Meçhule giden iki gemi

Ben yazdıklarımı her zaman bütün bedenim ve hayatımla yazdım: safi tinsel sorunların ne olduklarını bilmiyorum … Siz düşünce diyorsunuz böyle şeylere, ama sizin düşünceleriniz sizin yaşantılarınız değil ki, başkalarının yaşadıklarının yankıları sadece: hani kapının önünden araba geçerken odanız sallanır ya, öyle işte. Ama ben arabanın içinde oturuyorum, hatta ben o arabayım çoğu kez.

Ich habe meine Schriften jederzeit mit meinem ganzen Leib und Leben geschrieben: ich weiß nicht, was rein geistige Probleme sind. . . Diese Dinge kennt ihr als Gedanken, aber eure Gedanken sind nicht eure Erlebnisse, sondern das Nachklingen von denen anderer: wie wenn euer Zimmer zittert, wenn ein Wagen vorüber fährt. Ich aber sitze im Wagen, und oft bin ich der Wagen selber. 

Friedrich Nietzsche

1

Rilke Duineser Elegien‘lerin dördüncüsünde bildiğimiz, tanıdığımız bir tipten bahseder: 

…Und wenn er auch so leicht tut,
er ist verkleidet und er wird ein Bürger
und geht durch seine Küche in die Wohnung.
Ich will nicht diese halbgefüllten Masken…

…Öyle çok da kolaymış gibi yapsa da,
tebdili kıyafetle gezer o ve vatandaş olur,
sonra mutfağından geçer evine girer.
Böyle yarı dolu maskelerden nefret ediyorum…

Girişte Nietzsche’nin kendisi hakkında söyledikleriyle birlikte düşünürsek Rilke’nin bu söylediklerini, ki Wittgenstein için de geçerli Nietzsche’nin kendisi için söyledikleri, iki tip felsefe yapandan söz edebiliriz: şahsiyetiyle ve götüyle. Ben şair değilim, ince olmam gerekmez, kabaca söyleyebilirim söylemek istediklerimi. Götüyle felsefe yapanlar yazdıklarının çetelesini tutarlar mesela, konferanstan konferansa koşarlar, özellikle bu Corona günlerinde Zoom‘dan inmezler. Kitap fuarları, kolokyumlar, seminerler, okumalar ve benzeri şeyler işte. Dersleri biter bitmez odalarının kapılarını dışarıdan kilitler, temizlik işçilerine ve kapıcılara iyi akşamlar dileyerek ve bir koşu en yakın marketten hanımefendinin listesini de tamamladıktan sonra akşam yemeğine geç kalmamak için en kısa yoldan evin yolunu tutarlar. Hayırlara vesile olsun, zihinler açılsın, yollar aydınlansın diye düşünürler. Onlara göre eğitim şarttır. Aslında vaaz ederler. Nietzsche de Wittgenstein da düşündükleri altında ezilmeyen, nefesi kesilmeyen, dizleri çatırdamayan, ses çıkarmayan, tâkati kalmayan, haddizatında paralize olmayan, dili ve zihni tutulmayan, yani götüyle düşünen hiç kimsenin sözüne itibar etmediler. Ben de etmem. Wittgenstein’ın hırçınlığı hep bu yüzdendi. Tahammül edemiyordu bu şarlatanlara. Çağrı filminin üzerimdeki etkisi çok fazla. Hz. Muhammed’i kalbime kazıdı diyebilirim. Henüz on bir yaşındaydım izlediğimde. Bir bütün olarak değil belki fakat sahne sahne zihnimde ilk günkü gibi canlı hâlâ daha. Anthony Quinn’in, alias Hamza, çölde tek başına kaldığı zamanlarda, gecenin sessizliğinde, gökyüzüne serpilmiş binlerce, milyon, milyarlarca yıldıza bakıp da bütün bunların bir sahibinin olması gerektiğini düşündüğünü söylediği sahne mesela. İnsana Kant’ı hatırlatıyor, belki de filmin senaristi, H.A.L. Craig, söz konusu sahneyi kaleme alırken Kant’ı düşünmüştür, kim bilir. Der bestirnte Himmel über mir und das moralische Gesetz in mir. Üstümdeki yıldızlandırılmış gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası. Yıldızlandırılmış kelimesi, bestirnt, be- öneki dolayısıyla zorunlu olmasa da ağırlıklı olarak bir iradeyi ön koşar, dolayısıyla yıldızları oraya koyan birini var sayar. Öyle olduğuna inanmasak da dile sızmış bir teolojiden söz edebiliriz bu noktada belki de. Sıkma canını, bir şekilde yoluna girer her şey derken şeyleri bizim dışımızda yoluna koyacak bir gücün varlığını implizit, tacit, dolayısıyla sessizce var saymak gibi yani. Kant ilginç bir adam ve hepimizin bildiği gibi son derece akıllı: Almanların dediği gibi, äußerst nüchtern üstelik, soğuk yani. İnsanın iki ayrı dünyanın vatandaşı olduğunu söyledi durdu sürekli, Bürger zweier Welten, yıldızlı sema, dolayısıyla dışarısı ve içerisi. Her iki dünyayı da son derece ince çizgilerle tasvir etmesine rağmen ikisini örtüştürmeyi beceremedi ama bir türlü, yalnızlığımızı gideremedi, dünyayı evimiz kılamadı. İstemedi aslında, en azından işin en başında. Nitekim üçüncü eleştiriyi tam da bu iş için bir son çaba olarak okuyabiliriz, okumalıyız da belki. Bu yalnızlığa o da tahammül edemedi son tahlilde öyleyse. Metafiziğin temeline bu meseleyi yerleştirirsek Tractatus‘u klasik Batı metafiziği adına verilen en son ölüm kalım savaşının bir belgesi olarak okuyabiliriz. En son olmasa da en önemlilerinden biri olduğu muhakkak. Metafizik kaybetti bu savaşı maalesef. Nitekim kumandan taraf değiştirdi, ihanet etti yani. Sanırım Bertrand Russell’ın söz konusu kumandana karşı duyduğu nefret ve tabii ki öncesinde hayranlık, meselenin ne denli önemli olduğunu göstermek için kâfi. Beklediği Mesih’in gelmesinin verdiği mutlulukla sevinirken gelen Mesih tarafından ihanete uğramak kocaman bir hayal kırıklığı olsa gerek. 

2

Rolling up the walls inside
Back to black

Çek yukarı duvarları içeriden
Geri dön karanlığa

Amy Winehouse

Allah’la araları henüz daha açılmamışken filozofların, böyle sıkıntılar yoktu ortada. Nitekim Allah bir sahtekâr –deus deceptor– olamazdı, yani sen hem dünyayı hem de insanı yarat, insana dünyayı anlama ve kavrama arzusu ve yeteneği, yani akıl ver, sonra da kalk bu işi imkânsız, yani ikisini örtüşmez, örtüştürülemez kıl, olur şey değildi bu. Kendi suretinde yarattığı insanın ebedi karanlığa gömülmesini istemiş olabilir miydi Allah? Hayır tabii ki. Bir şekilde mümkün olmalıydı bu iş o zaman, dolayısıyla insanın yapması gerekeni gerektiği gibi yapması durumunda dünya hakkında sahih bilgi edinebilmesi pekâlâ mümkündü. Allah’ın garantörlüğünde büyüdü arttı insanın dünya hakkındaki bilgisi bu şekilde. Bundan doğan sorunlara hiç girmek istemiyorum, nitekim yeri ve sırası değil, fakat güçle bir araya gelmesi durumunda, bu kabulün insanın, insanlığın başına ne çoraplar örebileceğini, haddizatında ördüğünü, hepimiz biliyoruz. Descartes’ın cogito ergo sum‘undan tutun da Leibniz’in Prästabilisierter Harmoniesine kadar bütün sistemler bu naif güven üzerine kuruldu. Temelin vurduğu tilkinin kuyruğunun hikayesi vardı ya, hatırladınız mı, hani kahvede anlattığı, ben öksürünce kısalt demişti Dursun. Nitekim Temel çok atan cinstenmiş. Temel on beş metreden başlamış bunun üzerine ve Dursun öksürdükçe kısaltmış da kısaltmış. Bu sefer Dursun’u öksürük tutunca duramamış tabii ki, Temel ise kısaltmaya devam etmiş. Kuyruk tam bitmek üzereyken Temel dayanamamış artık, ula demiş hiç mi kuyruği yokti bu tilkinun? Metafizik bağlamında öyle gerçekten, yok, hiç yok. Descartes’tan Wittgenstein’a gelene kadar metafiziğin başına gelen buna benzer bir şeydi aslında. Akıl öksürdükçe kısalmış, daralmış ve Wittgenstein’a gelince geriye etrafı çok fazla bilinemeyenle çevrili küçücük bir arsa kalmış. Tractatus bu arsa üzerine kurulmuş binadır haddizatında, metafiziğin son kalesi. Fakat yine de ve ne kadar küçük olursa olsun insanın dışarı çıkmasına imkân sağlayan, içerisinin ve dışarısının aynı tornadan çıktığına kefil olan bir arsa. Bu arsa üzerinde durarak konuşabilirdi insan ve burada söylediklerinin gerçekten de kendisinden öteye taşan bir anlamı olabilirdi. Dolayısıyla mutlak doğru olan cümleler vardı hâlâ daha ve bu cümleler insandan bağımsız olarak durumun ne olduğunu, was der Fall ist, dışa vurabilir, gerçekliği olduğu gibi yansıtabilirlerdi. Tabii ki, içerisi ile dışarısı, dolayısıyla resimle model, düşünceyle dünya, yani dille gerçeklik arasındaki bu ideal, bu birebir örtüşme, öyle kolay kolay ulaşılabilecek bir şey değildi. Nitekim her ne kadar dil ile gerçeklik arasında birebir bir örtüşme vardıysa da bu örtüşme kendisini insanın konuşmasında görünür kılmıyordu öylece. Dilin özüne içseldi o dışlayıcı olarak. Belki de dilin aslî anlamı bu örtüşmeyi barındırmaktı içinde, haddizatında kendisi olmaktı, kim bilir. Söylememizi daraltmalıydık fakat, ki söyleyemeyeceğimiz şeyleri söyleyerek bu örtüşmeyi daha da boğuyorduk sıklıkla. Dipte bir hazine ararcasına kazmalı ve kazmalıydık, çıkan toprağı kenara atmalı ve her duruma, Sachverhalt, uygun temel cümleleri, Elementarsätze, ve aynılarının doğruluk işlevini, Wahrheitsfunktion, ortaya koyarak söylediklerimizi, haddizatında söylememizi gerçeklikle örtüştürerek söz konusu özdeşliği sağlamalıydık. Bu çerçevede mantık, bilindiği gibi, bir öğreti değil dünyanın bir aynasıdır sadece ve mantıki cümleler de onun iskeletini verirler, onu yansıtırlar aslında. Bunu yapabilmeleri için her ismin bir manası, Bedeutung, her temel cümlenin de bir anlamı, Sinn, olmalı. Da Wittgenstein çok geçmeden bu arsanın da ipotek altında olduğunu anlamıştı, dolayısıyla tası tarağı toplayıp yola koyulunca Russell için de bu hikâyenin sonu gelmişti artık. Ne demişti Yahya Kemal, demir almak vakti gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Ne demişti Nietzsche: Auf die Schiffe! Es gibt noch eine andere Welt zu entdecken – und mehr als eine! Auf die Schiffe, ihr Philosophen. Haydi, gemilere! Bir başka dünya daha var keşfedilmeyi bekleyen – birden daha fazla hatta. Haydi gemilere, filozoflar, haydi

Vira bi-ismi-Allah.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN