklardan daha fazla yararlanmaya başlamıştır. Güngör’e göre yine de, Alevilik öğretilerini konu edinen derslerin okutulması, bu alanda yaşandığı ifade edilen sorunların çözümüne katkı sağlayabilir.

Altıncı makale, Alevi toplulukların talepleri karşısında Diyanet’in aldığı pozisyonu ve bu pozisyonun başarısını sorgulamaktadır. Türkiye’nin tarihî, kültürel ve dini bir gerçekliği olan Aleviliğin devletten talepleri, 1980 sonrası Türkiye’nin kültürel, sosyal ve politik gündemine girmiştir. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’na ilişkin itiraz, talep, eleştiri ve beklentiler pek çok yolla dile getirilmeye başlanmıştır. Geleneksel batıni Aleviler, şehirli seküler Aleviler, Caferi renkli Aleviler ve Hanefi çizgideki Aleviler diye sınıflandırılan çoğunluk DİB’in mezhepler üstü bir tarzda yeniden yapılandırılmasını isterken, sol tandanslı, retçi/politik Aleviler DİB’in tamamen kaldırılmasını ve devletin dine ilişkin bir tasarrufunun olmaması gerektiğini talep etmektedirler.

Abdullah YARGI