Cambridge’te camında Russell, Freud ve Einstein’ın resimlerinin asılı olduğu bir kitapçının önünde geçtim. Biraz ilerde bir müzik mağazasında Beethoven, Schubert ve Chopin’nın resimlerini gördüm. Karşılaştırdım bu resimleri ve o an en derinden insan ruhunun son yüzyıl içinde yaşadığı korkunç gerilemeyi hissettim.
Ich kam in Cambridge an einem Buchladen vorbei, in dessen Schaufenstern Portraits von Russell, Freud und Einstein hingen. Etwas weiter sah ich in einem Musikgeschaeft Portraits von Beethoven, Schubert und Chopin. Ich verglich diese Bilder und fühlte plötzlich intensiv den furchtbaren Abstieg, den der menschlichen Geist im Verlauf der letzten hundert Jahre genommen hat.
Ludwig Wittgesnstein
Dekonstruktion kendisi mimari bir metafora benzer … O sadece kurulu olanın nasıl dekonstrukte edilebileceğini bilen bir mimarın kullandığı bir teknik değildir, söz konusu tekniğin kendisini, mimari metaforun otoritesini sorgulayan, dolayısıyla kendi mimari retoriğini oluşturan bir denemedir… Aslında dekonstruktiondan daha fazla ve aynı zamanda da daha az mimari olan başka bir şeyin olmadığı dahi söylenebilir.
Deconstruction itself resembles an architectural metaphor…It is not simply the technique of an architect who knows how to de-construct what has been constructed, but a probing that touches upon the technique itself, upon the authority of the architectural metaphor and thereby constitutes its own architectural rhetoric…One could say that there is nothing more architectural than deconstruction, but also nothing less architectural.
Jacques Derrida
1
Jonathan Culler The Theory of Lyric adlı kitabında (S.92-93) şiirin Friedrich Hegel‘in estetiğinin genel yapısı içerisindeki yerini belirler (…the place of lyric in the overall scheme of Hegel’s aesthetics…). Hegel’ göre bütün sanatsal dışavurumlar Geist‘ın maddi açıdan farklı hayat bulumlarıdır son tahlilde (…material realization of spirit…) ve, dolayısıyla, sanatın başlangıcını, bu çerçevede, 1) mimari olarak belirleyebiliriz o halde (…architecture is the beginning of art…). Nitekim burada som madde (…heavy matter…) iktidardadır ve Geist şimdilik ortalıkta gözükmez. Sadece yanar söner (…glints…) bir parça. Bu noktada şekil ve içerik arasında henüz sadece dışsal (…external…) bir ilişkiden söz edebiliriz. 2) Heykel de som maddeyi kullanır haddizatında, fakat Geist’ın bedensel şekil almış seviyesine ulaşır (…corporeal shape…), dolayısıyla şimdi şekil ile içerik arasında gerçekleşmiş bir birliktelikten, haddizatında bir birlikten söz edebiliriz rahatlıkla. Ardından Geist’a Geist olarak (…spirit as spirit…) hayat veren, dolayısıyla Geist’ın kendisini maddeden kurtararak madde üzerinde hâkim olduğunu gösteren üç sanat gelir. 3) Resim som maddeyi artık üç boyutuyla kullanmaz, tek bir yüzeye döner, dolayısıyla bu şekilde bir ilk içselleştirmeye (…first inwardizing…) ulaşır. Halihazırda fiziki bir araç kullanmakla birlikte (…while still employing a physical medium…), duyumsal gerçekliği resme (benzerliğe) dönüştürür (…transforming real sensuous appearance into semblance…). 4) Müzik ise mekansal nesnelliği siler süpürür (…cancels spatial objectivity…) ve şekilsiz hissediş olanı dış dünyada ve aynısının gerçekliğinde kendisiyle birlikte dışa vurduran ve vurdurduğu anda kaybolan sesi (…medium of sound…) kullanır (…shapeless feeling which cannot manifest itself in the outer world and its reality but only through an external medium that vanishes and is cancelled at the very moment of its expression…) Ve son olarak 5) şiir (…poetry…). Hegel için şiir duyulara ihtiyaç duymaması dolayısıyla Geist’ın kendisini en ileri seviyede gerçekleştirmesidir.
2
Sanat ne işe yarar sorusu bana hiçbir zaman öyle çok cazip dolayısıyla anlamlı gelmedi. Haddizatında sadece sanat değil, herhangi bir şeyin genel anlamda sorgulanmasını doğru bulmadım hiçbir zaman. Hiçbir şey hiçbir zaman her zaman aynı işi görmez, aynı anlama gelmez ve özellikle de herkes, her kitle ve her zaman için. Bir fotoğrafın, bir sesin, gözün kısaca takıldığı bir manzaranın, bir hatıranın ve tabii ki bir tat ve kokunun, duyuların herhangi bir şekilde harekete geçirilmesinin çoğu kez uzun süreli entelektüel uğraşlardan çok daha aydınlatıcı olduğunu biliyoruz. Bazen günlerce, haftalarca ve hatta aylarca peşine düştüğünüz bir şeyi tek karede ve tonda bulabiliyorsunuz. Biraz kestirme bir yol gibi sanat. Ve sanatın öğrettikleri, hissettirdikleri entelektüel çabanın kazandırdıklarından çok daha etkili ve kalıcı. Sanki zihnin, dolayısıyla entelektüel çabanın bilmediği yoldan, onun ulaşamadığı yerlere ulaşmak gibi bir yeteneği varmış gibi sanatın. Sanki öğrettiklerini insanın bir yerlerine kazıyormuş gibi. Dolayısıyla sanatçılar diğerlerine göre her zaman bir adım, aslında bir kaç adım daha öndeymişler gibi gelir bana her zaman. Aslında hayata dair bilgileri, o anlamda bilgiler, diğerlerine göre daha otantik, daha isabetli, daha yerindeymiş gibi. Sanki daha birinci elden, kaynağın kendisinden. İyi anlayan iyi anlatabilir ya, sanatçılar da hayatı o denli iyi anlamışlar ki sanki, bir iki piyano tuşuyla, ya da birkaç fırça vurumuyla, birkaç tuğlayı üst üste koyarak ve kelimeleri belirli bir şekilde yan yana dizerek, diğerlerinin yüzlerce sayfa yazdıklarından çok daha fazlasına ulaşabiliyorlarmış gibi. En sevdiğim ressam olan Rene Magritte‘den birkaç resim seçtim mesela aşağıda. Bu resimlere ve tabii ki Magritte’in diğer resimlerine de her baktığımda, bilgi olarak çok iyi bildiğimi düşündüğüm, hatta inandığım şeyleri o denli bir yoğunluk ve derinlikte hissediyor ve yaşıyorum ki, kilitleniyorum adeta. Mesela ilk resim (R1). İnsan adeta hissedebiliyor o darlığı, kendi bedeni içinde sıkışıp kalmışlığı. İnsanın nefesi daralıyor, bağırmak haykırmak istiyorsun ama sesin çıkmıyor. Adeta büyüdükçe büyüyen bir iç dışın duvarlarına gelip çatmış, patlamak üzere. Öyle değilse bile öyleymiş gibi hissettiriyor insana. İnsan hayatının içine sığmadığını hissediyor. Bedeninin, zihninin, evinin, ailesinin, şehrinin, ülkesinin, gezegenin duvarlarına yaklaşıyor, sığmıyor artık bir yere sanki, büyüdükçe büyüyor. Korkunç bir duygu. Darlık yaşamanın ne olduğunu ne kadar okursanız okuyun, birileri size bunu ne kadar anlatırsa anlatsın bu resme baktığınız zaman hissedebileceğiniz kadar hissedemezsiniz. Almancada da die Angst, korku, nesnesiz korku sıklıkla, darlıkla alakalıdır, die Enge, Türkçede de insanın içi daralır, hatta canı sıkılır. İlginç bir kontrast. Normalde elma küçüktür, tamam üzümden büyük ama odadan küçüktür ve oda aynı normallikte, tamam evden küçüktür ama, elmadan büyüktür. Küçük bildiğimizin büyük bildiğimizle aynı karede aynı büyüklükte görünmesi, ya birinin daralmasını ya da diğerinin genişlemesini gerektirir. Her halükarda bilgimizle örtüşmeyen bir kare gördüğümüz. Ki söz konusu daralma ya da genişleme sanki henüz durmamış devam ediyor gibi. Elmanın gölgesi vurmuş tavana ve zemine. Baktıkça ürküyor insan. Kaç kez kendimi içinde bulunduğum odanın duvarlarına bakarken yakaladım, yerindeler mi diye.
R1
İkinci resim (R2) daha farklı. İnsan kendisine dışarıdan bakıyormuş gibi hissediyor, kendisini sanki bir film izler gibi izliyormuş gibi. Arkasından yürüyor, girdiği her yere giriyor, onu konuştuğu herkesle konuşurken dinliyor, hatta kafasından geçenleri onunla birlikte kafasından geçiriyor. Bir gölgesiymiş gibi kendisinin adeta. Aynaya baktığınız zaman, dolayısıyla kendi yüzünüzle yüzyüze geldiğiniz zaman bu hissi bu şekilde elde edemiyorsunuz. Gerçekten aynadakine bir yabancıymış gibi yaklaşamıyorsunuz. Kendinizi tanıyorsunuz nitekim. Kendinize baktığınızı biliyorsunuz. O da korkunç bir manzara, insanın kendisine bakması, gözlerine bakması. Nitekim insanın alışık olmadığı bir durum. Normalde baktığımız gözlerin gömülü oldukları kafanın içinde, yani o gözlerin arkasında neler olduğunu bilmeyiz. Sadece kendimize bakarken bir insanın gözlerinin arkasını görebilmek nedir onu yaşarız. Tek kez aynada kendimize bakarken. Dolayısıyla yüzünüze baktığınız zaman kendinizi tekrarlarsınız, ancak yüzünüzü göremeden kendinize arkadan bakarsanız kendinize mesafe kazanabilir, birine bakıyor olursunuz.
R2
İnsanoğlu sürekli bir anlam peşinde koşar, her şeyde o şeyin kendisinden ötede olan ve o şeyin kendisine işaret ettiği bir anlam arar. Ona göre her şeyin bir anlamı olmalıdır. Her şey başka bir şeye işarettir ve asıl olan o başka şeydir. Bu belki de bu şekilde o kadar çok da kötü bir şey olmayabilir, dolayısıyla bunu insanın var olabilmek, huzur bulabilmek için zorunlu olarak uygulaması ve sonuçlandırması gereken bir çaba olarak görebiliriz. Fakat son tahlilde bulduğumuz anlamları başkalarına empoze etmeye başladığımız zaman, dolayısıyla gerçekten de bir anlam olduğunu, ki burası çok kötü, ve bizim de o anlamı bulduğumuzu, ki burası felaket, ve herkesin onu bulması ve bulamayana onu zorla yüklemenin gerektiğine, ki burası artık cinayet, inanırsak yanlış, çok yanlış bir yola girmiş oluruz. Dolayısıyla ara sıra bazı şeylere verdiğimiz anlamın kendilerinin dahi hiçbir anlamı olmadığını hatırlamak, şeylerin oldukları gibi olmak zorunda olmadıklarını aklımıza taşımak gerekir. Mesela üçüncü resim (R3) bu konuda bana çok yardımcı oluyor. Köprünün üzerinde aslanın işi ne? Düşünün her gün üzerinden geçtiğiniz köprüde bir de bakmışsınız uslu uslu oturan bir aslan duruyor. Demez misiniz bu da ne? İşte belki de her sabah gözlerinizi açtığınız zaman yeniden ve her gün bu da ne? demeniz gerekir. Bugün bulduğunuz anlamlarla yetinmeden, onları her gün biraz daha dibe gömerek sabitlemeden her gün farklı ve yeni anlamlar edinmeniz gerekir. Bu da ne, nerden çıktı? demeyi hiç bir zaman unutmamak gerekir. Aynı şekilde adamın sırtındaki kanatların orada ne işi var? Melek mi yoksa? Almanya’da oynayan Toyota reklamı geldi aklıma: Nichts ist unmöglich: Toyota. Hiçbir şey imkansız değildir.
R3
Hayatın en büyük, aslında tek gerçeği ölümdür. Tamam, bugüne kadar daha önce hiç ölmedik, en azından öldüğümüzü hatırlamıyoruz, dolayısıyla bugüne kadar bizden önce yaşamış bütün insanların öldüklerini tek tek tespit etmiş olsak da bu bizim de öleceğimiz anlamına gelmez. Belki biz ölmeyecek olan tek insanız, kim bilir. Yaşadığımız sürece kimse. Fakat bana göre öleceğimizi hesaba katmak öyle çok da kötü bir tavır olmaz. Blaise Pascal‘ın iddiasını biraz değiştirerek, biz öleceğiz diye yaşayalım, ölmezsek ne ala. Gerçekten ne ala mı bilmiyorum tabii ki. Kaldıki Hz. Muhammed ölümü sürekli hatırlamamızı salık veriyor. Da biz unutuyoruz, çok fazla unutuyoruz. Aslında unutmak bir tarafa, bazen öleceğini bilen ve hatta ölünce hesap vereceğine inanan bazı insanların tavırlarına bakınca söylediklerine inanmadıklarını anlamak çok zor değil. Ya da onların inandıkları Tanrı farklı bir Tanrı. Orası bilinmez tabii ki. Dördüncü resim (R4) öleceğimizi değil sadece, halihazırda ölü olduğumuzu hatırlatıyor bize. İş olmuş bitmiş, hesap görülmüş defter dürülmüş aslında.
R4
3
Merhum Zaha Hadid hanımefendinin mimarisinden söz edeceğim bu son bölümde kısaca, aslında sadece mimarisinden örnekler vererek söz konusu mimarinin benim üzerinde oluşturduğu etkiden konuşacağım. Metafizikle en iç içe olan çalışma alanı olarak mimariyi belirleyebiliriz sanırım. Nitekim her ikisi içinde en önemli olan şey aynı, sağlam bir temel. Dekonstruktion’un en birincil hedefi de aynısı aslında, sağlam olduğu iddia edilen söz konusu temeller. Bazen, ki Almanya’da nadiren, fakat Türkiye’de, özellikle de İstanbul’da, sıklıkla karşılaşıyorum kocaman kocaman şantiye alanlarının yanından geçerken. En son İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün girişindeki şantiye alanına bakmıştım kenarda açık kalan küçük bir aradan. Binanın yukarıya doğru ne kadar çıkacağını bilmiyorum, fakat inşa edildiği mekan düşünülürse çok fazla olmasa gerek, ki aslında bunlardan her şey beklenir dikkatli olmak gerekir konuşurken yine de. Fakat temel için oldukça derine inilmişti. Metafizik de böyle bir şey işte. O kocaman kocaman binalara bakınca insan yansıttıkları şiddetten bile ürperiyor. İnsanoğlunun sahip olduğu bütün bilgi, bütün birikim ve bütün imkanlar bir nevi o kocaman binalarda müşahhas kılınmış. Hiç devrilemeyecek gibi bir his uyandırıyorlar. Deprem her zaman gelmiyor ki insanın aklına, ki ona karşı da artık daha güçlü durumdalar. Sanki hep oradaymışlar, hep orda kalacaklarmış gibi. Haliyle geometrik yapıları da ayrıca destekliyor bu düşünceyi. Kullanılan materyal de. Çelik, demir, taş ve beton. Taş gibi deriz ya, hatta en aptallarımıza beton kafa. Yani çiviyle çaksan içine hiçbir şey sokamayacağın kafalar için kullanırız bu ibareyi. Dört köşeli şeyler, aslında doksan derece gücü yansıtır, dik durmayı, devrilmemeyi, ayakta kalmayı. Alt taraf, üst tarafa nazaran, dolayısıyla temel, ya da aşağı kısım, ne kadar geniş olursa o kadar sağlamdır bina. Mesela piramitleri düşünün. Hadid’in çalışmalarında bütün bu söylediklerim ve daha da fazlası yok gördüğüm kadarıyla. Rahatlatıyor beni aynı yapılar. Sanki her an devrileceklermiş gibi, son derece eğreti, sanki bir anlığına oraya konulmuş ve bir dahaki anda kaldırılacaklarmış gibi, haddizatında zor ayakta duruyorlarmış gibi bir hisse kapılıyorum. Piramitler ve benzeri kocaman kocama taş ve çelik yığınları ebediliği simgelerken bir yerde, hanımefendinin binaları son derece hafif. Sanki oraya ait değillermiş gibi, bir şekilde entegre edilmeye direniyorlar da denilebilir. Total resme uymuyor, sırıtıyorlar. Anlama, bütünlüğe, uyuma direniyorlar. Yaşantılananla anlam arasını kapatamıyor insan, dolayısıyla anlam veremiyor. Fakat bu rahatsız etmiyor diğer som binalar gibi. Daha insancıl geliyor, daha naif. Kocaman kocaman yapıların incecik direkler üzerinde durduğunu görmek, belki de o çok sağlam sandığımız metafiziki yapıların da aynı derecede zayıf temeller üzerinde yükseldiğini düşündürüyor. Görmediklerimiz güçlü olurken, zayıfları görünce görmediklerimizin de aslında çok zayıf olabileceklerini anlayabiliyoruz. Küçücük bir alan üzerinde yükselen o koca koca şekiller, yerle olan kısıtlı ilişki, dünyamızın da aynı şekilde yükselmiş olabileceğini getiriyor akla. Genelde yerle temasları çok olmayan, bir nevi çok yer işgal etmeyen zemin üzerinde yükselen, haddizatında durduğu yerde emaneten duran izlenimini veren binalar, sürekli orada duracakmış gibi duran binaların aksine bizi de aynı şekilde düşünmeye sevk ediyor. Rahatlatıyor aslında. Fazla bir şey söylemek istemiyorum, isterseniz yapıları kendiniz okuyun. Birkaç örnek sadece.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN