Değişme genel bir ifade olarak iki hal arasındaki farklılaşmaya işaret ederken toplumsal değişme kavramı, toplumların, toplumsal ilişkiler ağının ve kurumlarının bir süreç içerisinde yaşadığı değişmeyi anlatır. Toplumsal değişmeyi tetikleyen, ekonomik, coğrafi, demografik, teknolojik olmak üzere birçok faktör bulunmaktadır.

Toplumlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde, toplumsal değişmenin -değişim hızı farklı olmakla birlikte- her toplum için kaçınılmaz bir süreç olduğu anlaşılır.

Toplumsal değişmenin en somut örneklerinden biri de Fransa’da başlayıp, 17. ve 18. yüzyıllarda diğer Avrupa ülkelerinde etkisini derin bir şekilde gösteren Aydınlanma hareketidir. Aydınlanma, kısaca insanın batıl inançlar ve metafizik güçlere imanın terki ile akli ve rasyonel temellendirmeyi öne çıkaran ve bu yolla insanlığın asıl kurtuluşa ereceğini savunan bir harekettir.

Hobbes, Locke, Kant, Hume, Voltaire, Saint-Simon, August Comte, Montesqiue, Rousseau; Aydınlanma hareketinin başlıca düşünürleridir.

Aydınlanma hareketi sonrasında yaşanan devrimler, makro boyutta bir sosyal değişmeyi de beraberinde getirmiştir. Isaac Newton’un yer çekimi yasasıyla başlayan Bilimsel Devrim, İngiltere’de üretimin makineleşmesiyle Endüstriyel Devrim ve kitlesel nitelikteki ilk toplumsal devrim olan Fransız Devrimi ile devam etmiştir.

Bu değişim demeti Anthony Giddens’ın, ‘kapitalizm, gözetim aygıtlarının kontrolü, endüstrileşme ve şiddet aygıtlarının kontrolü’ gibi dört temel kurumsal boyuta sahip olduğunu belirttiği modernite olgusunu da açıklamaktadır.

Çoğu zaman modernite kavramı yerine kullanılan modernizm ise, modernitenin daha çok sanatsal ve entellektüel boyutunu anlatmaktadır.

Yukarıda bahsedilen devrimler, daha öncesinde başlayan bir modernleşme süreci ile mümkün olabilmiştir. Modernleşme sürecinde, burjuvazi ekonomisi ve toplumu bilimsel gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkmış; bu vetireye yeni toplumsal değerler eşlik etmiştir. Yeni değerler, akla özgürlük tanıyan, geleneğe ve eski batıl inançlardan kaynaklanan eşitsizliğe karşı olan bir tavrı ihtiva etmektedir.

Bu süreç devrimlerle birlikte büyük nüfuslu kentlerin, çoğulcu dini ve kültürel hayatın yerleştiği modern dünyayı yaratmış; toplumsal ilişkileri ve kurumları baştan ayağa değiştirmiştir.

Toplumsal değişmenin radikal biçimde gerçekleşmesi, geleneksel ve modern toplum ayrımını net olarak ortaya çıkarmıştır. Geleneksel toplum, kırsallığı, ekonomik hayatın tarım faaliyetlerine dayandığı, az nüfuslu ve toplumsal ilişkilerin eşitsiz olduğu bir yapıyı anlatırken; modern toplum ise büyük şehirler, kitlesel üretim ve tüketim, makinalaşma, demokrasi ve bilim gibi değerlerle karakterize olmuştur.

Bu ayrım beraberinde Batı sömürgeciliğini ve birinci dünya ve üçüncü dünya toplumları ayrımını getirmiştir.

15. ve 16. yüzyıldaki büyük coğrafi keşiflere dayanan sömürgecilik, ulaşılan toplumlar ve ülkelerde endüstriyel üretim için hammadde kaynağı ve tüketim pazarı oluşturulmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır.

Modernitenin, kitle imha silahları üretecek savaş endüstrisine imkan vermesi, iki dünya savaşı gibi yıkıcı sonuçlara yol açmış, bundan dolayı modernite karşıtı görüşler gelişmeye başlamıştır. Modernitenin, hakikatin tekliği ve mutlaklığı argümanına karşı ‘hakikati esas olarak parçalı ve belirlenemez’; ‘tek ve mutlak hakikat yerine birçok hakikat’ olduğunu savunan modernlik sonrası ya da bilinen tabirle post-modern bir anlayış gelişmiştir. Post-modernite, modernitenin meta-anlatılarını ve evrenselci makro yaklaşımları reddeden, çoğulcu ve farklı düşünüşlere, hakikat tasavvurlarına imkan veren protest bir hareket olarak ortaya çıkmıştır.

İnsanlığın kurtuluşu adına Aydınlanma projesinden tamamen vazgeçilmesini savunan düşünürler olmakla birlikte Habermas ve Wood gibi, postmoderniteye eleştirel bakan, modernitenin ‘tamamlanmamış bir proje‘ olduğunu, modernleşme döneminde ortaya çıkan yıkıcı sonuçların tamamının moderniteye mal edilmemesi gerektiğini savunan aydınlar da bulunmaktadır.

Abdullah YARGI