Buna karşın ben, genel anlamda, algının çok katmanlılığının düzenlendiği zeminde, dolayısıyla algının kavramsal düzenlenmişliğinin bütünlüğünde kendi benimin kendim [için] bilincindeyim, kendime göründüğüm olarak değil ama, ya da kendim olarak, sadece olmakta olarak.
Dagegen bin ich mir meiner selbst in der transzendentalen Synthesis des Mannigfaltigen der Vorstellungen überhaupt, mithin in der synthetischen Einheit der Apperzeption, bewußt, nicht wie ich mir erscheine, noch wie ich an mir selbst bin, sondern nur, daß ich bin.
Immanuel Kant
1
Lebensgeschichte, yaşam hikayesi. Her şeyin bir hikayesi vardır derler ya, öyle işte. Hani yeni yeni bir hikayen var mı? diye sormaya başladı ya bazı yeni yetmeler, sanki çok derin bir hakikati keşfetmişler gibi. Bizim oralarda Hızır’ı bulmak derler, dolayısıyla bu tür dangalakları Hızır’ı bulanlar olarak nitelerler. Mübarek olsun. Yaşam nedir? sorusunu Biyoloji dersinden hatırlıyoruz. Was ist das Leben? Daha çok yaşamın belirtileri nelerdir olarak ama, was sind die Kennzeichen des Lebens? 1- Hareket: Yaşayan her şey hareket eder, etmek zorundadır ve bu hareketin kaynağı bizzat kendisidir. Yani bir şeyi itiklerseniz ya da çekerseniz olmaz, o sayılmaz. 2- Metabolizma: Yaşayan her şey çevresiyle alışveriş içinde olur, ihtiyacı olan maddeleri çevresinden alır, ihtiyacı olmayanları tekrar çevresine bırakır. 3-Büyüme: Yaşayan her şey büyür, yaşadığı sürece boyu, ağırlığı ve şekli değişir, yaşayan hiçbir şey aynı kalmaz, kalamaz haddizatında. Muhafazakarlar hariç ama, onlar hiç değişmez. Neden acaba? 4-Uyarılabilirlik: Yaşayan her şey enforme olur, veri alır toplar çevresinden, aldığı verileri işler ve bu işlemeler sonucu gerekli, aslında uygun tepkiler üretir. 5-Üreme: Yaşayan her şey ürer, çoğalır yani, nitekim türünü ancak bu yolla sürdürebilir. Çoğu hayvanlarda bu işin nasıl gerçekleştiği malum, en azından teorik olarak. Leylekler değil yani. Sıvıların buluşması ve karışması esnasında genetik mirasın farklı ve değişik kombinasyonları söz konusu olur, dolayısıyla çocuklarınızın, varsa ve birden fazlaysalar tabii ki, hepsi birbirine benzer ama farklıdırlar. İslam ulemasından bazıları çocukların Anne ya da Babaya benzemelerini hangi tarafın daha önce boşaldığına bağlarlar. O halde çocuğunuzun size benzemesini istiyorsanız acele edin, salın gitsin, tutmayın. Her zaman değil ama, sorun çıkar sonra. Gerekirse tutmasını da öğrenin yani. 6-Hücre: Yaşayan her şey hücrelerden bir araya gelir. Bitkiler bitkisel hücrelerden, hayvanlar hayvansal hücrelerden. Bu arada, tek hücreli canlıları da unutmamak gerekir. Ve last but not least 7-Evrim: Dolayısıyla yaşayan organizmalar evrilirler. Her yaşam doğmak, büyümek, yaşlanmak ve ölmek şeklinde akıp giden ve bir öznesi olan, haddizatında yaşanan nesnel bir tarihtir öncelikle, isterseniz hikaye de diyebilirsiniz: eine GE-lebte Geschichete. Dışardan bakınca görünen bütünlük yani. Sağlıklı işleyen bir bürokrasi ve titiz tutulan defterlere sahip her sistem üyelerinin yaşadığı söz konusu tarihi, yani hikayeyi, en ince ayrıntılarına kadar kayıt altına alabilir. Hatta siz unutmak isteseniz, unutsanız bile bazı şeyleri unutturmazlar size, bir gün posta kutusunu açarsınız ve bir bakarsınız ki geçen yıl bu zamanlarda adını ilk kez duyduğunuz bir kasabada bulunmuşsunuz, oldukça da sürat yapmışsınız üstelik. Ama yakışıklı çıkmışsınız. Hiç olmasa bile tümünü toplasanız her gün en az bir iki saat çekiminiz vardır. Benzincide, markette, trafikte, sahilde yürürken, bir cafede çay içerken, sinemada sıra beklerken, otobüste eve giderken, herhangi bir kurumda işinizi hallederken. Haliyle, bu yaşanan nesnel tarihin bir de öznel, yaşantılanan tarafı vardır, die ER-lebte Geschichte. İçerden bakınca görünen yani. Devlet büyükleri nerede ve ne zaman çay içtiğinizi bilirler, fakat içtiğiniz çayın tadını ancak siz bilirsiniz. Dolayısıyla devlet büyüklerini alıp bir yerlere götürmez içtiğiniz çayın tadı, ama sizi götürür, hem de çok yerlere. Bazen hiç bilmediğiniz bir kendinizle karşılaşırsınız gittiğiniz o yerlerde, şaşırır kalırsınız. Devlet büyüklerinin elindeki tarihiniz linear ve kumulativ ilerlerken, yani adım adım üstüne koya koya çoğalırken, sizin tarihiniz sürekli değişir, gider gelirsiniz çay içerken ve her gidiş gelişinizde değişir hikayeniz, siz değişirsiniz, çoğalmaz da azalmaz da, sadece değişirsiniz. Tek an, tek bir olay, tek bir bakış ve tek bir ses, koku, tad, Marcel Proust‘u hatırlayın, altüst eder sizi, tamamen başka, yepyeni bir Ben yapar. Ben dediğiniz şey tek bir anlık hikaye. Her an başka bir Ben, her an başka bir hikaye. Devlet büyükleri için siz hep aynı kişisiniz ama. Altmış yıllık mutlu bir evlilik sonucu eşini kaybeden mutlu bir adam, altmış yıllık mutlu bir birliktelikle teselli bulurken, günün birinde yatağın altında gizli bir bölmede tesadüfen eşinin ta ilk günden itibaren sevgilisine yazdığı aşk mektuplarına rastlayınca söz konusu altmış yıllık mutlu birliktelik cehenneme dönüşür tek bir anda. O gider başkası gelir. Oysa altmış yıl aynı altmış yıl, yaşananlar aynıdır, en azından dışardan bakınca. Bildiklerimiz her zaman yaşadıklarımızı gölgede bırakır. O nedenle yaşantılamaktan çok bilmek isteriz, ilki tekrarlanamaz, geçici, flüchtig, ikincisi tekrarlanır, kalıcıdır, bestaendig, nitekim. Biraz kötü olalım mı? Hadi gelin. Kadının sevgilisine diye yazdığı mektupları aslında farklı bir isim altında bizzat kocasına yazdığı mektuplar olarak düşünelim o halde, hanımefendi fantazi yapmış yani, oh mon dieu, oysa adam bunu hiç bir zaman öğrenemeyecek. Bir de anlatılan hikaye var, kimsiniz sorusuna verdiğiniz cevap: die ER-zaehlte Geschichte. Yani biraz önceki tek anlık Ben‘i dile döküp yaymak, zamana uzatmak zorunda kaldığınız zaman. Bunu iki türlü yaparsınız, birini başkaları, diğerini de kendiniz için. Bu iki hikaye hiçbir zaman örtüşmez ama. Bu biraz Claude Lévi-Strauss‘un l’ingénieur et le bricoleur ayrımını hatırlatır. Kendinize anlatırken kolay değildir mesele. Kendinize boyut veremezsiniz çünkü, geremez, kendinizi geçmişe yayamaz, uzatamaz, derinlik kazandıramazsınız kendinize. Tek bir an, sadece tek bir an sizinkisi. Yani oturup da yaşantıladıklarınızdan bir proje ve plan çerçevesinde en işinize gelenleri seçip bir mühendis edasıyla, l’ingénieur, kendiniz için bir hikaye yazamazsınız, yemez, yazsanız da yemez. Ne dersiniz siz Türkler, herkesi tamam, da kendinizi kandıramazsınız. Bunu başkaları için yapabilirsiniz ama. Devlet büyüklerinin biriktirdikleri siz’den uygun olanı seçer, bir araya getirir, buyurun CV’m, Ben dersiniz. Kendiniz için olsa olsa derme çatma bir kulübe çıkar ortaya, le bricoleur, olursa o da. Olmaz ama. Bu noktada Beden girer devreye. O biriktirir sizi, ancak onda bulursunuz kendinizi, söz konusu derinliği. Adeta çoktan sönmüş bitmiş yıldızlara bakar gibi semaya dikince gözlerinizi, bedeninizde geçmişinizi görürsünüz, bilmediğiniz, hatırlamadığınız geçmişinizi. Onun en ücra köşelerinde, parça parça ama, ara ara, rastlarsınız kendinize. Yanıp sönersiniz adeta. Onun en karanlık istek ve arzularında mesela, fakat anlatamazsınız işte, bilemezsiniz bile nasıl bir araya geldiğinizi, nasıl oldu da böyle biri olduğunuzu. Siz unutursunuz, ama bedeniniz asla; hiçbir şeyi. Yürümeniz durmanız, oturmanız kalkmanız, bakmanız ağlamanız, hatta sevinmeniz dahi, hayalleriniz korkularınız bile, umutlarınız hayal kırıklıklarınız, gelirken hiçbirisi yoktu, ama hiçbirisi, hepsi, ama hepsi hep sonradan oldu, hepsi bedeninizde saklı.
2
Hegel’in dilini anlamak, onu kendi dilinde okuyabilmek, kim ne derse desin, bir filozof için önemli, çok önemli bir ayrıcalıktır. Felsefe budur işte dedirtecek kadar haddizatında. Bu noktada kendisinden Beden’le ilgili olarak biraz uzunca bir alıntı yapmak istiyorum.
Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Werke 10, S.190-191.
Beden dış dünyayla bir araya gelebileceğim ortadır haddizatında. Dolayısıyla amaçladıklarıma ulaşmak istiyorsam eğer vücûdumu öznel amaçlarımı dış nesnelliğe aktarabilir kılmak zorundayım. Bedenim bunu yapabilmek için doğal bir yeteneğe sahip değildir; o olduğu gibi sadece hayvani yaşama uygun olanı yapar. Fakat bu organik yapıp etmeler henüz tin’imin yetkilendirmesi sonucu gerçekleştirilmiş yapıp etmeler değildir. Bedenimi bu hizmeti verebilecek duruma getirmeliyim ilk önce. Hayvanlarda beden içgüdülerine itaat ederek hayvan ideası gereği zorunlu olan her şeyi aralıksız olarak gerçekleştirebilirken, insan kendi yapıp etmeleriyle birlikte ilk önce kendisini kendi bedeni üzerinde hakim kılmalıdır. En başlarda insanın ruhu bedenine son derece belirsiz bir genellikle yayılır. Bu yayılmanın belirli bir yayılma olabilmesi için eğitim şart. Bu esnada beden ruha karşı direnir ilk önce, hareketlerinde güvensizdir, onlarla hedeflediği amaçlar doğrultusunda bazen çok fazla bazen de çok az güç aktarır hareketlerine. Aktarılması gereken bu gücün uygun ölçüsü insanın içerlerinde amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştığı çok katmanlı şart ve durumları son derece titiz bir şekilde göz önünde bulundurması ve bedeninin tüm hareketlerini söz konusu şart ve durumlara göre ayarlaması sonucu mümkün olur ancak. Bundan dolayıdır ki en belirgin yetenek dahi teknik olarak eğitilerek ortaya çıkarıldıktan sonra her seferinde hemen doğru olana isabet eder. Bedenin tinin hizmetinde gerçekleştirmesi gereken yapıp etmeler sıkça tekrarlanırsa eğer, gitgide daha yüksek derecede bir uygunluk elde ederler, çünkü ruh bu bağlamda göz önünde bulundurulması gereken bütün şart ve durumlarla ilgili daha büyük bir ünsiyet kesbeder, dolayısıyla dışavurumlarında daha bir evindeymiş gibi olur, bunun bir sonucu olarak içsel belirlenişlerinin aralıksız bedenselleştirilmesi yönünde sürekli büyüyen bir yeteneğe ulaşır ve müteakiben bedeni gitgide daha fazla kendisine mal eder, kullanabileceği bir araca dönüştürür, ki bu şekilde sihirli bir ilişki, tinin beden üzerinde aralıksız etki imkanı oluşur. Tek tek yapıp etmelerin mükerrer uygulamalar sonucu alışkanlık haline gelmeleri, hafızaya, dolayısıyla tinsel iç’in genelliğine devralınmaları yoluyla ruh kendi dışa vurumlarında yapmanın başkalarına da aktarılabilir bir genel şeklini, yani bir kural, ortaya çıkartır. Bu genel kendi içinde bir araya getirilmiş o denli bir kolaylıktır ki, onun içindeyken kendi yapıp etmelerimin tek tekliklerine has farklılıkların farkına varamam artık. Bunun böyle olduğunu, mesela, yazma fiilinde görebiliriz. Yazmayı öğrenirken dikkatimizi tek tek her şeye, bir dolu aracılara yöneltmemiz gerekir. Fakat yazmak bizim için bir alışkanlık halini aldığı noktada ben’imiz bütün bu söz konusu tek tekliklerin o denli kapsayıcı bir şekilde üstesinden gelmiş, onları o denli kendi geneline almış olur ki, aynıları bizim için tek tekliklerini kaybetmiş olurlar ve biz onların genelliğini göz önünde bulundururuz artık. Bu şekilde görürüz ki, alışkanlıklarımızda bilincimiz aynı zamanda yaptığımız işte hazır, aynısı için ilgi duymakta ve fakat diğer taraftan aynısından yine de uzakta, ona karşı duyarsızdır, – ben’imiz söz konusu işi hem kendisine mal eder, hem de kendisini ondan geri çeker, ruh bir taraftan bütünüyle dışa vurumlarına yayılır ve diğer taraftan aynılarını terk eder, dolayısıyla onlara mekanik, dışlayıcı olarak doğal bir neden şeklini verir.
(Çev: Mustafa Küçükhüseyin)
Der Leib ist die Mitte, durch welche ich mit der Außenwelt überhaupt zusammenkomme. Will ich daher meine Zwedte verwirklichen, so muß ich meinen Körper fähig machen, dies Subjektive in die äußere Objektivität überzuführen. Dazu ist mein Leib nicht von Natur geschickt; unmittelbar tut derselbe vielmehr nur das dem animalischen Leben Gemäße. Die bloß organischen Verrichtungen sind aber noch nicht auf Veranlassung meines Geistes vollbrachte Verrichtungen. Zu diesem Dienst muß mein Leib erst gebildet werden. Während bei den Tieren der Leib, ihrem Instinkte gehorchend, alles durch die Idee des Tieres Nötigwerdende unmittelbar vollbringt, hat dagegen der Mensch sich durch seine eigene Tätigkeit zum Herren seines Leibes erst zu machen. Anfangs durchdringt die menschliche Seele ihren Körper nur auf ganz unbestimmt allgemeine Weise. Damit diese Durchdringung eine bestimmte werde, dazu ist Bildung erforderlich. Zunächst zeigt sich hierbei der Körper gegen die Seele ungefügig, hat keine Sicherheit der Bewegungen, gibt ihnen eine für den auszuführenden bestimmten Zweck bald zu große, bald zu geringe Stärke. Das richtige Maß dieser Kraft kann nur dadurch erreicht werden, daß der Mensch auf alle die mannigfaltigen Umstände des Äußerlichen, in welchem er seine Zwecke verwirklichen will, eine besondere Reflexion richtet und nach jenen Umständen alle einzelnen Bewegungen seines Körpers abmißt. Daher vermag selbst das entschiedene Talent nur, insofern es technisch gebildet ist, sofort immer das Richtige zu treffen. Wenn die im Dienste des Geistes zu vollbringenden Tätigkeiten des Leibes oftmals wiederholt werden, erhalten sie einen immer höheren Grad der Angemessenheit, weil die Seele mit allen dabei zu beachtenden Umständen eine immer größere Vertrautheit erlangt, in ihren Äußerungen somit immer heimischer wird, folglich zu einer stets wachsenden Fähigkeit der unmittelbaren Verleiblichung ihrer innerlichen Bestimmungen gelangt und sonach den Leib immer mehr zu ihrem Eigentum, zu ihrem brauchbaren Werkzeuge umschafft, so daß dadurch ein magisches Verhältnis, ein unmittelbares Einwirken des Geistes auf den Leib entsteht. Indem aber die einzelnen Tätigkeiten des Menschen durch wiederholte Übung den Charakter der Gewohnheit, die Form eines in die Erinnerung, in die Allgemeinheit des geistigen Inneren Aufgenommenen erhalten, bringt die Seele in ihre Äußerungen eine auch anderen zu überliefernde allgemeine Weise des Tuns, eine Regel. Dies Allgemeine ist ein dermaßen zur Einfachheit in sich Zusammengefaßtes, daß ich mir in demselben der besonderen Unterschiede meiner einzelnen Tätigkeiten nicht mehr bewußt bin. Daß dem so sei, sehen wir zum Beispiel am Schreiben. Wenn wir schreiben lernen, müssen wir dabei unsere Aufmerksamkeit auf alles Einzelne, auf eine ungeheure Menge von Vermittlungen richten. Ist uns dagegen die Tätigkeit des Schreibens zur Gewohnheit geworden, dann hat unser Selbst sich aller betrefflichen Einzelheiten so vollständig bemeistert, sie so sehr mit seiner Allgemeinheit angesteckt, daß dieselben uns als Einzelheiten nicht mehr gegenwärtig sind und wir nur deren Allgemeines im Auge behalten. So sehen wir folglich, daß in der Gewohnheit unser Bewußtsein zu gleicher Zeit in der Sache gegenwärtig, für dieselbe interessiert und umgekehrt doch von ihr abwesend, gegen sie gleichgültig ist, – daß unser Selbst ebensosehr die Sache sich aneignet wie im Gegenteil sich aus ihr zurückzieht, daß die Seele einerseits ganz in ihre Äußerungen eindringt und andererseits dieselben verläßt, ihnen somit die Gestalt eines Mechanischen, einer bloßen Naturwirkung gibt.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN