O ein Gott ist der Mensch, wenn er träumt, ein Bettler, wenn er nachdenkt, und wenn die Begeisterung hin ist, steht er da, wie ein missratener Sohn, den der Vater aus dem Hause stieß, und betrachtet die ärmlichen Pfennige, die ihm das Mitleid auf den Weg gab.

Bir Tanrıdır hayal ederken insan, düşünürken bir dilenci ve ayakları yere basıp kendine geldiğinde babasının evden kovduğu hayırsız bir evlat gibi dımdızlak ortada kalır ve sonra merhametin eline tutuşturduğu birkaç zavallı kuruşla düşer yollara.

Friedrich Hölderlin

1

Sayın Kasım Küçükalp‘i tanımıyorum, Bursalı bir ilahiyatçı olduğunu biliyorum sadece. Yüz Yüze görüşmedik hiç, konuşmadık da. Sosyal medyada yaptığı bir paylaşımın altına yazdığım bir yorumdan dolayı muhatap olmuştuk kendisiyle bir kere. Verdiği bilgilerdeki bir eksikliğe işaret etmiştim uygun bir dille. Bunun üzerine kendisi tarafından son derece yersiz, sert ve bana göre saygı sınırlarını aşan bir tepkiye maruz bırakılmıştım. İrkilmiş, dolayısıyla korkmuş geri çekilmiştim. Müslüman olduğunu söyleyenlerden, özellikle de İslamcılardan, genellikle korkarım, cinsiyet ayrımı gözetmeden uzak durmaya çalışırım. Kendi ailemden olsalar da bu böyle. Selam der sessizce yoluma devam ederim. Fakat diğer taraf da çok farklı değil bu konuda. Nitekim Samsunlu bir ilahiyatçı olmakla birlikte kendisini, ne demekse artık, daha aydınmış gibi gösteren, dolayısıyla felsefeci diye tanıtan Hasan Aydın tarafından da benzer bir hakarete maruz bırakılmıştım. ‘Sen kimsin?’ diye sormuştu bir hışımla ve ‘Kant’ı senden mi öğreneceğiz diye?’ tamamlamıştı cümlesini ardından. Keşke benden öğrenseymiş demedim değil içimden, nitekim ya öğreten çok kötü öğretmiş ya da öğrenen öğrenememişti. Fakat karşılaşabileceğim tehlikenin daha fazla büyümemesi için susmuştum. Son iki yılda bunlara benzer çok fazla olay yaşadım. Birlikte oturup yüz yüze konuşurken oldukça saygılı bir tavır takınan kişiler dahi sosyal medyada, dolayısıyla seyircisi önünde, son derece hırçınlaşarak, ahlak, terbiye ve saygı sınırlarını aşabiliyorlar. Seyircinin kalitesi buna müsait, biliyorlar. Rahatsız olmuyorum tabii ki, bu bir karakter meselesi. Nitekim herkes içindekini çıkarır dışarıya. Bazı noktalarda fiziki şiddetin eşiğine dahi gelebiliyor bu tepkiler. Felsefî bir ortamda değil de kendinizi Kurtlar Vadisi setinde hissediyorsunuz. Üslûbuma takılıyorlar genellikle, dolayısıyla insanları aşağıladığımı ya da aşağılamaya çalıştığımı söylüyorlar. Ve gösterdikleri sert ve saygısız tepkiyi bu şekilde açıklıyorlar. Bu doğru değil tabii ki, dolayısıyla bir müslüman olarak kimseyi aşağılamak gibi bir davranışın içine girmem, giremem. Fakat kimsenin de kendisiyle girdiği savaşa dahil olmak istemem. Kimsenin söz konusu savaşı şahsım üzerinden yürütmesine müsaade etmem. Teknik ve içeriksel açıdan, bir felsefeci olarak yani, kendileriyle konuşabileceğimiz fazla bir şey yok, dolayısıyla tartışarak sorunları bir sonuca bağlamak mümkün değil, bunu biliyorum. Nitekim buna ne teknik altyapı, ne içerik, ne de dünya görüşü müsait, benim meselem de bu değil zaten. Eleştiri ahlâkından söz ediyorlar bir de, dolayısıyla eleştiriye karşı olmadıklarını fakat bunun bir adap ve üslup çerçevesinde yapılması gerektiğini söylüyorlar. Bunu kabul edebilirim, fakat, örneğin, Türkiye’nin başkenti Trabzon’dur diyen birine, bunu iş olsun diye söylemiyorsa şayet, kusura bakmayın fakat bilmiyorsunuz, Türkiye’nin başkenti Ankara’dır demenin ahlaksızlığı nerededir? Ya da bu daha ahlaklı nasıl söylenebilir? Son tahlilde bu noktada ahlakilikten kastın ne olduğunu hepimiz biliyoruz: şovumu çalma, hatamı söyleme, beni seyircilerimin önünde küçük düşürme, itibarımı zedeleme. De bunu kabul etmek, böyle davranmak mümkün değil. Haddizatında böyle davranmak, göz göre göre insanların yanlış bilgilendirilmelerine müsaade etmektir asıl ahlaksızlık. Eleştiri zemini ne kadar sert ve acımasız olursa, söylenilenler de o kadar ciddi ve güvenilir olur. Söylediği her sözün altın tartısında tartılacağını bilen kişi, söylediğini yüz defa değil bin defa tartar. Yıllarca biriktirdiği itibarını tek hatayla kaybetme korku ve tehlikesiyle yaşayan ve düşünen bir düşünür, bir söylemeden önce bin düşünür, söylediklerini küçük harf ve düşük seslerle söyler, sürekli kayıtlar. Çok konuşmak çok hata yapmak, çok yanılmaktır der az konuşur. Çok iyi bilmediği, emin olmadığı konular hakkında fikir beyan etmez. Köz ya da cam kırıkları üzerinde yürür gibi düşünür ve konuşur sizin anlayacağınız. Ancak böyle bir zeminde sağlıklı düşünmek mümkün olur. Dolayısıyla eleştiri ne kadar sert ve ne kadar acımasız olursa ürün de o kadar iyi ve o kadar kaliteli olur. Bu bağlamda sıklıkla gündeme getirilen ad hominem eleştiri eleştirisi tamamıyla yanlış yorumlanarak ileri sürülüyor. Fakat bu konuya girmeyeceğim. Şu kadarını söylemek istiyorum ama: Kimsenin zihinsel ishalini ortalığa saçıp sonra da kimse bana bir şey söylemesin, bana dokunmasın demeye hakkı yoktur, yok öyle bir dünya. Hâliyle, böyle bir zemine ulaşabilmek için sağlam, güçlü, birikimli, söylenilen her şeyi kılı kırk yararcasına, adeta bir damar cerrahı titizliğiyle, ince ince çözümleyen (dissect) ve analiz edebilen bir tüketici kitlesine ihtiyaç vardır, dolayısıyla bilinçli dinleyicilere. Vücuttaki şeker oranını sürekli aşağıya çekerek sınırda tutan insülin misali, söz konusu bu düşünür ve konuşur kitlesini de aşağıya çekip sınırda tutan bir mekanizma olmalı yani. Metaforu sürdürmek istemiyorum, nitekim vücudun ihtiyacı olan insülini doğal yollarla üretememesi durumunda yapılması gerekeni hepimiz biliyoruz. İşi oralara getirmemek gerekir.

2

Felsefe, en azından modern olanı, Küçük Asyanın batı kıyılarında başladı. Ve temelde, bu kavramsallaştırma sorunlu ve her tür eleştiriye açık olmakla birlikte, Mythos‘tan (Konuşan/Otorite) Logos‘a (Konuşulan) bir geçiş olarak meydana çıktı. Önceleri ne söylenildiğine değil neyi kimin söylediğine bakılırken, dolayısıyla doğruluk söylenilende değil söyleyende lokalize edilirken, söz konusu bu kırılmayla birlikte söyleyenden söylenilene geçti, dolayısıyla demokratikleşerek herkesin üzerinde düşünebileceği ve konuşabileceği bir nesne haline geldi. Modern bir tabirle söylemek gerekirse tartışmaya açıldı yani. İnsanların kendi dünyalarında, söz konusu dünya ne kadar hermetik bir yapı arz ederse o denli, doğruyla aralarında bir mesafe bulunmaz. Dolayısıyla doğruya dışarıdan yaklaşamaz bu durumda insanlar. Reflection dediğimiz şey mümkün olmaz yani. Doğru doğrudur, haddizatında doğru dahi değildir o anlamda, neyse odur sadece. İçinde yaşadıklarıdır dolayısıyla. Onun doğru olarak görünebilmesi araya mesafe girmesini gerektirir, araya mesafe girmesi ise alternatif doğruları, haddizatında dünyaları zorunlu kılar. Ki bu bağlamda dünya derken Almanca Welt anlamında konuşuyorum, yoksa yerküreden, Erde, bahsetmiyorum. Daha önce sakalsız bir adam görmeyen biri için adam olmak sakallı olmak demektir, dolayısıyla sakallı adam diye bir tabir yoktur bile. İlk olarak sakalsız bir adam çıkarsa ortaya, ki öncesinde kadın olmadığından emin olmak gerekir, ki o kolay, sakallı adam tabiri oluşur. Ve ancak o zaman, yani bu durumda, birinin neden sakallı, diğerinin ise sakalsız olduğu sorusu sorulur ve aynı soruyla birlikte sakalın ne olduğu, sakallı mı yoksa sakalsız mı olmanın daha iyi ya da daha doğru olduğu, sakallı olmanın ya da sakalsızlığın nasıl bir muameleye muhatap olması gerektiği, sakal bırakan ya da bırakmayanlara nasıl bir cezanın ya da mükafatın verilebileceği, sakallı olma durumunda sakalın boy ölçüsünün ne olması gerektiği, farklı sakal uzunluklarının ne ifade edebileceği, sakal kesmenin ya da kısaltmanın ne anlama geldiği, kimlerin sakal kesebileceği, sakal kesmek için hangi sebeplerin meşru hangilerinin gayri meşru sayılabileceği ve bunlara benzer yüzlerce ve binlerce soru oluşur. Nitekim ilk etapta kim ne yaparsa yapsın demek o kadar kolay değildir. Dolayısıyla Michel Foucault‘nun discours dediği şey çıkar ortaya. Söz konusu kelimenin kökeni Latince discurrere fiiline dayanır, bu demek sakalla ilgili tartışmanın ya da konuşmanın gidip gelmesini, ayrışıp birleşmesini, genişlemesini daralmasını, değişmesini, dolayısıyla sürekli canlı ve açık kalmasını, katkı almasını ve ihtiyaçlara cevap vermesini, aslında, son derece basitçe, hayatın kolaylaştırılması açısından işlev görmesini ifade eder. Haliyle, bu ve benzeri tartışmaların profesyonel bir tarafı vardır, akademi diyoruz buna modern dünyada. Fakat söz konusu tartışma aslında toplum içinde yaşanır, süreklilik burada gerçekleşir. Bu aynen siyasete benzer. Nasıl ki seksen milyon insanı meclise sokup her tür karar alma aşamasında devreye sokmak mümkün değilse, aynı şekilde toplumu ilgilendiren, yaşamı kolaylaştıran bilgilerin üretilmesi mekanizmasını da bu şekilde gerçekleştiremeyiz. Fakat yine aynen siyasette olduğu gibi, siyasi figürlerin sürekli seçmenleriyle ilişkide olmaları, seçmenlerin tekliflerine açık kalmaları, seçmenlerin söz konusu siyasi tartışmaya her an müdahil olabilme imkanını sağlamaları, dolayısıyla aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya sürekli bir akışı mümkün kılmaları, haddizatında bu yönde yoğun çaba harcamalarının zorunlu olması gibi, akademinin de aynı şekilde toplumla, haddizatından bilginin son tahlilde uygulamaya sokulacağı alanla, irtibatta kalması, aradaki ilişkiyi son derece sağlıklı ve canlı kılması ve tutması gerekir. Tabii ki toplumla, aynen siyasette olduğu gibi yine, birebir bir ilişki mümkün değildir bu bağlamda, dolayısıyla bu durumda ara kurumlar girer devreye. Siyasi partiler, mahalle, köy, kasaba, ilçe ve il teşkilatları ve benzeri müesseseler siyaset kurumuyla halk arasındaki ilişkinin sürekliliğinin sağlayarak halkın taleplerinin siyaset tarafından tespit edilip uygulamaya sokulmasını sağlarlar. Bilgi üretimi açısından da böyledir bu. Düşünce kuruluşları, araştırma merkezleri, sivil toplum örgütleri, okullar, kültür dernekleri ve benzeri kurumlar hem aşağıdan yukarıya hem de yukarıdan aşağıya çalışırlar. Dolayısıyla halkın ihtiyaçlarını bilgi üretme sürecine aktarırken, üretilen bilgilerin halka ulaşıp hayata karışmalarını sağlarlar. Bu bağlamda akademinin ağır ve teknik dilini halkın anlayacağı dile aktararak bir kolaylaştırma sağlanır, sağlanması gerekir. Bu şekilde toplum aslında her kurumu ve müessesesiyle, halkıyla, bireyiyle birlikte işleyen bir organizmadır. Bu geçişin sağlanamadığı durumlarda ise halk ve bilgi üretimi, dolayısıyla halk ve siyasi işleyiş arasındaki bağ kopar ve sonuçta … Türküz hepimiz, sonuçta ne olduğunu bilmemize gerek yok, her gün sabahtan akşama kadar içinde yaşıyoruz. 

3

Martin Heidegger … Eski İngilizce, Latinceden de hareketle biraz düşünmek ve teşekkür etmek kavramlarının etimolojik kökenlerini birbirine yakın bulduğunu ifade eder … İngilizcede düşünmek think kavramıyla, teşekkür etmek de thank kavramıyla karşılanır ve Heidegger düşünmek şükretmektir, teşekkür etmektir der … Şöyle bir cümlesi vardır Heidegger’in, düşünce kışkırtan çağımızda düşünceyi en çok kışkırtan şey hala düşünmüyor olduğumuzdur.

Kasım Küçükalp

Bu alıntıyı sayın Küçükalp’in Düşünmek nedir? adlı sunumundan aldım. Fazla derine inmeden ve detaya girmeden aynısı üzerinden bazı noktaları öne çıkartmak istiyorum. Ama önce Heidegger gerçekten ne demiş ona bakmak gerekir. Nitekim bu bağlamda önemli hatalar yapılmış. Fakat sayın Küçükalp’i yapılan hataların kısmen, en azından teknik olarak, dışında tutmak gerekir, çünkü kendisi sadece kendisinden önce yapılan hataları devam ettirmiş büyük ölçüde. Fakat bunun farklı olması düşünülemezdi haddizatında. Özellikle Heidegger gibi bir düşünürü üçüncü bir dilden okur ve araştırırsanız bu sonuçtan kendinizi koruyamazsınız. Kulaktan kulağa oyununa benzer bu, hani çocukken oynadığımız vardı ya, öyle. Ve hepimiz ilk söylenen kelimenin son noktada nasıl bir değişiklik yaşadığını biliyoruz. Haliyle bu sayın Küçükalp’i tamamen temize çıkartmaz, nitekim şayet kendinize Heidegger uzmanı diyorsanız ve Almanca çalışamıyorsanız, yine de en azından kullandığınız çeviri ile, ki sayın Küçükalp’in İngilizce çeviriyi kullanmış olması ağırlıkla muhtemel, orijinal metni karşılaştırarak söylediklerinizi denetlemelisiniz bir şekilde. Bu bir akademisyen için o kadar da zor olmamalı. Sayın Küçükalp bunu yapmamış. Fakat bütün bunların ötesinde bir Heidegger uzmanının filozofun neyi söyler ya da söylemez olduğunu bilmesi gerekir, dolayısıyla çalıştığı düşünür hakkında bir hissiyata sahip olması. Mesela Ahmet Yasin‘in Tükçeye çevrilmiş bir metninde sayın Ariel Sharon ifadesini okuduğumuzda, burada çevirmen tarafından bir hata yapıldığını, dolayısıyla metnin manipüle edildiğini hemen anlarız. Nitekim Yasin’in iki dünya bir araya gelse Sharon isminin önüne sayın sıfatını uyugun görmesi mümkün değildir, bu düşünülemez. Almancada für etwas ein Gefühl entwickeln, dolayısıyla bir şey için bir hissiyat geliştirmek denir buna. Biz müslümanlar için bu çok önemlidir haddizatında, nitekim Hz. Peygamberden rivayet edilen bir sözün gerçekten ona ait olup olmadığını teknik olarak tespit etmeniz mümkün olsa da, ki bu bağlamda söz konusu sözün sıhhat kriterleri gelenek tarafından belirlenmiştir, bu o sözü gerçekten de onun söylediği anlamına gelmez yine de. Bunu anlayabilmeniz için Hz. Peygamber’in kanınıza canınıza sinmiş olması gerekir, ki İslam geleneğinde feraset denildiği zaman bu kastedilir. Bahşedilen bir şey değildir feraset, kazanılandır o. Hz. Peygamber’le ilgili olduğu kadar olmasa da çalıştığınız konuyu da bu şekil içselleştirmiş olmanız elzemdir sağlıklı sonuçlar üretebilmeniz için. Bunun için ise ekrana biraz daha az çıkmanız, daha seyrek zoom toplantılarına katılmanız, dolayısıyla zamanınızın büyük bir kısmında yoğunlukla kitaplarla haşır neşir olmanız gerekir. 

3

Orijinali Almanca olan bir metinde yazılı olan Berlin kelimesini söz konusu metnin İngilizce çevirisinde London olarak veremezsiniz, dolayısıyla aynısına aynısını İngilizceden Türkçeye aktardığınız noktada da Ankara diyemezsiniz. Diğer taraftan Hauptstadt kelimesini capital ve onu da oradan alarak başkent olarak vermeniz gerekir. Sayın Yasin Aktay‘ın Önce Söz Vardı adlı kitabının ilk basıkısına, 1995, baktığınız zaman mesela, Hans-Georg Gadamer‘nın Wahrheit und Methode adlı kitabının Aktay ve diğerleri tarafından söz konusu kitabın muhtelif yerlerinde üç farklı isimle zikredildiğini görürsünüz. Wahrheit und Methode, Truth and Method ve Hakikat ve Yöntem. Bu akademik bir yayın için, öyleyse şayet, son derece kabul edilemez bir durum. Kaldı ki söz konusu kitabın ilk yayınlandığı tarihte, 1995, Wahrheit und Methode henüz Türkçeye çevrilmemişti hatırladığım kadarıyla, dolayısıyla Hakikat ve Yöntem adında bir kitap ortalıkta yok. Bunları neden söylüyorum? Şunun için. Heidegger’nın sayın Küçükalp’in ele aldığı konu bağlamında söylediği tam olarak şu:

Aber das althochdeutsche Wort gidanc, »der Gedanc« …

Fakat eski Almanca kelime gidanc, »der Gedanc« …

Görüldüğü gibi Heidegger sayın Küçükalp’in yukarıdaki alıntıda iddia ettiği gibi eski İngilizce tabirini kullanmamış. Peki Küçükalp bunu nereden almış? İngilizce çeviriden. Nitekim yukarıdaki alıntıda kullanılan terkip, metni İngilizceye çeviren çevirmenin kullandığı terkibin birebir aynısı:

But the Old English word “thanc” …

Fakat eski İngilizce kelime “thanc” …

Şimdi düşünün, bir arkadaşınızı ziyarete gittiniz ve bir sohbet esnasında sayın Küçükalp’in söz konusu sunumunu dinlemiş hararetli bir Küçükalp taraftarı hocasından duyduklarını anlatıyor. Siz karşı çıkıyorsunuz tabii ki, nitekim söylenilen yanlış. Bu durumda ne olur? Sanırım yerine göre ya nazikçe ya da daha az nazikçe hakaret ederek sustururlar sizi. Tabii ki diyebilirsiniz, ne gerek var canım orada bu uyarıyı yapmaya, her şeye karışmak mı lazım. Ha işte tam olarak bunu diye diye buralara geldik ve bunu söylediğimiz sürece de daha diplere ineceğiz. 

4

Son olarak kısaca şunu da söylemek istiyorum bitirmeden önce. Tabii ki Heidegger herhangi bir şekilde kışkırtıcı bir çağdan, ya da bir şekilde düşünceyi kışkırtan herhangi bir şeyden söz etmiyor. Neredeyse bütün düşüncesini Gelassenheit, salmışlık kavramı altında bir araya toplamış birinin kışkırtı, provokasyon ya da benzer anlamlara gelebilecek bir ibareyi kullanması mümkün mü? Değil tabii ki. İşte bu noktada biraz önce sözünü ettiğim feraset girmeli devreye. Girmemiş, girememiş haddizatında. Sayın Küçükalp burada da İngilizin tuzağına düşmüş maalesef. Oysa söz konusu cümlenin Türkçeye çevirisi çok kolay, her gün kullandığımız kadar kolay. Önce Heidegger ne demiş ona bakalım:

Das Bedenklichste in unserer bedenklichen Zeit ist, daß wir noch nicht denken.

Sonra İngiliz Heidegger’nın dediğinden ne çıkartmış:

Most thought-provoking in our thought-provoking time is that we are still not thinking.

Ve şimdi de aslında ne çıkması gerekir:

Düşündürücü zamanımızda en düşündürücü olan henüz daha düşünmüyor oluşumuzdur.

Bu kadar kolay bu iş. Ki bazıları endişe verici diye tuhaf bir ibare kullanıyorlar, o da en az İngilizin kullandığı kadar yanlış. Neyse, umarım ne demek istediğim anlaşılmıştır. Son olarak belki de şunu söylemek gerekir, ki derin düşünceler bazen son derece basitçe ifade edilebilirler. Ki Heidegger’nın denken ist danken, dolayısıyla düşünmek teşekkür etmektir diye dile döktüğü düşüncesini biz Türkler biliyoruz zaten, hergün kullanıyoruz. Ne diyorsunuz siz Türkler: dervişin fikri (denken) ne ise zikri (danken) de odur. Hepsi bu. Anmak yani, ki Almancada Anıt, Denkmal demektir, ki denk ve mal arasını açarsak ortaya bir düşünsene, think about çıkar. Dolayısıyla tefekkür ve tezekkür arasında son derece ince bir ayrım vardır, denken ve danken‘da olduğu gibi, tek bir harf, her ikisi aynı şey olsa da son tahlilde. Anmak teşekkür etmek, neyin nereden geldiğini bilmek, aslında hatırlamak, zikretmektir nitekim. Bu noktada sayın Küçükalp’e katılıyorum. 

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN