Talha Hakan Alp, Hamdi Tayfur ve ezelden Urfalı Şahin Doğan …
…die wird Gott verfluchen, und alle, die nur können, werden sie verfluchen – nur die [werden nicht verflucht], die umkehren, sich bessern und Klarheit schaffen; denen kehre ich mich dann zu. Ich bin es, de sich gnaedig zukehrt, der Barmherzige.
… Allah onları lanetler, ve lanetleyebilen herkes onları lanetler – sadece onlar lanetlenmez, ki onlar geri adım atarlar, kendilerini iyileştirirler ve meseleyi açıklığa kavuştururlar; onlara yüzümü çeviririm yeniden. Yüzünü rahmetle çeviren ben’im, merhametli olan.
Qur’an, Bakara, 159,160
Und das gute Land: Seine Pflanzen gehen aus ihm hervor, mit dem Erlaubnis seines Herrn; das aber schlecht ist: Aus dem geht nichts hervor, ausser mit Mühe.
Ve iyi toprak: Onun bitkileri çıkar ondan Rabbinin izniyle; ama kötü olan: Ondan hiçbir şey çıkmaz, ancak zorla.
Qur’an, Araf 58
Siehst du denn nicht, wie Gott ein Gleichnis praegte? Ein gutes Wort ist wie ein guter Baum. Fest steht seine Wurzel, und sein Gezweig reicht in den Himmel. Er bringt seine Frucht zu jeder Zeit, mit Erlaubnis seines Herrn.
Görmüyor musun Allah nasıl bir benzetme takdir ediyor? İyi bir kelime iyi bir ağaç gibidir diyor. Kökü sağlam durur onun ve dalları gökyüzüne ulaşır. Meyvelerini her şartta verir o, Rabbinin izniyle.
Qur’an, İbrahim 24/25
… dann gibt es auch Menschen, die sind wie der fruchtbare Boden, auf den die Saat fällt: Sie hören Gottes Botschaft und nehmen sie mit aufrichtigem und bereitwilligem Herzen an. Sie halten treu daran fest, lassen sich durch nichts beirren und bringen schließlich reiche Frucht.
… insanlar da var, onlar tohumun onun üzerine düştüğü verimli toprak gibidir: Allah’ın sözünü dinlerler ve samimi ve hazır bir kalple aynısını üzerlerine alırlar; sonra sadakatle sıkıca tutunurlar ona; hiçbir şeyin onları yollarından alıkoymasına izin vermezler. Sabrederler; ve günün sonunda bolca meyve verirler.
İncil, Lucas 8, 15.
>>> ALTINCI YAZI İÇİN TIKLAYINIZ <<<
1
Hamdi’yi tanıyorum, hatta yakından diyebilirim, Talha’yla sadece bir kere bir arkadaşın evinde görüşmüştük yanlış hatırlamıyorsam, o da tesadüfen, sanırım o zamanlar bu kadar meşhur değildi henüz, ama Urfalı vatandaşı birebir görmedim bugüne kadar hiç; gerek de yok zaten, entelektüel seviyesi son derece düşük. Yaptığı şeyin düşünmek olduğunu sanıyor, fakat kendisini sahnelemekten başka bir şey yaptığı yok. Hamdi insan olarak iyidir, dürüsttür, güvenilirdir. Sözünde durur. Gerisi ilgilendirmiyor beni. Talha, izlediğim kadarıyla, Urfalıdan yarım derece biraz daha ilerde, ama hepsi o, fazla değil. Arapça kitap isimleri sıralayarak ve son derece sıcak ve bunaltıcı bir dil kullanarak ürününü satmaya çalışıyor. Düşündüğünü ve sorguladığın söylüyor üstelik. Bu kadar. Neyse birazdan biraz daha detaylı gireceğim bu konuya. Dolayısıyla, o kadarını şimdiden söyleyebilirim ama, o da gereksiz. Urfalı bir nevi Zeki Özcan’ın akademik olmayan versiyonu. Sürekli görün beni, görün beni diye kendini paralıyor, elinde tuz bulunduran herkesin yanına koşuyor, ama Zeki Özcan’dan daha rafine yapıyor bu işi, hakkını yememek lazım, Özcan’dan daha eşik-altsal yani, daha subliminal. Özcan onu da beceremiyor, çok belli ediyor, eline yüzüne bulaştırıyor, ama burnunun dibindekiler dışında Urfalıyı gören, Özcan’ı olduğu gibi aynen, yok. Da kardeşim siz de görünecek bir şeyler yapın o zaman, görünmek istiyorsanız ille de, değil mi yani? Nitekim yaptıklarınız, gördüğüm kadarıyla, yeterli değil, ve bunu ben söylüyorum size, bu işin buralardaki muhtemelen en yetkili kişilerinden biri olarak, ona göre. Öbür taraftan; daha iyisini yapsanız ne olacak ki sanki, ne değişecek, nitekim tüketici bundan ibaret. Dolayısıyla her şey yerli yerinde, siz bildiğiniz gibi devam edin o halde. E peki neden adını zikrediyorum Urfalı arkadaşın? Söylemek istediğim şeyi açıklayabilmem için son derece faydalı birkaç cümle paylaşmış hesabından da onun için.
Bugün Pazar, 10 Kasım 2024. Biraz önce, saat 18:06’da, akşam Namazını kıldıktan sonra yani, ekmek almak için aşağıya indim, neden bilmiyorum ama her yeri bayraklarla donatmışlar yine. Alışık değilim, Almanya’da öyle çok fazla bayrak göremezsiniz, aslında göremezdiniz demem gerekir. Nitekim Türkler onlara da öğrettiler bayrak sevgisini artık ve onlar da seviyorlar bayraklarını yeniden. Yani sadece bir şeyler, çok şeyler, almadık Almanlardan, biz de onlara, çok az da olsa, bir şeyler verdik. Akşam namazına kadar, kış aylarında, bir şey yemem genelde, Namazdan sonra kalmamışsa iner ekmek ya da ekmekle birlikte, şayet o da kalmamışsa, peynir, beyaz peynir, biraz da zeytin, sayıyla 20 tane, alır ve eve gelir aldıklarımı çay eşliğinde yerim ardından. Bu kadar. Bugün canım çikolatalı helva çekti ama, ekmek de sıcak. Elhamdulillah. Ekmek almak için fırına girince her tarafta bayraklar var, ne oluyor bayram mı var yine diye sordum fırında çalışan siyahi çocuğa. Abi dedi 10 Kasım ya bugün bilmiyor musun? Tabii ki biliyorum dedim, takvimden haberim var herhalde, de ne olmuş 10 Kasımsa? Ach ja dedim sonra birden, anladım. Yaşlılık işte, unutuyor insan. Öğlen, namazdan sonra, Almanya’dan bir tanıdığım aradı, eski İslamcılardan. Neredeyse otuz yıldır, terletilen adamın iktidara geldiği günden itibaren, ona söyleyip de inandıramadıklarımı artık bizzat yaşayarak gördüğü için mahcup olur benimle konuşurken her zaman. Özür dilerim demişti bundan yaklaşık bir yıl önce, hakkını helal et. Az dil dökmedin bana, az uğraşmadın benimle, de ben anlamadım. Bu hırsızların ne olduğunu daha önce nasıl göremedim? Sen bunların Allah’ı yok, bunlar sadece paraya taparlar derken sana çok kızıyordum, ama haklıymışsın. Olsun demiştim ben de, geç olsun ama güç olmasın. Rabbim merhametlidir. Evet Şirk en büyük günahtır, ama vakitlice tevbe edilir ve gereği yapılırsa Allah onu da affeder.
Genelde Türkiye’de nelerin olup bittiğini ondan öğrenirim. Bak dedi sana bir video göndereceğim, bir dinle bakalım. Neden ki dedim, o kadar önemli mi? Yok ya dedi, içerik olarak değil, ama formel olarak. Adam dedi öyle kasılıyor, öyle oynuyor ki, sanırsın Ebu Hanife. Bir saniye dedim ve açtım. Ha dedim bu mu, bu dedim Türkiye’de son dönem son derece popüler olan ‘henüz yeni düşünmeye ve sorgulamaya başlayanlar kulübü’’nün önemli temsilcilerinden. Ağır abilerinden hatta. Nasıl biri dedi. O kadar tanımıyorum, ama dedim hani var ya işte, düşündüm, taşındım, sorguladım, sorularıma cevap bulamadım, aman Allah’ım ben bugüne kadar nelere inandım, nelere aldandım, neler yaşadım türküsünü çığıran dangalaklar, onlardan işte. Senin dedim nereden haberin oldu ki söz konusu videodan? Takip ettiğim bir Urfalı var dedi, onun sayfasında gördüm. Gönderdi. Yine; ha bu mu dedim, ben de bazen bakıyorum bu Urfalının sayfasına, abi dedim ya adam gerçekten gırgır şamata, iyi geliyor hatta. Yaa dedi ya, sana da kimseyi beğendiremiyoruz. Eee dedim, en iyilerden olunca beğenmek zorlaşıyor işte. Haklısın dedi. De en iyilerden olmak bir işine yaramadı maalesef. Kim demiş dedim. Sokağa çıktığım her zaman, birileriyle konuştuğum her zaman, bir yerlerde birilerini dinlediğim her zaman, ne bileyim işte, bir şeyler okuduğum, bir şeylere baktığım, birilerine kulak verdiğim her zaman, hatta sadece camdan dışarıya baktığım zaman bile, içimde canlanan o şükür duygusunu, Rabbime karşı hissettiğim o minneti o sevgiyi ve o teslimiyeti biliyor musun? Yarabbi diyorum her seferinde, beni bu kadar iyi, hem Müslüman ve hem de insan, yaptığın ve yaptığım, dolayısıyla öğrendiğim işte bu kadar iyi olmamı sağladığın, bu demek beni bu kötülerle, bu soytarılarla, bu süzme salaklarla, bir şey yaptığını sanan bu dangalaklarla aynı seviyede yaratmadığın için sana sonsuz teşekkür ediyorum. Hele dedim Ömer bir şey okurken elindeki kitabı alıp da yanıma gelip, baba baksana ne yazıyor burada, doğru mu bu acaba diye soruyor ya, ve de onun indinde ben ne dersem o oluyor ya, daha ne kadar işime yarayacak ki dedim en iyilerden olmak. Biliyorsun dedim Hatice Yüksek Lisansını Paris’te, Sorbonne Nouvelle’de tamamladı. Ben, edebiyatçılığım da olsa, filozofum aslında, orası ise edebiyat okulu. İşin uzmanları orda. Ama yine de, hocaları ne söylerse söylesin, beni arar ve benden onay almadan tek bir cümle bile yazmazdı Hatice. Daha ne olsun, daha ne kadar işime yarayacak en iyilerden olmak? Babalarıyla bu derece gurur duyan iki evlat. Daha ne olsun dediğim gibi. Çocuklar genelde küçükken benim babam her şeyi bilir, benim babam herkesi döver, benim babam en bilgili ve en güçlüdür derler. Benimkiler otuzlarına geldiler neredeyse ve hala daha öyle düşünüyorlar. En azından bilgi konusunda. İnsanın evlatları tarafından bu kadar değer görmesini sağlamaktan başka daha ne kadar faydalı olabilirdi ki bana bütün bu bildiklerim? Allahıma şükürler olsun, Elhamdülillah; bu durumun, sadece bana değil, o çocuklara nasıl bir özgüven kattığını biliyor musun sen? Bak dedi buradan bakınca gerçekten haklısın. Tabii ki haklıyım dedim.
Hem dedim burada kime ne anlatacaksın? Düşünebiliyor musun dedim sonra, İhsan Fazlıoğlu, evet bizim Oflu, buralarda entelektüel olarak kabul ediliyor. Gerisini sen düşün artık. Emin ol dedim sonra, Fazlıoğlu ‘Türkiye’nin başkenti Bandırma’dır’ desin, sen ne münasebet, hala daha Ankara’dır de, onun dediğini kabul eder İslamcılar. Hasan Sabbah’ın uçurumdan atlayan adamları gibi aynen. Ama dedi o İslamcı ve sanırım memleket sadece İslamcılardan ibaret değil, yanılıyor muyum? Haklısın dedim de onlar çoktan terk etmişler buraları, bir azı bedenen, ama çok daha fazlası da kalben ve zihnen. Ben de. Hepimiz bekliyoruz. İslamcıların oynadıkları bu kirli oyun son bulsun, ondan sonra elbirliğiyle memleketimizi önce düştüğü çukurdan çıkarıp ardından hak ettiği yere taşımak için hazırlık yapıyoruz. Kendimizi geliştiriyoruz. Dolayısıyla aklı başında hiç kimse bu kirli ve satılmış meydana çıkıp da bunlara muhatap olmaz. Okullar onların, üniversiteler onların, belediyeler onların, gazeteler onların, sosyal medya onların, haddizatında ne varsa her şey onların. Da hiçbir şeye sahip olmadıkları, haddizatında ebter oldukları için Quran’ın ifadesiyle, onlar gittikten sonra geride izleri bile kalmayacak, isimleri zikredilince yol açtıkları mide bulantısından başka. Dolayısıyla, bırakıyoruz dedim, şimdilik kendi çöplüklerinde kendileri çalıyor, kendileri söylüyor ve kendileri oynuyorlar. Gerçi dedim bunlar gidince yerlerine Kemalistler gelecek bu sefer, dolayısıyla dedim o zaman da onlar başlayacak kendi çöplüklerinde kendi kendilerine çalıp, kendi kendilerine söyleyip kendi kendilerine oynamaya. Ardından bir sen bir ben ve şimdi hep beraber diyerek İslamcılarla Kemalistler işbirliği yapıp Tanzfläche’yi genişletecekler ve bize maalesef yine sıra gelmeyecek. Ama olsun, sıkıntı yok. Sonra da dedim günün birinde, haddizatında üçüncü günde, hani diyoruz ya dedim üç günlük dünya, sevgili Azrail çıkıp gelecek ve elimden tutup eve götürecek beni. Ölüm meleği demeliydin diyor, yapma diyorum, yoksa sen de mi sıyırdın kafayı? Takılmadın dimi o dangalaklara? Yok ya diyor, şaka yapıyorum. Gülüyoruz. Hepsi bu, bu kadar yani. E dedi sana zamanında söylemiştim değil mi, biraz sus, biraz alttan al, biraz sularına git. Burnunun dikine gidersen böyle olur işte. Sıkıntı yok dedim. Kaldı ki öyle olsa bile bir yere kadar, nitekim Almanya’da Türksen ya İslamcı olacaksın ya Alevi olacaksın ya Kürt olacaksın ya Ermeni olacaksın ya da Dinsiz. Yoksa hiçbir şekilde, hani ne derler, ağzınla kuş kapsan bile bir işe yaramaz. Müslüman Türksen dışarıya çıkmana bile gerek yok. En iyisi fabrikaya git işçilik yap. Diğerleri tamam, anladım dedi, mesele ideolojik, de İslamcılar ne alaka? Çünkü dedim İslamcıları satın almak en kolayı, onlara biraz para koklatıp her yola sokabilirsin. Alman bunu bilmiyor mu sanıyorsun. Tabii ki biliyor. Aslında sadece Almanya’da değil, dünyanın her yerinde Müslüman Türksen kapılar sonuna kadar yüzüne kapanıyor. Ne yaptık bu insanlara anlamış değilim, ama sanırım canlarını çok yaktık, onurlarını çok feci şekilde incittik bir zamanlar.
Neyse dedim sonra, onu bunu bırak da sen nasılsın onu söyle. Elhamdülillah dedi. Havalar nasıl dedim, çoluk çocuk ne yapıyor? Elhamdülillah dedi, onlar da iyi. Siz nasılsınız dedi. Elhamdülillah dedim. Bir ara dedim bir cumartesi hiçbir işin olmasın inşallah, temin etmem gereken bazı kitaplar var, dolayısıyla oraya gelmem gerekiyor. Sabah gelip akşam döneceğim ama. Yani o günü bana ayırabilirsen birlikte Düsseldorf’da kitapları temin ederiz önce, sonra da akşama kadar takılır eskileri yad eder konuşuruz. Kitap çalışman ne seviyede, ilerliyor musun dedi. Elhamdülillah dedim, bu sefer tamamlayabileceğim sanırım. Zaten onun için bazı kitaplara ihtiyacım var. Ne zaman gelmeyi düşünüyorsun ki dedi. Şu an dedim henüz uçağa binebilecek kadar güvenemiyorum kendime, hiç riske girmeyeceğim, fakat sanırım Aralık’ın ortalarında o da olmadı Ocak’ta bir ara o seviyeye ulaşırım inşallah. Rabbim hayatta tutarsa tabii ki. Olmazsa dedi ben de kitapları temin edebilirim, postayla gönderirim sana sonra. Sadece o değil dedim, araba kullanamıyorum, ehliyetimin geçerlilik süresi doldu, dolayısıyla ülkeden çıkıp ülkeye tekrar girmem gerek. Anladım dedi.
2
Ben Almanya’da yaşadım fakat Hollanda’yı çok severim, özellikle de Hollanda’nın sarı saçlı, mavi gözlü, bir avuç göğüslü ve uzun bacaklı kızlarını. Ne diyoruz biz Almanlar, bir avuçtan fazlası parmaklarını burkar sadece. Öyle ki koca Kuzey Ren-Vestfalya eyaleti yetmez, ki Köln, Düsseldorf, Essen, Duisburg, Oberhausen, Bochum, Dortmund gibi şehirler demektir bu, ve aynı bölge 1815-1918 arası Prusya İmparatorluğunun bir eyaletiydi, kalkar Amsterdam veya Rotterdam veya da daha özellikle Maastricht’e diskoya giderdik. İsviçre, Avusturya, Luxemburg, Güney Fransa ve Kuzey İspanya ve Toscana Avrupa’da sevdiğim diğer bölgeler. Belçika’dan ve Avrupanın doğusundan haz etmem. İskoçya ve İrlanda da güzeldir aslında, İskandinavya da hatta ve tabii ki Bosna ve Hırvatistan da. Karlsbad, Prag, Budapeşte muhteşem. Özellikle Floransa, Toscana, ve daha özellikle Güney Fransa ve Kuzey İspanya, ve çok daha özellikle Bordeaux Toulouse çizgisinin güney batısı benim için en güzeli ama. Oralarda yaşamak ve yaşlanmak istemişimdir çocukluğumdan beri, Fransız bir ya da iki ve hatta üç, dört de olabilir haddizatında, ama daha fazla değil, kadının kucağında, hayaller kurmuşumdur, da neye niyet neye kısmet işte. Sular kesildi yine bu arada, ne dersiniz siz Türkler, her şey güzel olacak. Da her şey güzel olacak diye diye bok içinde kaldık. Neyse. Plan yapmamak gerekir, Rabbim neyi uygun görürse ona razı olmak lazım gelir. Özellikle yaz aylarında ve güneş batımından az biraz önce Bordeaux’dan Pau’ya doğru o uçsuz bucaksız bahçelerin aralarından dümdüz, adeta cetvelle çizilmiş gibi uzayan o yollarda hızla yol alırken etraftan yayılan koku sizi çeker adeta gökyüzüne çıkartır, cenneti yaşarsınız; farklı bir tecrübe. Donostia-San Sebastián’ın eski çarşısını gezmek, Bilbao’da Guggenheim’da dolaşmak, sonra Atlantik boyunca Bilbao’dan A Coruna’ya, ya da diğer tarafta, Akdeniz boyunca yani, Barcelona’dan Valencia’ya oradan Murcia ve sonra da Granada ve Malaga üzerinden Fas’a uzanmak, hani ne dersiniz siz Türkler, paha biçilmez. Hele bir de yalnız değilseniz, avuçlarınız doluysa yani, durdurun arabayı varın secdeye.
Aslında uzun bir süre yazmaya ara vermek istemiştim, şayet arkadaşım söz konusu videoyu göndermesiydi, ki bir kitap çalışmam var artık biraz önce bahsettiğim gibi. 28 Eylül’de başladım, merhum Annemin doğum gününde. Bu işi ciddiye alıyorum nitekim … desem de siz o kadar inanmayın bana, o kadar ciddiye almayın beni yine de. Ömrümde ilk kez bir şeyi tamamlamak, sona erdirmek, başladım ve bitirdim demek için yapıyorum bu işi demek isterdim gerçekten, de öyle değil işte. Peki niye? Yapacak daha enteresan bir şey bulamadım, belki onun için. Canım sıkılıyor, yaşamak güzel, çok güzel, de nesi güzel, neden yaşıyorum bilmiyorum, sürekli canım sıkılıyor. Her sabah kalkıp işe gider gibi her sabah kalkıp yaşamaya başlıyorum. Sabah kalkıp işe gitmek nasıl bir şeydir onu da pek bilmiyorum ya, çok yapmadım aynısını nitekim. Benimkisi laf işte. Sanırım merhum babaannemin dediği gibi rahat batıyor. Bana kalırsa bir insanın sahip olabileceği en güzel şeyler, sırasıyla, doğal olanlar dışında tabii ki, hiçbir şeye ihtiyaç duymamak, ciddiye almamak hiçbir şeyi, istememek, denk gelmiş ve önüne düşmüş olsa bile yüz çevirmek, vazgeçmek. Yarım bırakmak, başlamak ama bitirmemek, inadına bitirmemek, Allah’a kul olmak dışında hiçbir işe yaramamak, hiçbir işi tam yapmamak. Ki işe yaradığınız her noktada şeytanın işine yararsınız aslında, Allah’ın size ihtiyacı yok nitekim, bunu da unutmamak lazım. Allah olmalı bir insanın derdi, ama sadece Allah. E yani, her zaman aynı terane, yatalım mı, tembel tembel göbeğimizi, hadi o yok diyelim, götümüzü mü kaşıyalım, oturup senin gibi aval aval uzaklara mı bakalım? Yok, dedim ya, doğal olanı karşılamak için gerekeni yapalım, tabii ki, kimseye yük ve muhtaç olmayalım nitekim, ama yırtınmayalım da. İhtiyaç duymayalım daha fazlasına. Kimsenin bizi sevmesine, beğenmesine de, adam yerine koymasına, itibar etmesine, bizi hesaba katmasına, önümüzde ayakta durmasına, ne bileyim işte, selam vermesine, gündüzleri veya akşamları kapımızı çalmasına, bize nasılsın demesine, bize dost veya arkadaş olmasına ihtiyaç duymayalım. Allah bunların gerekli olanlarını zaten yapıyor, insanlara ne hacet? Allah’ın ciddiye aldığı beni, sen, götümün kenarı, ciddiye almasan ne olur? Bu arada, sen kendini de ciddiye alma o kadar.
Birçok şeye başlayıp hiçbir şeyi bitirememiş olmak hiçbir zaman umurumda olmadı. Diplomalarımı saymıyorum. Onları, Almancada dediğimiz gibi, mit links, sol elimle, yani şöyle geçerken bir uğramışçasına, tamamladım. Zorlamadılar yani beni hiç. Yaptığım hiçbir şey zorlamadı beni. Ve bu sadece zorlanmadığım şeyleri yaptım anlamına gelmiyor tabii ki, ne yaparsam yapayım, ki bitirmemiş olsam da çok şey yaptım hayatımda haddizatında, yani çok şeye başladım, Rabbimin inayeti işte, zorlanmıyorum. Diyeceksiniz ki mesele orası zaten, iş başlamak değil bitirmek. Muhtemelen zor gelen de orası. Da öyle değil işte, bitmediğinden, bitiremediğimden değil, bitmeye başladığı, bittiği, yani biteceği, hem de başarıyla, açıkça belli olduktan sonra bırakırım ben elimdekini. Yoksa o noktaya gelene kadar durmam. Çünkü benim meselem bitirememek değil, bitirmemek. Son noktayı koymam sadece, cümlemi tamamlamam. Dünyaya inat olsun işte. Kendimi bir şey saymayayım diye. Bir şey söylemiş olmayayım diye. Diplomalarım zorlamadılar beni ne demek, daha çok aslında. Ne yaptım nasıl yaptım da tamamladım aynılarını bilmiyorum. Elimden kaçtılar aslında. Başkalarının saatlerce uğraşıp da kafalarının bir türlü basmadığı meseleleri ben Türk dizisi izlerken okur ve anlarım. Her akşam yarım saat, fazla değil. Kâfi. Doktorada biraz zorlandım ama. O da meseleyle ilgili değil aslında, insan faktörü midemi bulandırdığı için daha çok.
Doktorama Almanya’da başladım ve on yıllar sonra aynısını Türkiye’de tamamladım. Hastalandım arada çünkü, çok hastalandım. Ne zaman o üniversitenin kapısından içeriye girdiysem, muhatap olacağım tipler aklıma gelir ve midem bulanırdı. Hani ne dersiniz siz Türkler, ayaklarım geri geri giderdi. Emin olun, metroyla Hacıosmandan Yenikapı’ya giderken bile Beyazıt durağında o ismi duymamak için kulaklarımı tıkıyordum. Hala daha üstelik. Hayatımın en karanlık üç yılını orada geçirdim. Tam bir cehennem. Lağım çukuru. Sonra da soruyorlar cehennem var mı diye. Evet var, kesinlikle. Anne ve babam ilk başlarda aman Allah’ım bu çocuk neden böyle havasında sürekli üzerime gelip durdular. Da akıllarına bir hekime danışmak gelmedi işte, belki de bu kadar akıllı bir çocuğun aklından ne zoru olabilir ki diye düşünmüşlerdir, kim bilir. Oysa zaten o kadar akıllı olmamdı mesele. Ama sonra alıştılar onlar da. Yapacak bir şey yok dediler muhtemelen, payımıza düşen bu. Artık onlar yok, dolayısıyla benim bu halimi kendine dert edinecek kimse de kalmadı. Yapamıyorum. Mesela şu anda yaklaşık yirmi kitap aynı anda okuyorum. Birkaçı masamda, salonda var bir iki tane, birkaçı mutfakta, diğer birkaçı da yatağımda, baş ucumda duruyor. Hatta tuvalette bile var birkaç tane. Neredeyse, kedi ve köpeklere ve hava şartlarına güvenebilsem, bu demek aynılarının aynılarını alıp götürmeyeceklerine, ya da parçalamayacaklarına ve onlara zarar vermeyeceklerine kani olabilsem, kapının önüne, camın kenarına da koyacağım birkaç tane nefes almak için bazen çıkınca oraya orada da elime alabileceğim bir iki tane olsun diye. Dolayısıyla elime nerede hangisi gelirse onu alıyorum, yarım saat okuyup tekrar, aldığım yere değil işte, neredeysem o anda oraya bırakıyorum. Yarım saatten fazla, o da en fazla, aynı kitapta kalamıyorum maalesef. Ama seviyorum okumayı, istiyorum. İyi geliyor bana. Yeni şeyler öğrenmek için değil ha, halihazırda kendi düşündüklerimi benden önce kim, nasıl düşünmüş acaba, onu görmek için.
3
Hollanda’daydım, epey oluyor, sanırım yerde yatan beyaz kara düz delik işemekten aciz ama dalaverede uzman süzme salak ve dangalak bir İslamcının kendi göremediği ve eline yüzüne bulaştırdığı bir işini görmek için, ve geri dönüyorum. Henüz daha sınırı geçmemiştim ki içimdeki İslamcı uyandı birden, ki herkesin içinde vardır o İslamcı, yanlış anlamayın, sadece bende değil, ve depoyu doldurup da öyle geçeyim karşıya dedim, nitekim birkaç kuruş tasarruf edebilirim belki diye düşündüm. Doğru mu yaptım onu da bilmiyorum ya; o kadar da değildi içimdeki İslamcı nitekim. Benzin aldım, ödeme yapmak için içeriye girdim, kasaya yaklaşırken ve kartımı çıkartmaya çalışırken çok fazla dikkat etmedim, edemedim etrafıma, fakat kartı çıkartıp kasada duran kişiye uzatmak için gözlerimi kaldırınca birden gördüm onu. Hani derler ya, yatmada yanında yat, öyle. Bazı kadınlar o kadar güzel olabiliyor ki, gerçekten ama, ona ait olsanız da dokunamıyorsunuz ona, kıyamıyorsunuz, ne düşüncelerinizle ne parmaklarınızla ne dudaklarınızla ne de başka bir tarafınızla, hatta sevemiyor, âşık olamıyorsunuz, düşünemiyorsunuz bile işte, uzaktan da olsa, o kadar yani. Fazla güzel, ulaşılması zor, hatta imkânsız olmayacaksın demektir bu, akıllı da olmayacaksın aynı şekilde, alan açacaksın ötekilere onlar da var olabilsinler diye, varlığınla daraltmayacaksın yaşam alanını kimsenin, gravitasyonunu, bir şekilde edip yapıp, küçülteceksin işte, oldukları gibi ve kadar olmalarına, olabilmelerine hatta izin vereceksin diğerlerinin de. Kendilerine yetecekler, sevecekler kendilerini, ki o zaman seni de severler. Yok ama senin yüzünden kendilerini sevemiyorlarsa, senden ölümüne nefret ederler. Ölsen önlerinde sana bir bardak su dahi vermezler. Buna yol açmayacaksın işte. Ne seven ne dinleyen, ne kalp ve ne de kulak veren bulamazsın yoksa. Tecrübeyle sabit. Senelerdir neler çekiyorum. Düşünebiliyor musunuz, daha bir dakika karşımda oturup beni dinlememiş düşmanlarım var benim. Neyse. Hayatımda gördüğüm en güzel gözler belki. İşlem tamamlandı, ben teşekkür ettim o teşekkür etti ve kartı bana uzattı. Aldım kartı, biraz duraksadım, ama döndüm ve çıkmak üzereyim. Bir iki adım attım ya da atmadım ama çıkamadım. Durdum tekrar, önüme baktım ve hayır dedim, söylemeliyim ve geri döndüm. Geri döndüğümü görünce yüzüne düşen acaba bir şey mi oldu endişesi daha bir başka güzelleştirmişti onu. Yok dedim bir şey olmadı, fakat size bir şey söylemek istiyorum. Evet dedi sizi dinliyorum, çok güzelsiniz dedim, “şole bole değil” bizim köyün tabiriyle, özellikle gözleriniz hayatımda gördüğüm en güzel gözler. Durdu önce, biraz mahcup oldu galiba, kısa bir süre nereye bakacağını kestiremedi ama gözleriyle bir yerlere tutunmayı denedi, sonra teşekkür ederim dedi, siz de benim hayatımda gördüğüm en ilginç adam.
Çok güzel olmayacaksın işte; çok akıllı olmayacaksın. Black Friday yaklaşıyor, cumaya az kalmış. Korona krizi öncesi son Aralık ayındayız. Aslında henüz kasımın ortalarında bir yerlerde hala daha, belki de sonuna yaklaştık artık, tam olarak bilemedim şimdi. Ömer Faruk baba dedi Bologna’ya gidelim mi? Gidelim oğlum dedim, orası da nereden çıktı demedim, gidelim tabii ki. Çocuklarıma hiçbir zaman, ne isterlerse istesinler, nereden çıktı demem. Ama dedim gitmişken Floransa ve Roma’ya da uğrayalım ha, olmaz mı, çok oldu dedim Davut’u görmeyeli. Olur baba dedi, neden olmasın. Davut kim bu arada dedi sonra, oralarda da mı tanıdıkların var yoksa? Evet dedim var, var da Davut’u sen de tanıyorsun. Michelangelo’nun eserinden söz ediyorum dedim, nitekim Roma’ya, dolayısıyla Vatikan’a da onun için gitmek istiyorum: Sixtinische Kapelle. Anladım dedi. Çok oldu dediğim gibi dedim oralara gitmeyeli, biraz gezip dolaşırız, iyi de gelir belki ha? Tamam baba dedi Ömer, sıkıntı yok, sen nasıl istiyorsan öyle yaparız. İyi de oldu ama gerçekten. Kim derdi ki gidip geldikten sonra 2-3 yıl evlere kapanacağız. Aman Allah’ım.
Otele yerleştik önce, Pizza yedik sonra, şehirde, Floransa’da, dolaştık ardından az biraz, az biraz uzunca aslında, ve alışveriş yaptık; eskilerden anlattım Ömer’e dolaşırken sokaklarda. Gerçekten de epey zaman geçmiş dedim kendi kendime içimden, insan özlüyor işte. Sonra otele döndük ve uyuduk, ertesi sabah işimiz var çünkü, erkenden kalkıp Davut’u ziyarete gideceğiz. İyi de uyuduk ama, iyi de yorulmuştuk ama. Acaba erken mi oldu derken sokağa bir girdik, aman Allah’ım, kuyruk o biçim. Bizim Halk Ekmeği kuyrukları gibi aynen. Cihazdan geçtik ve ben hiçbir yere uğramadan Ömer’i elinden tuttuğum gibi çekip Davut’un önüne getirdim. Bak dedim, iyi bak; hiç düşünebiliyor musun dedim sonra bu karşında duran şeyin bir insan tarafından ve sadece ellerini kullanarak yapıldığını? Sadece dedim şu eli yapabilmek için bile, damar ve tendonlara dikkat et dedim, kaç gece gizli gizli insan cesetleri üzerinde çalıştı biliyor musun? İgittigitt dedi Ömer ceset kelimesini duyunca. Öyle deme oğlum dedim, sanat böyle bir şey işte. Aklıma Marina Abramovic geldi birden, nedense!?!, Ömer öyle deyince, tebessüm ettim içimden, bir görse muhtemelen kilitlenir dedim çocuk, neyse dedim sonra, yine içimden, her şeyi bilmese de olur. Bana sorarsan dedim sonra ilahi yardım olmadan bu şekil bir eserin ortaya çıkması mümkün değil. Abart baba dedi Ömer, abart yine. Benim işim bu oğlum dedim biliyorsun, j’exagère, j’exagère toujours. Saat oldukça ilerledi bu arada ve biz yavaş yavaş Roma’ya doğru yola çıktık.
Biliyor musun dedim, biraz uyuyup uyandıktan sonra Ömer’e, ki ben o sırada otobüsün camından etrafı izliyordum, dangalağın biri suikast düzenlemiş vakti zamanında Davut’a. Hangisine dedi, Hz. Davut’a mı, heykele mi? Heykele dedim. Nasıl dedi. Pietro Cannata adında bir manyak. O da dedim bizim gibi sabah erkenden uyanmış, hazırlıklarını tamamlamış, ama o kötü niyetli, ve yola koyulmuş. Sırada beklemiş sonra bizim gibi, cihazdan geçmiş o da, nasıl acaba, sonra hiçbir yere uğramadan, yani aynen bizim gibi, hızlıca yürüyerek Davut’un önüne gelmiş. Etrafa bakmış önce, sağa sola, sonra Davut’a. Ardından kıvrak bir hareketle heykeli çevreleyen engelin üzerinden atlamış ve yere düşerken elini iç cebine atarak cebinde sakladığı küçük çekici çıkarmış; yere düştüğü noktada indirmiş Davut’a darbeyi sonra. Deme dedi Ömer ya, dedim bile dedim ben. E sonra? Sonrası malum. Yaka paça almış götürmüşler salağı. Polis sorgusunda, I only hit it once and I hit it gently […] It was simply too beautiful demiş, düşünebiliyor musun? Dedim ya dedim sonra, Ömer’e değil ama kendi kendime, hem de içimden, çok güzel olmayacaksın işte, çok akıllı da ama.
4
İyi oluyor bazen böyle yazmak, yazdıkça yazası geliyor insanın. Geçenlerde yoldayız Ömer’le yine, biraz takılayım dedim kendisine, canım sıkılıyordu yine, her zamanki gibi nitekim. Biliyorsunuzdur muhtemelen, size kim derdi ben bilmiyorum, ama bana merhum annem derdi, sıkı can iyidir derdi oğlum kolay çıkmaz. Ömer’e takılmak istedim mi tanımadığı kelimeler kullanırım genellikle, iş olsun işte, biliyorum çok kızıyor öyle yapınca. Önce biraz havadan sudan konuştuk, arabanın suyundan, lastiklerin havasından, sonra notabene dedim, dün akşam seninkinin filmini izledim biliyor musun, Daddio. Was ist das dedi schon wieder, notabene, dedim ‘übrigens’, ‘by the way’, yani ‘bu arada’. Ach Vater dedi, bitte. Tamam tamam dedim, sakin ol, ama gerçekten, söylediğin kadar varmış. Kim? Dakota. Haklıymışım değil mi dedi birden bana dönerek, önüne bak dedim, heyecanlandı, gözleri parlıyordu, çok güzel. Evet, evet dedim, çok güzel. Hele dedim bir de giden gelen ışıklar arasında değişen facetteler, müthiş gerçekten. Yani ben bile, o kadar müşkülpesent olmama rağmen, ve tabii ki biraz daha genç olsaydım, âşık olabilirdim ona. Baktı bana, bir o eksikti zaten dedi. Ayrıca dedi, o müşkülpesent de ne demek? İnce zevkleri olan, her şeyi beğenmeyen, zor beğenen dedim. Evet dedi, weiß Gott öylesin. Ben dedim babasını tanıyorum aslında, Don Johnson, Miami Vice, bizim zamanımızda o vardı. Biliyor musun dedim, Melih amcan onun gibi giyinirdi hep. Nasıl? E dedim aç da bak.
Peki nasıldı dedi film, güzel miydi? Yani dedim bilmem ki, kadın taxiye biniyor, bir şekilde şoförle konuşmaya başlıyor ve evinin önüne gelince iniyor taksiden, evine giriyor ve film bitiyor. Ne konuşuyorlar ki. Yani, pek bir şey anlamadım dedim. Dakota’dan oldukça etkilenmişsin anlaşılan dedi, yoksa sen mi bir şey anlamadın, lütfen. Anlamayı dedim çok matah bir şey sanıyorsun değil mi? Bak dedim: Vakti zamanında Alman bir papaz vardı, yarım da filozof aslında; Hegel’in zamandaşı, hatta kurumdaşı ve düşmanı, Friedrich Schleiermacher. Vakti zamanında da ne demek dedi. Es war einmal dedim. Hani once upon a time… in Hollywood vardı ya, İstinye Park’da izlemiştik, DiCaprio, Pitt, öyle bir şey işte. Bir varmış bir yokmuş gibi yani. Eee dedi. Die Wut des Verstehens diye bir ibare kullanıyor Schleiermacher, yani anlamanın, aslında anlamak istemenin öfkesinden bahsediyor. Anlamak orman yangınına benzer oğlum dedim sonra, bir kere başladı(n) mı önünü alamazsın kolay kolay. Her şeyi anlamak, tüketmek, bitirmek istersin. Yakarsın kül edersin ortalığı anlaya anlaya. Kurutursun hatta, her şeyi kendine benzetirsin, ki anlamak budur zaten, sana benzemeyeni sana benzetmek, anlaşılmak daha çok hatta; kuraklık çöker sonra dünyaya. Anlamak öyle sandığın gibi, en azından kadar, iyi bir şey değil yani dedim. Anlamadım dedi. Max Weber Entzauberung der Welt diyor, aslında Entsakralisierung da diyebilirdi. Zaten onu kastediyor. Dolayısıyla dünyanın, aslında olup biten her şeyin, adının konulması, hem de ein für alle Mal. Kötü mü bu dedi. Yani dedim, sonucuna bakılırsa pek hayırlı olmamış. Benim adam var ya hani dedim, benim adam, Yahudi, Derrida, bir keresinde Batı’nın, işte o Batı’nın, emperyal Batı’nın, en önemli adamlarından birine, Hans-Georg Gadamer’ya, şöyle demişti: Acaba demişti, sizin bu sürekli vurguladığınız, sürekli öne çıkarttığınız, muhatabınızı anlamak isteğinizin, anlaşmak, anlaşabilmek düşüncenizin ve, haddizatında, tutkunuzun ve ısrarınızın arkasında, unterschwellig, eşik-altsal yani, subliminal ya da, ele geçirme, sahip olma ve üzerinde iktidar kurup güç uygulama isteği olmasın sakın? Eşik-altsal da ne dedi, öyle bir kelime var mı Türkçe de? Bilmem dedim. Neologismus, yani olabilir yani, şimdi icat ettim, biraz önce. Güldü. Zinhar demişti Gadamer bunun üzerine, ben sadece, her ne kadar bu son sorunuzu anlamakta zorlandıysam da, anlamak ve anlaşılmak isteyen herkes gibi davranıyorum. Yersen. Tabii ki; ilk bakışta Gadamer’nın söylediklerinin ne kadar harmlos, yani mülayim, haddizatında yerinde şeyler olduğunu düşünebilirsin, fakat tam da bu düşüncedir aslında emperyal Batının temelini teşkil eden. Anlamak değil, anlaşılmak.
Somut bir örnek verebilirim sana istersen dedim bu bahsettiğim son konuyla ilgili olarak, daha iyi anlaşılır muhtemelen, bak, denk gelmiş, ne iyi işte, daha bu sabah okudum. Tabii ki dedi. Güney Afrika’da, senin oralarda yani, hem de tam senin oralarda, Cape Town’da oluyor bu olay, Stellenbosch University’de. Baksana ya dedim sonra lafı değiştirerek birden, aklıma gelmişken, bir daha giderken beni de götürsene, takılırım biraz, belki iyi gelir ha, olmaz mı? O kadar uzun süre uçakta kalabilecek misin ama dedi, sorun çıkmasın, rahatsızlanma sonra? Yok yok dedim, bir şey olmaz inşallah. İlaç kullanırım gerekirse. Tamam o zaman, benim için bir sorun yok, zamanı gelsin bakarız, da ne olmuş ki orada? Söz konusu üniversitenin Sosyal Adalet Merkezinde bir konferans düzenleniyormuş dedim ve aynısına birçokları yanı sıra bir Alman büyükelçi de katılmış. Bir saniye dedim sonra, telefonumu çıkarttım ve sabah okuduğum sayfayı açtım. Aynısının katıldığı oturum başlamadan önce katılımcılardan biri kürsüye çıkarak Alman elçiye şu şekilde bir tepki göstermiş: ‘Sir, have you no shame? You are one of the largest arms suppliers to the state of Israel … You are not welcomed in our midst.’ (Beyefendi, sizde hiç utanma arlanma yok mu? Siz İsrail devletinin en büyük silah temin edicilerinden birisiniz ve aramıza hoş gelmediniz.) Peki dedim Alman elçi daha sonra, ki o eleştiri sonrası salonu terk etmek zorunda kalmıştı, aynı meseleyle ilgili olarak yayınladığı basın açıklamasında söz konusu tepkiye nasıl karşılık vermiş biliyor musun? Nasıl? Adeta Hans-Georg Gadamer okumuş gibi, muhtemelen okumuştur da: ‘As a diplomat, I firmly believe in dialogue. So I think it’s important to talk to each other. I dont think its useful to shout at each other. We need to sit down and we need to have a dialogue and to find joint solutions.’ Aklıma ne geldi biliyor musun dedim bunları okuyunca? Ne geldi dedi? İlyas Salman’la Şener Şen’in repliği. Hangisi? Hani Maho diyor ya Bilo’ya: ‘Tamam, tamam, yaptım, yaptım da, hele bir sor bakalım niye yaptım.’ ‘Sormirim la, sormirim’. Nitekim sorarsan bittin. Eğer iktidar sendeyse oğlum dedim, güçlü olan sensen, iktidarını en etkili olarak anlaşıldığın noktada uygularsın, aslında anlaşılmak iktidar uygulamaktır, anlaşıldığın her zaman gücüne güç katarsın, sahip olduğun gücü konsolide edersin. Dolayısıyla zayıfsan, ancak diyaloğu kabul etmeyerek kendini koruyabilirsin. Anlamayarak, anlamak istemeyerek, direnerek anlamamakta, inat ederek. İşte buna Terör diyorlar eğer bunu şiddet kullanarak yaparsan.
Sanki dedim söz konusu filmin senaristi Gadamer’yı okumuş gibi değil mi? Alman elçi diyor ki yani dedim, ‘bir diplomat olarak bütün kalbimle diyalogdan yanayım. Dolayısıyla birbirimizle konuşmamızın son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Birbirimize bağırmanın bir faydası olmadığına inanıyorum. Hep beraber oturup birlikte konuşmalı, ortak çözümler bulmalıyız.’ Hani İslamcılar ve diğer mide bulandırıcı bazı tipler diyorlar ya sürekli, işte hepimiz kardeşiz, 85 milyon aynı gemideyiz, biz bir bütünüz, etle tırnak gibiyiz, çok fazla ortak yanlarımız var falan, aynı terane işte. Bana mı sordun lan kiminle kardeş olacağımı, bana mı sordun kiminle aynı gemiye bineceğimi? Nereden benim kardeşim oluyorsun, nereden benim değerlerime ortak oluyorsun? Benim neye değer verdiğimi nereden biliyorsun? Kim söyledi sana ne istediğimi? Sen kimsin ya? Ben kimim? ‘Biz’ de neyin nesi? Ben ötekiyim, senin ötekinim ben ve hep de senin ve onun ve diğerlerinin, ben olmayan herkesin ve her şeyin, o neyse atık, ötekilerin yani, ötekisi olarak da kalacağım.
Bu arada dedim, Derrida diyor ki: ‘Diyalog? Doktor bu ne? Bana her zaman yabancı kalacak bir kelime.’ ‘Doktor bu ne?’yi ben ekledim, gerisi ama bire bir ona ait. Yani baba dedi, anlamak bu kadar mı kötü? Hayır dedim onu demek istemiyorum tabii ki. Quran’dan bir örnek verebilirim istersen dedim, ama teknik olarak. Seni dinliyorum dedi. Allah diyor ki dedim mesela, zannın çoğundan, dikkatini çekerim hepsinden değil, kaçının, nitekim onun bir, belki de büyük bir kısmı, kötüdür. Anlamak da böyle işte dedim. Kemal Sunal’ın dediği gibi aslında diye ekledim ardından, azı karar fazlası zarar. Zannın iyisi de mi varmış dedi? Tabii ki var dedim; Quran Müslümanlardan söz ederken onları birçoğunun yanı sıra Rablerine kavuşacaklarını ve O’na geri döneceklerini zan edenler olarak da tanımlıyor. Ayrıca dedim, hani gündelik dilde kullanıyoruz, hüsnü zan diyoruz ya. Anladım dedi. Anlama dedim, lütfen, ne olursun, her şeyi anlama; özellikle de bu kadar çabuk anlama. Şeytandan, Kemalistten ve İslamcıdan olduğu gibi, her şeyi, özellikle de çabuk, anlayanlardan koru kendini, sığın Rabbine, uzak dur kötülerden, anlayışı kuvvetli olanlardan.
Hacıosmandan aşağıya inelim mi oğlum dedim sonra, biraz deniz havası alırız eve gitmeden ha ne dersin? Niye dedi, Büyükdere’deki deniz kesmiyor mu seni? Saçmalama oğlum dedim, niye kesmesin. Ama dedim Tarabya’daki daha güzel. Tamam dedi, istersen dedi sonra EspressoLab’den Kakao da alırız, sonra da arabayı park eder yürürüz biraz. Gerek yok dedim. Ama dedi sen önceleri çok Kakao içerdin, ne oldu vaz mı geçtin? Yok dedim ya hala daha seviyorum Kakao’yu, ama önceden Starbucks vardı, adamlar işi iyi biliyor. EspressoLab’de çorba gibi bir şey veriyorlar sana. Üstelik bir de sıcak çikolata diyorlar. Aman Allah’ım. İçerken aklıma gelince çikolata içtiğim, ki normalde yerim çikolatayı, midem kalkıyor. Bir gün dedim Şişli’deyim, oluyor ama epey, ki o zamanlar Starbucks henüz haram bölge değildi, Namazdan çıktım ve Cevahir’in önündeki Starbucks’a girdim Kakao almak için. Orta boy bir Kakao lütfen dedim tezgahtaki kıza. Biz ona dedi sıcak çikolata diyoruz böyle bilmiş bilmiş ve sırıta sırıta. Ya dedim öyle mi, ne güzel, ne güzel de bana ne? Ben Kakao diyorum. Mahcup oldu kız, özür dilerim dedi, sadece bilgi vermek istedim. Teşekkür ederim dedim çok naziksiniz. Rahatladı. Sonra eline kalemi ve o bardak gibi şeyi aldı ve adınızı alabilir miyim dedi. Dedim Derrida, Jacques Derrida. Nee der gibi baktı bana önce, cidden mi dedi. Yok dedim şaka yaptım, Şemsettin yaz. Onu da beğenmedi, yine tuhaf tuhaf baktı, yazsana kızım dedim. Neyse dedim tamam, Nurettin yaz o zaman. Siz dedi benimle dalga mı geçiyorsunuz? Yoo dedim, isim söylüyorum beğenmiyorsun, ben de başka bir isim söylüyorum. Ne yapabilirim ki başka. Yazık baba dedi Ömer, neden böyle yapıyorsun insanlara, birgün başına dert alacaksın. Neden ki dedim, biraz hareket katıyorum hayatlarına insanların, gülüyorlar. Nitekim en sonunda hepsinden özür diliyorum ve hepsi son derece memnun gözüküyorlar hallerinden. Oğlum dedim çok hızlı gitme, çok kalmadı zaten.
5
Birgün dersteyiz dedim, bak iyi dinle, sanırım Kant’ın üçüncü eleştirisini ele alıyoruz, hoca birden konuyu değiştirdi. Nazi subaylarından bahsetmeye başladı. İşte dedi düşünebiliyor musunuz, bütün gün insanların gaz odalarında ölmelerini organize eden bir subay akşam evine geliyor, eşi ve çocuklarıyla yemek yiyor, sohbet ediyor. Ardından çocuklarını yatağa götürüyor ve kolay uyusunlar için Grimm masallarından okuyor onlara biraz ve iyi geceler öpücüğü eşliğinde üzerlerini örtüp lambayı söndürdükten sonra, sonra tekrar aşağıya salona iniyor. Hani Amerikan filmlerinde gördüğümüz o sahne var ya, öyle biraz. Sadece çocuğun elindeki Plüschtier eksik, o kadar yani. Bir şarap bardağı bardak şarap ve Bach eşliğinde günün yorgunluğunu az biraz üzerinden attıktan sonra da yukarıya çıkıyor tekrar, odasına, ve Faust’tan birkaç dize okuduktan sonra ertesi gün söz konusu görevinde zinde ve kendinde olabilmek için vakitlice uykuya dalıyor. Ve ertesi gün yine. Düşünebiliyor musunuz dedi hoca, adamın yaptığı iş bir tarafta, Alman ırkının ürettiği bu yüksek kültür öte tarafta. Bu ikisini nasıl bir arada götürebildiler anlaşılır gibi değil. Ben anlamıyorum diye ekledi ardından, anlayamıyorum. Gerçekten Alman ırkımı dedi hoca dedi Ömer, o kelimeyi kullandı mı? Yok ya dedim, das Deutschtum dedi galiba, da Türkçeye nasıl çevireceğimi bilemedim şimdi. Onun için öyle dedim. Hem biz bizeyiz zaten, sıkıntı yok. Neyse dedim. Bunun üzerine bir şey diyeceğim ama, acaba diyorum desem mi. Nitekim aramız iyi değil hocayla, ki hiçbir hocamla aram iyi değildi zaten, aslında işimde çok fazla iyi olmasam, derse bile almayacaklar beni ya, da adamlar Alman, dolayısıyla kaliteyi görünce düşmanında da olsa uzak duramıyorlar bir yere kadar, ama bir yere kadar sadece. Bizimkiler gibi değiller dedim yani. Bizimkiler kim dedi Ömer, İslamcılar dedim. Onlar bizimkiler mi dedi. Yok dedim, tabii ki bizimkiler değiller, yani buradakiler demek istedim. Bizimkiler nasıl ki dedi. Bizimkiler dedim kaliteyi görünce önce mideleri bulanır, tansiyonları çıkar ya da düşer, kaldıramazlar aynısını nitekim, ağır gelir, sonra da bu adam ya da kadın ya da kaliteyi üzerinde taşıyan her neyse artık başımıza bir iş açar korkusuyla onun kökünü kazırlar; sonra da yeniden çıkmasın diye oraya haşlanmış su dökerler. Ve en nihayetinde Allah’ın onları Quran’da tanımladığı gibi girerler gizli ve karanlık bir odaya, kıskançlıktan, dolayısıyla kaliteye duydukları öfkeden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar.
Aranız neden iyi değildi ki hocayla diye sordu bu sefer. Weil ich ein hoffnungsloser Ikonoklast bin, ein wütender Bilderstürmer. O da ne dedi. Put kırıcı dedim, aslında resimlere hücum edenler, Bilderstürmer eben. Nasıl dedi. Bunlar Alman dedim, aslında Batı. Bunların Putları var. Mesela Leonardo, mesela Michelangelo, mesela Galileo, mesela Bruno, mesela Dante, mesela Bacon, mesela Luther, mesela Newton, mesela Goethe, mesela Bach, Beethoven, mesela van Gogh, mesela Darwin, Freud, Einstein ve, ve, ve. Farkındaysan dedim saydıklarımın arasında tek bir tane safkan filozof yok, neden? Çünkü Batının temelini felsefe değil, bilim ve sanat oluşturur. Ki Matematikçileri saymadım bile. Dolayısıyla bunlar ve benzerleri Batının putlarıdır.
Başka bir dersteyiz ve aynı hoca dersin başında, ısınma hareketleri olarak yani, öylesine bir soru sordu, iş olsun işte. 1600’de ne oldu dedi. Kimsede çıt yok. Elimi kaldırdım, adamın suratı düştü birden, başına gelecekleri biliyor, bakalım bu sefer ne gelecek şimdi diye merakla bekliyor. Buyurun sayın Küçükhüseyin dedi sonra, her zamanki gibi sizi dinliyoruz. Dedim 1600’de Bruno adında bir papaz Roma’da çıkan bir yangın sonucu hayatını kaybetti. Millet bana bakıyor, muhtemelen içlerinden manyak mı bu ne, 1600’de Roma’da çıkan yangından ne haberi var bunun, nereden biliyor ki yangını demişlerdir. Gerçekten baba dedi Ömer, nereden biliyordun ki? Yangın mangın yok oğlum dedim, dur hele. Sen de biliyorsun meseleyi aslında, da, farklı biliyorsun işte. Nasıl dedi. Giordano Bruno var ya dedim, evet dedi, er wurde im Jahr 1600 vom Gouverneur von Rom zum Tod auf dem Scheiterhaufen verurteilt, yani dedim kilise adamı Roma’nın ortasında yaktı. Ha o mu dedi, evet o dedim. Ne oldu sonra dedi, hoca ne yaptı? Eliyle kapıyı işaret etti dedim, ardından dışarıya çıkmamı istedi ve peşimden geldi. Bana bakın dedi sonra, sizin bu aptal şakalarınızdan bıktım, siz kim oluyorsunuz da o değerde bir insanla, koca bir gelenekle bu şekilde alay edebiliyorsunuz? Ben dedim onunla değil sizinle alay ediyorum. Fark etmediniz, edemediniz sanırım. Sonra dedim müsaade ederseniz tekrar sınıfa girmek, yok eğer hayır diyorsanız iyi günler deyip ayrılmak istiyorum. Kafasıyla hadi geç içeri diye işaret etti.
Dolayısıyla biz subay hikayesine dönelim yine. Elimi kaldırdım hoca anlayamıyorum deyince. Yani dedi Ömer. Buyurun dedi hoca, sizi dinliyoruz. Dedim anlattığınız durumu anlayamadığınızı söylediniz haklı mıyım? Evet dedi, doğru anladınız. Güldük. Ama dedim bana sorarsanız anlayamıyorum değil, anlamak istemiyorum demeliydiniz ve bu şekil davranmakta da haklısınız. Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Nasıl dedi. Şayet dedim Nietzsche haklıysa ve biz anladığımız her şeyi geride bırakıyor, anladığımız her şeyi olabilirleştiriyor, dolayısıyla mümkün kılıyor, entegre ediyor, dünyamızın bir parçası haline getiriyorsak, daha basit söylemek gerekirse içeriye alıp bizden bir parça kılıyorsak, o zaman bazı şeyleri anlamamalıyız, haddizatında anlayabileceğimizi fark ettiğimiz noktada anlama sürecini sonlandırarak o şeyi anlaşılmamış olarak ortada bırakmalıyız. Haklısınız dedi, her zamanki gibi, size katılıyorum. Ben de size katılıyorum dedim. Güldük. Hocam kelimesini Almanca nasıl diyordunuz ki dedi Ömer, Herr Lehrer demiyordunuz herhalde? Araplar nasıl diyordu biliyor musun dedim. Nasıl dedi: Mein Lehrer. Güldük. Dedim onlara öyle demeyin, Arapça kullanın, ben sizi anlarım. Sonra üstazi demeye başladılar. Neyse dedim ve kaldığım yerden devam ettim. Yok dedim daha neler. İsmiyle, dolayısıyla sayın şu diyorduk işte. Hoca burada var. Biliyor musun dedim, o kelime yüzünden bile bana yapmadıklarını bırakmadılar burada. Nasıl dedi. Hani dedim bir aralar üniversiteye gidiyordum ya, evet dedi, oradakilere hoca demek istemedim. Muhtemelen dedi adamları hoca olarak görmedin, göremedin, onun için. O da var dedim tabii ki, de benim meselem o değildi ama. Neydi dedi. O kelimeyi her kullandığım zaman o kelimenin ait olduğu koca bir geleneği, bütün olumsuzluklarıyla birlikte canlandırıyordum da ondan, haddizatında her kullanışımla birlikte o geleneğe can ve kan veriyordum. Ama ben o gelenekten nefret ediyorum. Neden? Çünkü Allah’ın dinini tahrif eden bir gelenek. Kelimeler dedim kızlara benzer. Nasıl dedi. Hani dedim evlenirken sanırsın ki sadece sevdiğim kızı aldım, ama öyle değildir tabii ki. Anasını babasını kardeşini hatta sınıf öğretmenini ve daha ne kadar varsa, yedi sülalesini de alırsın. Öyle. Çünkü hiçbir şey tek başına değildir. Meseleyi anladın mı dedim. Tam olarak değil dedi.
Bir daha o zaman dedim, ama kısaca; aslında dedim anlaşılmayacak bir şey yok, nitekim sen de aynı şekilde davranıyorsun bazen ve az çok. Nasıl dedi. Hani dedim sende yapıyorsun ya bazen. Ne yapıyorum dedi. Hani dedim bazen sana kızınca çekip gidiyorsun, bütün aramalarıma, oğlum gel konuşalım demelerime rağmen telefona çıkmıyor hatta beni engelliyorsun ya. Ki bazen bu da yetmiyor ablanı arayıp ondan da aynı tepkiyi göstermesini istiyorsun, dolayısıyla sana ulaşabileceğim bütün yolları iptal ediyorsun. Neden? Neden? Çünkü dedim karşıma oturup benimle konuşmaya başladığın anda kaybedeceğini biliyorsun, ki daha çok aslında, öyle ki konuşmanın sonunda aslında benim senden özür dilemem gerekirken senin benden özür dilemek zoruında kalacağını biliyorsun; ve işin en kötü tarafı ne biliyor musun? Ne? Doğru olanın bu olduğuna inanıyorsun üstelik. Dolayısıyla bunu da bildiğin için hayır baba diyorsun, bırak dağınık kalsın, nitekim toplamaya başladığımız her zaman ihale bana kalıyor. Ve bu şekilde davranarak çok iyi yapıyorsun. Anladım dedi.
6
Bizim Molla’ya gelelim artık isterseniz. Önce ama Urfalı düşünürün ne dediğini verelim kısaca:
Talha Hakan Alp hocanın yeni videosunu dinledim. Çok beliğ, selis, veciz, tatlı bir konuşma üslubu var. Meramını efradını cami, ağyarını mâni bir şekilde güzelce anlatıyor. Konuşmanın bitmesini istemiyor insan.
İtiraf etmeliyim, selis’in ne anlama geldiğini bilmiyordum, TDK’ya baktım, akıcıymış, öyle çok da önemli değil yani. Bir Kürtten Türkçe öğrenmek ise ayrı bir keyif. Tabii ki şayet selis Türkçe bir kelimeyse, ve bizim Urfalı düşünür Kürtse, değilse son cümlemi yazılmamış kabul edin. Hani eve gelen cezaların altında yazar ya, şayet yatırmışsanız cezayı bu yazıyı dikkate almayın diye, öyle işte. Aslında tam da bunu demek istiyorum ben. Urfalı düşünürün İstanbullu Molla’nın konuşması bağlamında yukarıda yaptığı bütün tanımlar, tam da benim aynı konuşma bağlamında midemi bulandıran şeyler, dolayısıyla burada iki farklı dünyanın, modern ve pre modern, çatıştığını görüyoruz, hem de öyle ki, ölümüne, en temel değerlerinde haddizatında, kökünde yani. Farkındaysanız Molla’nın söylediklerine pek fazla önem vermiyorum, bildiğimiz ve son dönemlerde çokça duyduğumuz genel geçer şeyler hepsi. Kimin neye inandığı kimi ilgilendirir ki? Tabii ki bundan rahatsız olanlar var, dolayısıyla birilerinin nasıl inanması gerektiği konusunda kendilerini karar mercii olarak görenler. Molla’nın bu konuda söylediği bazı şeylere katılabilirim dahi. Ama genel olarak Molla’nın kendisine yapılan eleştirilerden, sert ya da yumuşak, aslında rahatsız olmadığını düşünüyorum. O kadar da niyet okuması yapmama müsade edin artık. İstemem yan cebime koy hesabı yani. Beni kimsenin nasıl inandığı ilgilendirmiyor. Kendisine mübarek olsun. Nitekim bizim inandığımız cehennem de dolacak bir şekilde. Ama ne onun ne de cennetin bekçisi ya da kapıcısı biz değiliz. Zaten videonun sadece ilk 20 dakikasını izledim, fazla değil. Molla’nın dili ve üslubu, hani Urfalı düşünürü mest eden şeyler vardı ya, hani yukarıda sıralamıştı, beni boğdu. Dediğim gibi içerik ilgilendirmiyor beni. Beni ilgilendiren Molla’nın ne söylediği değil dolayısıyla, nasıl söylediğidir, nitekim bu toplumun altında inlediği ve yüzyıllardır ondan kurtulamadığı, onun kanını emen ve sömüren ve ona insanlığını unutturan zulüm kendisini söylenende değil, söyleme şeklinde en bariz şekilde dışa vuruyor. Öyle ki iktidar, ya da sistem, nasıl isterseniz artık, insanları söylenenle avuturken, onlarla insanlara baskı ve zulüm kurduğu ve uyguladığı bütün hiyerarşileri ve diğer araç ve gereçlerini söylenenin nasıl söylendiği üzerinden empoze ediyor. Ve bunu en çok da doğruları söylerken yapıyor. O durumda nitekim ona tamamen teslim oluyorsunuz. Ne yani, adam doğruları söylüyor, derdin ne senin kardeşim? Klişe olacak ama, Titanic batarken çalmaya devam eden müzisyenler var ya, ha tam öyle işte bizim Mollanın ve Düşünürün hali aslında. Şov yapıyorlar her ikisi de. Selbstinszenierung diyoruz Almancada, kendini sahnelemek. Mollanın Face hesabı kapalı, ama Düşünürünki açık. Bir göz atayım dedim ve emin olun çok ilginç. Kendisi gibi hoca kabul ettiği herkesin yorumuna bir cevap vermiş, fakat ona göre hoca olmayanlara herhangi bir reaksiyonu, bırakın bir şey söylemeyi, bir beğeni işaretini bile çok görmüş. Bu adam kitap yazıyor. Allah’ım aklıma mukayyet ol.
Ludwig Wittgenstein’ın en yakınlarından biri, mimar Adolf Loos ‘Ornamentik ist Mord’ der, dolayısıyla ‘Süs cinayettir’. Buradan ne çıkarabiliriz bu tartışma bağlamında gelin ona bakalım biz. Ama öncesinde Paul Watzlawick’in çok bilinen bir cümlesini aktaralım: ‘Man kann nicht nicht kommunizieren’, dolayısıyla insan için iletişimin dışına çıkmak mümkün değildir. Molla bunu ya çok iyi biliyor, o durumda şarlatanlık yapıyor, ya bilmiyor, o durumda da maalesef süzme salaklık. İnsanlar genelde sadece ağızlarıyla konuştuklarını sanırlar. Ne demişti Heidegger, biz uyurken bile konuşuruz, ki bu insana verilmiş bir nimettir, ama iyilik için kullanılırsa. Dolayısıyla Rabbimin kitabında söylediği gibi, utancından ve izzetinden ihtiyacı olsa da isteyemeyen insan başka şekilde konuşur, önemli olan onu duyabilmektir. Fakat bu nimeti kötüye de kullanabiliriz. Kedinin ayağına bastınız mı intikamını yarına saklamaz, daha iyi bir pozisyon bekleyerek sizin canınızı sizin onun canını acıttığınızdan daha fazla acıtmanın hesabını yapmaz. O an orada suratınıza sıçrar ve elinden ne geliyorsa o an orada yapar. İnsan ama öyle değil. Allah’ın kendisine hemcinslerinin konuşamadıkları durumlarda onları yine duyup ihtiyaçlarını giderebilmesi için ihsan ettiği bir nimeti perverte eder o. Ayağına bastığınızda canı çok yanmıştır, fakat bunu size belli etmez. Hatta önemli değil der, yüzünüze güler ama ilk fırsatta bacağınızı kırmanın yollarını arar. Kaldı ki bu durum hukukta, burada nasıl bilmiyorum ama Almanya’da, hesaba katılır, dolayısıyla ilk anda verdiğiniz tepki, sonradan verdiğiniz tepki kadar ağır bir müeyyideye tabi tutulmaz. Bir fıkra: Temel Almanya’ya gitmiş, demişler ki Temel eğer soldan gelen biri senin yolunu alırsa ona çarpabilirsin, sen haklı olursun. Neyse Temel çıkmış yola ve ilk kavşakta başına gelmiş aynısı ama vuramamış, eyvah demiş tüh. Ama Temel bu, bırakmamış tabii ki, takılmış adamın peşine ve adama ilk durduğu yerde arkadan bindirmiş. Demişler ne yaptın, demiş ki soldan çıkıp yolumu aldı, ben haklıyım. Böyle işte.
Süs neden cinayettir? Çünkü süs paraziterdir, dolayısıyla neyin süsü ise ondan beslenir. Kendi başına kaldı mı hiçbir şeydir, ta ki bir şeyin süsü olarak yeniden hayat bulsun. Bunun en tehlikeli yansıması söz ve tavırda, mimik ve jestlerde gösterir kendisini. İlk 20 dakikada Mollada gözlemlediklerim. Öncelikle oturma tarzı, mide bulandırıcı. Son derece sakin, kendinden emin, son derece kibar, sesinde ve söylediklerinde hiçbir aşırılık yok, kullandığı kelimeler adeta seçilmiş, yerli yerinde. Konuşurken nefes alıp vermesi hiçbir şekilde konuşmasına gölge düşürmüyor. Yavaş konuşuyor, vurgular ne az ne fazla, tam gerektiği kadar. Mimikleri, ellerini, haddizatında parmaklarını kullanırken aynılarını soktuğu şekiller ve konuşma tarzı çok ölçülü. Konuşmasıyla mimik ve jestlerinin örtüşmesi müthiş, adeta bir senfoni gibi. Uzman bir yönetmenin direktifleriyle bir sahne çekiyor zannedersin. Mesela Türkiye’de çok az rastlanan, ki bu konuda en beceriksizler politikacılardır, hatalardan birini, gördüğüm kadarıyla, hemen hemen hiç yapmıyor: cümle içerisinde ismin bir halinden diğerine geçmiyor. Son derece rahat, Urfalı nın dediği gibi akıcı konuşuyor. Hepsi güzel, de bu şekilde vaizler, propagandistler konuşur, düşünürler değil. Düşünürleri düşünürken görürsünüz, takılır onlar, bazen bir cümleyi bitirmeden diğerine geçerler. Aniden geri dönerler, bazen de cümleyi bir başına ortada bırakırlar öyle dımdızlak. Susarlar sonra, yayındalarmış falan ilgilendirmez onları. Karıştırırlar, karışıktırlar, ne söyleyeceklerini bilmezler, önceden planlamazlar, unuturlar. Saçmalamaya başlarlar birden, ne oluyor burada dersiniz. Kendi düşündükleri içerisinde boğulurlar. Bir önce söyledikleri cümlenin tam zıttını bir sonraki cümlede söylerler. Dangalaklar aha çelişki buldum diye sevinirken, onlar çoktan başka düşüncelerin peşine takılıp başka diyarlara yol alırlar. Sen ama böyle demiştin dersiniz, o ise bilmem, demiş miydim, haberim yok der. Heyecanlarını, sinirlerini, saç baş yolmalarını görürsün düşünürlerin. Gizleyemezler çünkü. Kendileriyle konuşurlar. Canları çok sıkılırsa kalkar giderler. Hatırlıyorum, Peter Sloterdijk bir keresinde canlı yayında bir Liberalin, ne diyorsunuz siz Türkler Liboş galiba, konuşmasını kesip, kapa çeneni sabahtan beri saçmalayıp duruyorsun diyerek üzerindeki teçhizatı çıkartıp sunucunun önüne fırlattıktan sonra stüdyoyu terk etmişti. Ve buna benzer daha kaç olay. Düşünürler böyledir. Molla gibiler öyle değil. Ama onu öğretmişler ona, başkasını bilmiyor. Fakat böyle davranarak aslında kendisini eleştirmesinden mustarip olduğu geleneğe can ve kan veriyor farkında değil. Oda onlardan aslında, kafa aynı. Mesele sen mi ben mi. Bu arada, mesela Ömer Türker Bey, her ne kadar oynadığı takım itibariyle kendisine herhangi bir değer atfetmesem de ve de bazen çok takır tukur, odur budur, yani koşa koşa konuşsa da, adam heyecanını gösteriyor ara sıra en azından. Mollanın sesi titremiyor bile, bir nevi nasıl vaaz edilirin dersi veriyor, vaaz etmiyor aslında. Son tahlilde tabii anlıyorum onu, söylemek istediği bir şey var tabii ki, de beni söyletmeyin diyor, siz anlayın işte, dolaşıyor da dolaşıyor. Bunların, emin olun, kendilerine faydaları olmaz kaldı ki başkasına olsun.
Neyse saat 05:45. Namaza yarım saat daha var. Akşamdan beri bunları yazıyorum. Kerem’in maçını izlemek için üç saat ara verdim, sonra biraz Descartes okudum, helva ve ekmeğimi yedim, sonra Ömer geldi onunla oturup konuştuk biraz, yazmakta bulunduğum metin üzerinde çalıştım sonra. Ama yeter, aslında gereksiz şeyler bunlar. Bunların hepsi İslamcı, ama hepsi. İnsanın midesi bulanıyor. Acı çeken bir insan, ıstırap duyan bir insan neyi nasıl söyleyeceğini bu kadar hesap edebilir mi ya? Ama burası doğu, burada işler böyle yürür. Çocuklar, gençler, ya da yaşlılar; lütfen oymuş buymuş takılmayın kimsenin peşine, hiç kimsenin aklı sizden daha fazla değil, tamam ben ayrı, benim ki öyle, dolayısıyla aklınızı kullanın ve kimsenin saçmalıklarına alet olmayın. Ya da ne yarsanız yapın, bana ne.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN